İhlâs ehli bu meselede farklı görüş ve uygulamalar içinde olmuşlardır. Bazıları, alınan bağışların gizlenmesi gerektiğini uygun görmüş ve bunu iffet ve hayâya daha münasip bulmuştur.
Onlara göre gizlemek, korunmayı da kolaylaştırıcıdır. Diğer insanların kalplerinin selamette olması bakımından daha uygun, avamın nefsleri bakımından da afetlere daha uzaktır. Bağışları gizlemek, gıybete, ithamda bulunmaya ve daha ötesindeki bir takım afetlere düşmemeleri noktasında din kardeşlerine daha yardımcı bir davranıştır. Gizlemek, din kardeşi için ihtiyat, iyilik ve takvada ona bir tür yardımdır. Yüce Allah’ın şu buyruğu da bunu teşvik etmektedir:
“Sadakaları gizler ve onları fakirlere verirseniz, bu sizin için daha hayırlıdır.” (Bakara/271)
Allah Resulü’nün (sav) tavsiyesi de bu yöndedir:
“Sadakanın en faziletlisi, onu fakire götürenin gizleme çabasıdır.”1 Ayrıca amelin gizlisi, açık olandan yetmiş kat daha üstündür. Bağışını gizleme noktasında din kardeşine yardım etmeyen kimse, iyiliğini gizleme noktasında da yardımcı olmayacaktır. Bu gizliliğin tek taraflı sağlanması mümkün değildir. Çünkü sır, iki tarafı olan bir bilgidir. Onlardan biri ifşa ettiğinde veya saklama hususunda ittifak etmediklerinde hangisinden çıktığı önemli olmaksızın şuyû bulacaktır.
Rivayete göre Allah Resulü (sav) şöyle buyurmuştur:
“İşleriniz için gizlilikten destek arayın. Çünkü her nimet sahibi hasede maruzdur.”
Eyyub es-Sihıstâni şöyle demiştir:
“Komşularımda hased olması korkusuyla yeni elbise bile giymem. Zahidlerden biri de şöyle demiştir: Dostlarım, ‘Bunu nereden buldun?’ diye sormasınlar düşüncesiyle yeni bir şey kullanmaktan imtina bile edebilirim.”
İbrahim et-Teymi hakkında da şöyle bir hadise anlatılmıştır:
“İbrahim dostlarından birinin üzerinde yeni bir gömlek görmüştü. ‘Bunu nereden buldun?’ diye sorduğunda, ‘Kardeşim Hayseme giydirdi. Ailesinin bundan haberdar olduklarını bilseydim kabul etmezdim’ dedi.”
Adamın biri, ulemadan bir zata açıktan bir şey vermek istemişti. Âlim zat, verdiğini geri çevirdi. Başka biri aynı âlime gizlice bir şey verdiğinde onu kabul etti. Kendisine bu husus sorulduğu zaman şöyle demişti: İkinci şahıs iyiliğini gizledi ve edebe uygun hareket etti. Onun amelini kabul etmeyi uygun gördük. İlki ise iyiliğinin bilinmesini istedi ve edebe ayları davrandı. Bu yüzden de amelini kabul etmedik.
Bir adam sufi zümresinden birine halk içinde bir şey vermek istemişti. Sufi bağışı geri çevirdi. Bunun üzerine adam kendisini tenkit etti ve ‘Allah Teâlâ’nın verdiğini O’na neden geri veriyorsun?’ dedi. O da şöyle karşılık verdi: Verdiğine Allah’tan başkalarını ortak koştun! Oysa yalnız Allah’tan olması gerekirdi. Allah’ın görmesi sana yetmediği için, ortaklı bağışını geri çevirdim.
Ulemadan bir zat, açıktan verileni kabul etmez, gizli verilenleri ise alırdı. Kendisine bu husus sorulduğu zaman şöyle dedi: Sadakanın açıkça verilmesinde ilmîn ve ilim ehlinin aşağılanıp gözden düşürülmesi söz konusudur. Aldığım hiçbir dünyalık uğruna, ilmi ve ilim ehlini gözden düşürtmem.
Yine bu manada şöyle bir hadise nakledilmiştir:
Adamın biri ariflerden birine açıkta bir şeyler vermek istemiş, arif bunu geri çevirmiş, aynı şey gizli olarak verildiğinde kabul etmişti. Bağış veren kişi, ‘Açıkta verildiğinde reddedip gizli verildiğinde kabul ettiniz, niçin?’ diye sorduğunda şöyle karşılık vermiştir: Gizli verirken Allah Teâlâ’ya taatte bulundunuz. Ben de bu iyiliğinizi kabul ederek size yardımcı oldum. Açıktan verirken ise O’na karşı masiyet işlediniz. Allah’a masiyette size yardımcı olmak istemediğim için kabul etmedim.
Süfyan-ı Sevri (ra) şöyle demiştir:
“Ancak verdiğini hatırlamayan ve ondan bahsetmeyen kimsenin bağışını kabul ederim. Verileni gizlemek, Allah Teâlâ’nın teşvik ettiği verme biçimine de uygundur. Allah Resulü (sav) de gizli vermeyi özendirmiştir. O, bu şekilde vermeyi gizli amellerden biri olarak üstün tutmuştur.”
Bağış ve hediyeyi gizli verip almada Allah Resulü’nün (sav) şu buyruğunun kapsamına da girilmemiş olur:
“Yanında bir topluluk varken kendisine hediye verilen kimse, o hediyede diğerleriyle ortak olur.”2
Allah Resulü (sav) verilecek hediyeler hakkında da şöyle buyurmuştur:
“Kişinin din kardeşine vereceği en güzel hediye kâğıt veya ekmek ikram etmesidir.”
Kâğıt, hediyelerin en güzeli olarak takdim edilmiştir. Çünkü o, eşyanın en değerlisidir. Hediyeyi açıktan kabul eden kimse, onu tanık olanlarla paylaşmak durumundadır. Bunun tek istisnası, mecliste bulunan kimselerin hediyeden onun lehine feragat etmeleridir. Mecliste kabul edilen bir hediyeyi oradakilerle paylaşmamak çirkin bir davranıştır.
Marifet ehli arasında Tevhid erbabı olarak bilinen bir cemaat ise, bağış alan kimsenin bunu açığa vurmasını daha faziletli görmüştür. Bu görüşleri ise, böyle davranmanın alan kişi için daha emin, İhlâsa daha yakın, izzet, itibar, makam, mevki ve şöhret gibi illetlere daha uzak olması fikrine dayanmaktadır.
Allah Teâlâ buyurdu ki:
“Sen ancak kendinden sorumlusun.” (Nisa/84)
Sadakanın açıktan alınması gerektiğini söyleyenler bu ayeti zikrettikten sonra şöyle demişlerdir: Kendimizden emin olduğumuzda, insanlar nezdindeki kıymetimizi düşürmek için açıktan almamız daha doğru olur. Bunun ötesinde insanların söyleyecekleri noktasında Allah Teâlâ onun korumasını üstlenmiştir.
Onlara göre Tevhid inancında yalnız Zahir ve Bâtın olan Allah Teâlâ, Mu‘tî yani verendir. Dolayısıyla açıktan verdiği zaman reddetmenin ve geri çevirmenin bir anlamı yoktur. Onlardan biri şöyle demiştir: Arif olan için, gizli de açık da birdir. Çünkü her iki halde de kulluk edilen Mabud birdir. Kişinin gizli ve açık yönlerinde farklı davranması, Tevhid bakımından şirktir.
Ariflerden bir zat şöyle demiştir: “Biz, verilen bağışı gizliden alıp sonra halk önünde ellerini açarak dua edeni pek önemsemezdik.” Aynı zat bunun ardından şunu söylemiştir: “Bu, dünyadandır. Dünyevi işlerde açıklık daha hayırlıdır. Ahiret işlerinde ise gizlilik daha üstündür.”
Müridandan biri şöyle demiştir: Arifler zümresinden olan hocama, sebeplerin gizlenip açıklanması hususunu sormuştum. Bana şöyle cevap verdi: Bir şeyi alacaksan, her halükârda onu açığa vur. Bu noktada karşına iki tür insan çıkar: Bunlardan biri, açıktan alman halinde seni hakir görür. İstemeniz gereken de böylesidir. Çünkü bu, dininiz bakımından daha sağlıklı, nefsinizin afetlerini engelleme noktasında da daha güvenilirdir. Verirken ve alırken bu şekilde amel etmeniz gerekir. Size ulaşan şey, zoraki olmaksızın geldiği müddetçe böyle davranmak daha faziletlidir.
İkinci tür insan ise, açıktan almanız halinde size daha çok değer verir ve daha fazla saygı duyar. Bu sizin gerçek kardeşinizdir. Size olan sevgisi arttıkça, kendi sevabı da artacak, size duyduğu saygı büyüyecektir. Onun sevap kazanmasına vesile olduğunuz için, siz de daha fazla sevap kazanırsınız. Netice itibarıyla böyle davranmaya devam etmeniz daha uygun olur.
Ariflerden bir zat şöyle demiştir: Bir bağış aldığınızda onu açıklayın. Çünkü o, Allah Teâlâ’nın lütfettiği bir nimettir. Allah Te-ala’nın nimetini açıklamak, elbette daha faziletlidir. Reddettiğinizde ise bunu gizli tutun. Çünkü bu, size ait bir tasarruftur ve gizlenmesi daha faziletlidir. Bize göre de, konuyla ilgili nihai söz budur. Ariflerin yolu da budur.
Âlimlerimizden biri şöyle demiştir: “Bağışın alan tarafından açıklanması ahiretten, gizlenmesi ise dünyadandır. Diğer amellerin açığa vurulması dünyadan, gizlenmesi ise ahirettendir. Bu sözün sahibi, bağışların açıklanmasını mekruh görmezdi. Allah Teâlâ’nın şu buyruğu da bunu teyid etmektedir:
“Öyleyse Rabbinin nimetini anlat.” (Duha/11)
Allah Teâlâ verdiği nimet ve rızıkları saklayan kimseyi kınamış ve bunu cimrilikle bir tutmuştur. Cimrilik, dünyaya bağlığın tezahürlerinden biridir. Allah Teâlâ’nın bu manadaki buyruğu şudur:
“O kimseler ki cimrilik eder ve insanlara cimriliği telkin eder, Allah’ın kendilerine verdiği lütfü gizlerler.” (Nisa/37)
Allah Resulü (sav) de bu manada şöyle buyurmuştur:
“Allah Teâlâ kuluna bir nimet lütfettiği zaman üzerinde görünmesinden hoşlanır.”3
Bize göre arif muvahhidlerin kalplerine yakın olan da budur. Çünkü hallerinin ve müşahedelerinin icabı budur. Onlar için veren kulların elleri arasında hiç bir fark yoktur. Onlar, her hususta İlk Veren olan Allah Teâlâ’yı görürler. Bu noktada gizlenmeleri ile açıkça almaları denk olmuştur.
Bize göre konuyla ilgili nihai fikir, daha fazla araştırmanın gerekli olmasıdır. Hiç kuşkusuz Allah Teâlâ daha iyi bilendir. Kanaatimiz odur ki, insanlar birbirleriyle imtihan edilmektedirler. Her kul, kendi halinin gereğini yapmalıdır. Amelinde fazilet sahibi ve halinde sıhhatli olabilmesinin yolu budur. Veren kişi bunu gizlemeli ve çabasını saklamalıdır. Halini terk etmesi durumunda eksilmeye maruz kalacak ve bu; kendisi için nefs afetlerinden bir afet, dünya kapılarından bir kapı olacaktır. Bağışı alan ise, onu açıklamalı ve çevreye yaymalıdır. Eğer gizler ve kendine saklarsa, amelinde İhlâstan ayrılmış ve bu yüzden de halinde eksilmeye maruz kalmış olur. Bu da nefsinin afetlerinden bir afet, dünya kapılarından bir kapıdır.
Rivayete göre Allah Resulü’ne (sav) şöyle denilmişti: ‘Filana bir dinar vermiştim, beni övdü ve şükranda bulundu. Başka birine ise üç ile on dinar arasında bir miktar verdiğim halde ne övdü, ne de şükran gösterdi, bunun hükmü nedir?’ Allah Resulü (sav), bu hadisede verilen kimsenin övgü ve şükranda bulunmasını istemiştir. O, İbnü’l-Hamame ve başka şairlere şöyle buyurmuştur: “Beni öven şiirlerini bırak da, Rabbini övdüklerini ortaya koy!” O da kendinin Övülmesinden hoşlanırdı. Ama şairden halinin gereği olarak yapması gerekeni istemişti. Çünkü O, şükran ve Övgüde iyilik ve ihsana teşvik bulunduğunu iyi bilmekteydi. Övülmek, Allah Teâlâ’nın Zatı için sevdiği Rubûbiyet ahlakının esaslarından biriydi. O, kendi yolunda infakta bulunanlara da şükranda bulunandır.
Allah Teâlâ Rızık Veren (er-Râzık) olarak, dostlarından aracılara şükranda bulunmalarını ve bu davranışlarından dolayı övmelerini murad etmiştir. Aldıkları bağışlarda, İlk Veren’i görmeleri böyle yapmalarına mani olmamalıdır. Bunu asr-ı saadette yaşanan şu hadisede de görmekteyiz:
Muhacirler, Ensar’ın davranışını gördükleri zaman şöyle demişlerdi: “Ey Allah Resulü! Daha önce bu topluluktan daha hayırlı bir topluluğa hiç misafir olmamıştık; mallarını bile bizimle paylaşıyorlar! Korkarız sevabın tamamını onlar alacaktır.”
Allah Resulü (sav) de şöyle buyurdu:
“Onlara şükranda bulunup kendilerini övdüğünüz müddetçe (siz de ecir alırsınız).”
Bu nedenledir ki Allah Resulü (sav) başka bir vesilede ashabına şunu emretmiştir:
“Her kime bir iyilik yapılırsa ona misliyle mukabele etsin, eğer yapamazsa o kimseye senada bulunsun!” Bu hadisin başka bir lafzı ise şöyledir: “Her kim size bir iyilikte bulunursa ona karşılık verin. Eğer veremezsiniz, onu hayırla Övün ve dua edin. Böylece verdiğinin karşılığını verdiğinizi bilir.”
Bu anlamda daha genel bir rivayet de şudur: “İnsanlara şükranda bulunmayan, Allah’a da şükretmez”4
Bu anlamda rivayet edilen ve içinde garib bir lafız bulunan bir diğer hadis de şudur: “İnsanları zikretmeyen kimse, bağışta onları zikretmeleri ve senada bulunmaları noktasında Allah’ı zikretmez.” Bu hadis iki sened zinciriyle gelmiştir.
Bağış verme konusundaki üstünlüğün bir diğer tezahürü de, veren kimsenin verdiği iyiliğin anılmasını ve ondan dolayı şükranda bulunulmasını istememesidir. Karşınızdaki kimsenin bu tür bir maksadı olduğunu bilmeniz ve böyle davranmasından hoşlanmanız, ilminin eksikliğini ve nefsi âfetlerinin büyüklüğünü gösterir. İyilik karşısında övgü ve şükran beklememek, verdiği fakirin şahsını gizlemek daha faziletlidir.
Eğer verilen kimse, onun iyiliğini açığa çıkarıp anlatırsa kendine olduğu gibi ona da haksızlık etmiş olur. Bu, onun nefsi afetlerini de güçlendirecek bir harekettir. Böyle davranan kimse, kötülük ve düşmanlık üzerinde yardımlaşmış olur. Bu durumda veren kimse, verilen kimseyi uyararak ona yardımcı olmalıdır. Çünkü o, yaptığının farkında olmadığı gibi, ilim bakımından yetersiz biri de olabilir. İşin hakikatini en iyi bilen, şüphesiz Allah Teâlâ’dır.
Bağış verme konusundaki üstünlüğün bir diğer tezahürü ise, bağışın gizlenmesiyle anlatılması arasında bir farkın bulunmaması durumudur. Yakînî imanlarındaki kuvvet ve sıhhat sebebiyle, bazı kimseler için alınan bağışların gizli veya aşikâr olması hiç fark etmemektedir. Onlar, niyet bakımından halis, nimet verene dönük sürekli müşahede sahibi olmaları sebebiyle bu ikisi arasında bir fark görmezler.
Böyle biri açıkta kabul ettiği zaman uygun olacağı gibi, verdiğinden dolayı teşekkür edilmesi de sakıncasızdır. Çünkü o, çok kuvvetli bir marifete, kâmil bir akla ve kendisini muvaffak kılan Rabbi’nin sabık takdirine sahiptir. O, yapılan iyilikten ötürü yalnız O’na şükranda bulunup nimeti de O’ndan bilir. Bununla ilgili olarak şu meşhur hadisi zikredebiliriz: “Mümin övüldüğü zaman kalbindeki imanı artar.” Ariflerden bir zat şöyle demiştir: Kişi, aklı miktarınca övülür. Sevri (ra) ise şöyle demiştir: “Kendini tanıyan kimseye insanların övgüsü zarar vermez.”
Bağışlar noktasında üstünlüğün bir başka tezahürü de şudur: Kişi, iyiliğini izhar ettiği zaman bundan dolayı niyeti bozulur, insanlara güzel ve şirin görünme gibi afetlerin tesirine kapılır. Böyle birinin bağışını, açıklaması halinde kabul etmemek gerekir. Çünkü bağışını kabul etmek, düştüğü günahta ona destek olmak anlamına gelir. Böyle birine verdiği bağıştan dolayı övgüde bulunmak da doğru değildir. Yaptığı iyilikten dolayı övülmesi veya iyiliğinin anlatılması, nefsine düşkünlüğü ve Rabbini layıkıyla tanımaması sebebiyle gurura kapılmasına ve amelinin fesada uğramasına yol açar.
Nefsanî zaafları olan bu gibi kimseleri verdiği bağış ve yaptığı iyiliklerden dolayı anmak ve övmek, kapıldığı şirkine katkıda bulunmaktır. “Adamın biri Allah Resulü’nün (sav) huzurunda orada bulunmayan birini Övmüştü. Allah Resulü (sav) şöyle buyurdu: Eğer bu söylediğini işitirse boynunu vurmuş gibi olursun ve iflah olmaz!” Allah Resulü (sav) yakini imanlarından emin olduğu bazı kimseleri” huzurunda övmüş ve işitecekleri şekilde övgüyle anmıştır. O, bu tür övgünün, onların imanlarını arttıracağını iyi bilmekteydi.
Bu meyanda bir adam için, “Bu, göçerlerin efendisidir!”, başka biri için de onun işitebileceği şekilde “Bir kavmin değerli bir mensubu geldiğinde ona değer verin!”5 buyurmuştur.
Adamın biri O’nun huzurunda çok güzel bir söz söylemişti. Bu hoşuna gitti ve şöyle buyurdu: “Öyle ifade vardır ki büyü gibidir!”6 Övülmelerinin sakıncalı olduğunu bildiği kimseleri ise açıktan Övmezdi.
Süfyan-ı Sevri (ra) Yusuf b. Esbat’a (ra) şöyle demişti: Sana bir bağış gönderdiğim zaman, bunu senden bile saklardım. Bunun, Allah Teâlâ’nın bana olan bir nimeti olduğunu düşünüyorum. Verdiğim halde senden daha çok sıkılır ve şükrederdim. Yoksa göndermezdim.
Sonuç itibarıyla veren kimsenin sıfatı gizlilik, alanın ise açıklamak olmalıdır. Bunun aksini yapanlar, hallerini terk etmiş olurlar. Verene düşen, verdiğinden ötürü övülmekten hoşlanmaması, kendisine senada bulunulmasını ve anılmasını istememesidir. İyi bildiğiniz kimseyi, övmeniz, kendisine şükranda bulunmanız ve iyiliğini yaymanız gerekir. Verdiğini açıklamak ve şöhret olmak istediğini bildiğiniz kimseye ise kendine zulmetmesinde yardımcı olmamanız, böyle kimselere Övgü ve senada bulunmamanız gerekir. Böyleleri için bu tür davranış daha uygun ve daha sağlıklıdır. Sıdk ehlinin konuyla ilgili söylediklerinin özü budur.
Bağışlar konusunda ihtilafa düşülen bir diğer mesele de, farz olan zekât mallarından almanın mı, yoksa nafile babından verilen bağışlan almanın mı daha üstün olduğu hususudur. Bazılarına göre, farz olan zekât mallarını alıp nafile olan bağışları reddetmek gerekir. Onlara göre, farzı almak, Allah Teâlâ’nın izniyle O’nun kısmetini almaktır. Allah Teâlâ, ihtiyaç sahiplerine bu kısmetleri almayı farz kılmıştır.
Bilindiği gibi zekât farz kılınmıştır. Eğer fakirler ve miskinler zekât almamak üzere sözleşseler hep birlikte günah işlemiş ve Allah Teâlâ’nın emrine karşı gelmiş olurlar. Bu hareketleri, Allah Teâlâ’nın mallardan verilmesini farz kıldığı zekâtın boşa çıkarılması anlamına gelmektedir. Farz olanı zekâtı kabul etmeyi müdafaa edenler şöyle demişlerdir:
Zekât malı kulu, zayıflar ve miskinler zümresine daha kolay sokacak, tevazu ve zillete daha yakın kılacaktır. Zekât malı farz olduğu için hiç kimsenin minnetini çekmeye veya onun şart koşacağı bir şeyi yapmaya gerek olmaz. Çünkü fakir ve miskin konumunda olan herkes onu hak etmektedir. Diğer taraftan zekâtı almak dini bakımdan da daha emindir. Çünkü onda dini kullanarak istismarda bulunma söz konusu değildir. Zekât payı, ancak ihtiyaç halinde ve İslâm’ın hürmeti ile hak edilmektedir. Hâlbuki nafile sadakalarda, dini istismar etmek endişesi her zaman mevcuttur. Bu tür bağışlar, dürüstlük ve itikadımız sebebiyle bize verilmiş olabilir. Oysa bu tür yardımlarda asıl olan, ihtiyaç sahipleri ve fakirlere mahsus olmalarıdır.
Abidler arasında yer alan kariler bu görüştedirler. Dini bakımdan nefsinin salahını düşünenler için, sırf zekât mallarını almak hallerinin ve müşahedelerinin gereğidir.
Başka bir topluluk ise, nafile sadakaları kabul etmekte bir mahzur görmemişlerdir. Zekât mallarını almaktan imtina eden bu insanlar, nafile sadakaları hediye gibi telakki etmiş ve şöyle demişlerdir: Hediye kabul etmek emredilmiş ve müslümanlar arası kaynaşmayı temin etmek için de hediyeleşmek özendirilmiştir. Bunu savunarak miskinlerin bir takım haklardan feragat etmelerim istemiyoruz. Endişemiz, onların taşıması gereken sıfatları taşımamaktır.
Bizler, Allah Teâlâ’nın zekât için koyduğu şartlara uymak hususunda endişe ederiz. Belki onu almak suretiyle, layık olmayan bir yere gitmesine yol açmış olabiliriz. Ya da farza muhatap olmayanları tespitte kusurlu hareket edebiliriz. Endişemiz bundandır. Bu bakımdan nafile sadakalar daha geniş ve rahattır.
Bu görüşü savunanlar da, ister farz, ister nafile olsun, gelen bütün yardımların Allah Teâlâ’nın nimetleri olduğuna inanırlardı. Din ancak Allah’ındır. Din, halis olarak Allah Teâlâ’ya aittir.
Her iki görüştekiler de ‘nimet edilme’ noktasında ittifak etmişlerdir. Marifet ehlinden bir topluluk da ikinci görüşü savunmuştur. Bunlara örnek olarak İbrahim el-Havvas, Ebu’l-Kasım Cüneyd ve bu ikisiyle aynı görüşü paylaşanları gösterebiliriz.
Konuyla ilgili bizim görüşümüz ise şöyledir: Önüne gelen her insanın verdiğini almayan, her vakit kabul etmeyen, muhtaç olduğu zaman dışında istemeyen, aldığında da zaruri ihtiyacından ötesini almayan kimse, ister farz olan zekâtı, ister nafile bağışları alsın, her ikisi de birbirine yakındır. Çünkü zekâtta, Allah Teâlâ’nın emri gereği farziyet mevcuttur. Nafile ise, verilmesi teşvik edilmiş bir yardımdır. Allah Teâlâ’nın onunla ilgili hükmü de mevcuttur. Bu noktada kula düşen; dinini gözetmek, din kardeşi için ihtiyatlı davranmak, bulunduğu anın gerektirdiği hükme uygun davranmaktır. Burada, ikisi arasında bir fark olmaz. Kul, nefsin karanlığına dayanarak arzularına tezlim olmaktan sakınmalıdır. Çünkü kurtuluş yolu oradan geçmektedir.
1) Ebu Davûd, Fıtr/12, Zekât/40; Nesâî, Zekât/49; Darimi, Salât/135; İbni Hanbel, II/358, III/412, V/178.
2) Buharî, Hibe/25.
3) İbni Hanbel, III/474.
4) Ebu Davûd, Edeb/41; Tirmizî, Birr/35; İbni Hanbel, II/258, 295, 303, 388, 461, III/32, 74, IV/278, 375, V/211, 212.
5) İbni Mâce, Edeb/19.
6) Buhârî, Nikah/47, Tib/51; Müslim, Cum’a/47; Ebu Davûd, Edeb/87; Tirmizî, Birr/81; Darimi, Salat/199; Muvatta’, Kelam/7; İbni Hanbel, I/296, 303, 309, 313, 327, II/16, 59, 62, III/470, IV/263.