Muridan
Abdülkâdir Geylani´ye Göre Nefs-i Emmare

Abdülkâdir Geylani´ye Göre Nefs-i Emmare

Tasavvufta insanı dinin kerih gördüğü, yapılmasını tavsiye etmediği ve yapıldığında Allah’ın rızasına uygun düşmeyen fiil ve davranışlara sürükleyen duygu, düşünce, zevk, emel, gaye, vs. kaynağına genellikle “nefis” ismi verilmiş ve onunla ömür boyu mücadele içerisinde bulunmak gerektiği belirtilmiştir.

Nefis, Rabb’e giden yolda insanın sürekli karşısına çıkar ve onu engellemeye çalışır. Tasavvuf çevrelerinde hadis olarak kabul edilen “Nefsini bilen, Rabb’ini bilir” sözü bir anlamda bu gerçeği ifade etmek için de sıkça dile getirilir. Gerçekten de “tasavvufi hayat nefis ile bitmeyen bir mücadele ve onu Allah’ın rızasına muvafık hâle getirmeye çalışmaktan ibarettir” demek, doğru ve yerinde bir tespit olur. Ancak hemen belirtelim ki, burada bahsettiğimiz nefis, her türlü kötülüğü emredici anlamındaki “nefs-i emmâre”dir ve nefislerin büyük bir kısmını da bu mertebedeki nefisler oluşturur. Yâni insanların büyük bir kısmı ‘nefs-i emmâre’ taşımaktadır, bundan öteye geçememektedir. Bilindiği gibi tasavvuftaki nefislerin derecelendirilmesinde nefs-i emmâre en aşağı mertebede yer almış ve zemmedilmiştir. Ondan yukarıdakiler ise derecelerine göre övgüye lâyık bulunmuştur.
İşte Abdülkâdir Geylânî de, nefsi her türlü kötülüğün kaynağı kabul ederek onunla sürekli mücadele etmenin, onun menfî istek ve arzularına karşı koyarak, ona muhalefet etmenin önemi üzerinde titiz bir şekilde durur. Ona göre “nefis belânın başı, rezaletin kaynağı, iblisin hazinesi, her türlü kötülüğün çıkış yeridir. Onu Hâlık’ından başkası bilemez. O Allah’ın vasfettiği sıfattadır. Ondan korkmak, ondan emin olmaktır. Onun sadâkati yalandır. İhlâsı hakîkat ehli indinde riyâdır, ucübtür. Onunla haşır-neşir olmaktan daha büyük bir belâ yoktur. Kul nefs-i emmârenin karıştığı ve dâvetine çağırdığı her şeyde dikkat etmeli, ona muhalefet etmeli, onunla mücahedede bulunmalı, onu muhasebe ve murakabeden geri durmamalıdır. O, hiçbir zaman Hakk’a dâvet etmez.”
Başka bir yerde de onu şu şekilde tavsif ederek, ondan asla emin olmamanın önemini vurgular: “Nefis pistir, pisliktir. Kul ile Hakk arasına giren her türlü sapık hevânın, azgın şehvetlerin ve zevklerin menşeidir. Kul bedeliyet (abdâllık, nebî bedeli olma makamı) ve sıddîkıyet (sıddık olma) hâline ulaşsa bile, ruhu Âdemoğlunun cesedinde bulunduğu müddetçe, nefsin şerrinden emin olmanın yolu yoktur.
Şurası bir gerçektir ki, insanoğlu bu nefsi ömür boyu taşıyacak, onunla ömür boyu beraber olacaktır. Ondan kurtuluş hayat devam ettiği sürece mümkün değildir. O halde ona düşen nefsini iyi tanımak, onu hazlarından menetmek ve ona hak ettiğini vermektir.
Abdülkâdir Geylânî nefsi vahşî bir hayvana benzeterek “Nefis üzerinden mücahede sopasını kaldırmayın, onun felâketlerinden gâfil olmayın, vahşî hayvanın uyumasından gâfil olmayın” der. Zîra “O vahşî hayvan uyur gibi görünür, ama gerçekte avını gözetlemektedir. İşte o vahşî hayvan nefistir. Nefis itminâm, züllü, tevazuu ve hayra muvafakati açığa vurur (bir iyilik işlediğinde onun bilinmesini ister). Bunların hilafını da gizler (kötü fiillerinin ortaya çıkmasını istemez).”
Nefis ile mücadelenin önemi büyüktür. Çünkü “nefse muvafakatin cezası cehennem, onunla mücadele etmenin ve ona muvafakat etmemenin karşılığı da cennettir.”
“Asılması esnasında Hallâc el-Mansûr kendisine tavsiyede bulunmasını isteyen kişiye: “Sana tavsiyem nefsindir. Çünkü sen ona binemezsen, o sana biner” demiştir.”
Abdülkâdir Geylânî itaatsizliğin sebepleri arasında nefsi Allah’a şirk koşmayı da sayar (gizli şirk) ve namazda, zihnin, günlük meşguliyetlerden kurtulmasının iki çaresi bulunduğunu, bunların ilkinin şüpheden arınmış, helâl lokma yemek, ikincisinin de nehiy edilmiş işleri irtikâba yöneldiğinde, nefse muhalefet etmek olduğunu bilhassa vurgulamıştır.
Felâh ve marifetullah nefsi tanıyıp, onun aykırı isteklerine muhalefettedir. “Felâhı istiyorsan nefsine muhalefet, Rabbine muvafakat et. Nefsin Allah’a itaat ediyorsa ona uy, isyan ediyorsa muhalefet et. Nefsin, halkı bilmene hicaptır. Halk ise Hâlık’ı bilmene engeldir. Nefsinle kaldığın müddetçe halkı, halk ile kaldığın sürece de Hakk’ı bilemezsin” diyen Abdülkâdir Geylânî, sâdece nefisle işin bitmediğini, uygunsuz çevrenin de bu yolda mâni teşkil ettiğini bir kere daha vurgular. Nefis ile halk, insana marifetullah yolunda birbirine yardımcı iki engeldir. İnsan bazen nefisten kurtulur, halk engeline takılır; bazen da halktan kurtulmaya çalışırken nefis engeliyle karşılaşır. Onun için sâlik bu ikisini daima birlikte düşünmeli ve tedbirini ona göre almalıdır. İnsan halkı terk edince, nefsinin, Rabbinin düşmanı olduğunu görecektir.
Nefse muhalefetin önemini özellikle vurgulayan Abdülkâdir Geylânî onu tanımanın ve onunla mücadelenin de bazı önemli taraflarına zaman zaman değinmiştir. Evvelâ, günah işleme, insanda nefsin varlığına (hâkimiyetine) açık bir işarettir. Bunun tersi olan taat ise nefse ruhani güçlerin hâkimiyetine delildir.
Başka bir ifadeyle, şehvetleri tatmin nefsin mevcudiyetine, onlardan kaçınma da nefsin kaybolduğuna, hâkimiyetinin sona erdiğine, onun kontrol altına alındığına işarettir. Bu itibarla mü’min şehvetlerden kaçmalı ve onlardan arzu ve ihtiyara göre değil, Allah’ın takdirine muvafakat ölçüsünde faydalanmalıdır.
Nefsi tanımanın yollarından birisi de şudur: “Nefsin kendisi açısından, iki hâli vardır. O ya afiyette, ya da belâda olur. Eğer o belâ hâlinde olursa sabırsızlanır, şikâyet eder, hoşnutsuzluk gösterir. Hakk’a töhmet ve itirazda bulunur. Bu hâliyle o sabır, rıza ve muvafakat bilmez. Bilakis kötü edeplidir, Hakk’a şirk koşar ve küfür içerisindedir.
Nefsin âfiyet hâlinde olması onun açgözlü, şımarık, şehvet ve lezzetlere tâbi olması demektir. Bu halde iken o ne zaman bir şehvetine kavuşsa, diğerini ister. Yiyecek, içecek, giyecek, eş, ev ve bineceklerden neye sahip ise onları küçümser, onlara ayıp ve noksanlar izafe etmeye çalışarak, onlardan daha iyisini ve daha üstününü talep eder. Kendi kısmetinden yüz çevirir. İnsan uzun (boş) bir yorgunluk içerisindedir. Nefis elindekilere razı olmaz. Hep sıkıntıları toplar, uzun bir yorgunlukta helâk edici yerlere dalar. Dünyadan da, âhiretten de nefsin isteklerinin bir sınırı ve sonu yoktur. Bu sebeple ‘insan için en şiddetli ceza kısmeti olmayan şeyi talep etmesidir’ denmiştir.”
Abdülkâdir Geylânî nefis ile mücadele etmenin, emre ittiba edip, hevâya uymamanın iki yolu, iki kademesi olduğunu belirtir. Birisi dünyadan ölmeyecek kadar, yeteri kadar nasiplenmek, -ki, bu nefsin hakkıdır- hazzı terk etmek, farzları edâ etmek ve açık gizli her türlü günahı terk ile meşgul olmak. Diğeri de batınî emir ile hareket etmek. Bu da Hakk’ın emridir. Çünkü o kabulü ya da reddi yönünde şeriatta hükmü bulunmayan hususlarda kuluna emir ve nehiylerde bulunur. İnsan dininde samimî olur, onun emir ve yasaklarına titizlikle uymaya çalışırsa, Allahu Teâlâ ona günlük hayatta karşılaştığı problemlerde çözüm yollarını ilham edecektir.
Bu sebeple insan, nefsinin değil, nefsine karşı Allah’ın yanında yer almalı, onun askerleriyle birlikte, bu en azılı düşmanına karşı kılıç sallamalı ve savaşmalıdır.
Aslında nefis sâdece ve sâdece kötülüğü kabullenici, onunla iştigal edici bir vasıfta yaratılmamıştır. O aynı zamanda iyiliği ve güzelliği de kabul edici teçhizat ile donatılmıştır. Allahu Teâlâ nefse takvayı da, fücûru da ilham etmiştir.  İşte verilen bütün mücadele, onu kötü çevre ve hayatın tesiriyle yüklenmiş olduğu kötü alışkanlık ve âdetlerden temizlemek içindir. Yoksa nefis eriyip, yola gelince kalp olur. Daha sonra kalp sırra dönüşür ki, bunların temelinde nefis bulunur. İşte bu nefis kötü alışkanlıklardan temizlenince insana derûnundan gelen bir ses “Nefislerinizi (kendinizi) öldürmeyiniz, muhakkak ki, Allah size karşı Rahimdir (merhametlidir, size karşı çok acıyandır)” (Nisâ, 4/29) diye seslenerek, nefse karşı takınılan tavırlarda değişikliğe gitme zamanının geldiği bildirilir. Bu hitap nefis kirlerden temizlenip, kalp Allah’ın zikri ile beslenince Hakk canibinden gelen bir hitaptır.
Tasavvufta nefsi yola getirerek ondan istifade etme söz konusudur ve ondan ebediyen kurtulma, onu öldürme diye bir düşünce yoktur. Bunun açık bir örneği de Abdülkâdir Geylânî’dir. O, nefsiyle yıllarca süren bir mücadeleden sonra dört hanımla evlenmiş, halk ile iç içe yaşayarak, onların problemlerine çözüm yolları bulmaya çaba sarf etmiştir. Kısaca ifade etmek gerekirse, mücahededen sonra sosyal hayatını devam ettirmiştir. Çünkü ona göre “sûfîlerin işi nefis, tab ve hevâyı eriterek, mana mevti (manen ölü) ve mana fânîsi (manen fânî) olmaktır.”
Sûfiler bilirler ki “hevâ ile emir olmaksızın bir şeyi yapmak inat, riya, nifak ve parçalanıp yok olmaktan başka bir şey değildir. Bunun tersi ise, yâni bir şeyi hevâsız ve nefssiz yapmak ise muvafakat ve infaktır.”
O, “Nefsi nasıl öldürebilirim?” diye soran kişiye: “Nefsine tâbi olmaktan, ona uymaktan öl. Halka uymaktan öl. Onlardan ümidini kes. Bir şey isterken, onları Hakk’a şirk koşmayı terk et. Her amelini Allah rızası için yap” diye cevap vererek, mevzumuza açıklık getirir Nefsi öldürmek tasavvufta bu anlamda kullanıla gelmiştir. Yoksa ondan kurtulmak mümkün değildir. İnsanın yaşama kaynağı odur. O olmazsa hayat da olmaz. Bu açıdan ondan kurtulmaya çalışmak doğru değildir. Çünkü nefis, Hallâc’ın da dediği gibi, insanın bineğidir. Mesele, onu itaatkâr bir hâle getirmekten ibarettir.
Abdülkâdir Geylânî dünyalık kazanmak endişesiyle nefsi eğitmeme yoluna gidilmemesi gerektiğinin de üzerinde önemle durur. Ona göre nefis Allah’a itaatkâr olursa rızkı kendisine bol ve rahat bir şekilde gelir. Asi olursa sebepler kesilir, eziyetlere musallat olur, helak olur ve dünyayı da ahireti de kaybeder. Dolayısıyla mümin hem dünyayı, hem de ahireti kazanmak için nefisle mücadele etmenin yollarını aramalıdır.
 
 
Kaynak: Abdulkadir Geylani - Hayatı, Eserleri, Görüşleri, /Dilaver Gürer
http://www.zuhurdergisi.com/haber.php?haber_id=427

Top