Gözümüzün nuru Efendimiz’i (s.a.s) bir gece göklere yükselten şehirden, Kudüs’ten bahsediyoruz. Dualarımızda bu mübârek şehri bir avuç azınlıktan kurtarsın diye Rabbimizden ebâbiller göndermesini bekliyoruz. Peki, o ebâbiller bir gün gerçekten gelirse acaba kimi taşlar?
Vaktiyle kötü huylu, zalim bir Yahudi padişah vardı. Büyük bir ateş yaktırıp karşısına bir put dikti. “Bu puta secde eden kurtulur, secde etmeyen de ateşte yanacaktır.” dedi. Daha sonra Yahudi padişah, bir kadını çocuğu ile birlikte ateşin yanına getirtti. “Putun önünde secde edin ki ateşten size zarar gelmesin.” dedi. Kadın temiz dinli ve iman sahibiydi. O puta secde etmeyi kabul etmedi. Çocuğunu ateşe attılar. Çocuğu ateşe atılınca korkudan, imanında kararsız oldu. Kadın puta secde etmek isteyince çocuk ateşin içinden “Ben ölmedim.” diye seslendi. Sonra konuşmaya devam etti: “Ey anne! Gel, görünüşte bu ateş ise de burası safâ yeridir. Bu ateş, düşman gözüne bir perdedir. Yoksa Hakk’ın rahmetinin lütfu buradadır. Ey anne! Gel, Hakk’ın ihsânını, Hak dostunun zevk u safâsını gör. Ey anne! Gel, elden bırakma ki yücelik ve saadet buradadır. Gel, o köpeğin zilletini gördün, bir de Hakk’ın kudretini seyret.” dedi ve sonra diğer insanlara seslenerek: “Ey Müslümanlar! Gelin, beden ve can azâbı din lezzeti gibi olmaz. Hepiniz pervane gibi buraya gelin, ateşteki yüzlerce baharı görün.” dedi. O kalabalık çocuğun seslenişini duydu. O çekici çağrı halkı coşturdu. Kendilerinden geçip ateşe girdiler. Kadın erkek hepsi ona can verdiler. Hiçbir zorlama olmadan erkek kadın ateşe yöneldiler, zîrâ acıyı bal eyleyen Allah’tır (c.c). Öyle oldu ki, zâlim padişahın adamları halka ateşten uzak durmalarını söylediler. O Yahudi, rezil rüsva ve mahcup oldu.(Âmil Çelebioğlu, Mesnevî-i Şerîf, Timaş Yayınları, İstanbul, 2010, 1: 64)
Mesnevî-i Şerîf’te geçen bu hikâye (Bu hikâye ile ilgili farklı bir okuma için bkz: Bilâl Kemikli, Mevlânâ’nın Kalbine Açılan Kapı Mesnevi Mektupları, Hayy Kitap, İstanbul 2015, s.179-184) bugün, Filistin bölgesinde yaşayan, bunun bedeli olarak da itilip kakılan, evi yıkılan, zulüm gören, Yahudi yerleşimciler tarafından üzerlerine pislik atılan, öldürülen, toprakları haksız bir şekilde ellerinden alınan, kısacası yukarıda arz ettiğim hikâyedeki gibi ateşe atılan Müslümanların yani bizim kardeşlerimizin içinde bulundukları durumla benzerlik içermesi bakımından dikkat çekicidir. Fakat benzerliğin yanında bu hikâyede can acıtıcı, vicdanları yaralayıcı farklar da vardır. Şöyle ki; hikâyede, Müslümanlar ateşe atılan çocuğun çağrısına uyup Yahudi’nin putuna secde etmiyorlar ve kendilerini korkusuzca ateşe atıyorlar. Hikâyedeki bu çocuğu Filistinlilerin yerine koyarsak, bugün bizim tavrımız yani umumî olarak Müslümanların tavrı nasıldır? Ne yazık ki bu suâle müspet cevap vermemiz mümkün değil. Yarım asırdan fazla bir süredir nice zulümlere maruz kalan Filistinli kardeşlerimizin ahvâline kayıtsız kalıyoruz. Birlikte hareket edemiyoruz. Sanki bu dava yalnızca onların davasıymış gibi, koca İslâm âleminde dertli olan sadece onlarmış gibi… Bugün, Kudüs diye, Filistin diye bir yer sanki masallarda kalmış. Sadece mübârek gün ve gecelerde hatırlıyoruz Mescid-i Aksa’yı, Kubbet’üs Sahra’yı, İsrâ ve Mi’rac hadisesini. Sadece bu günlerde dua ediyor sonra unutuyoruz bu mübârek mekânları. Mübârek mekân derken öyle basit bir tamlama içinde ifade edilip geçiştirilen bir yer ismi değil bu söylediğimiz. İlk kıblemizden bahsediyoruz. Gözümüzün nuru Efendimiz’i (s.a.s) bir gece göklere yükselten şehirden, Kudüs’ten bahsediyoruz. Dualarımızda bu mübârek şehri bir avuç azınlıktan kurtarsın diye Rabbimizden ebâbiller göndermesini bekliyoruz. Peki, o ebâbiller bir gün gerçekten gelirse acaba kimi taşlar?
Dâru’s-Selâm
Hicri 15 / Milâdî 637 yılında Hz. Ömer (r.a) tarafından fethedilmesiyle birlikte “Dâru’s- Selâm” yani “Barış Şehri” ismiyle tavsif edilen Kudüs ve çevresi, yüzyıllar boyunca bu vasfını korumuş, âdetâ tesamuhun merkezi hâline gelmiştir. Şehrin hâkimi konumunda olan Müslümanlar, diğer semâvî kökenli dinlerin mensupları olan Hıristiyan ve Yahudilerin haklarını gözetmişler, ibadetlerinde hiçbir zorluk çıkarmamışlardır. Tam aksine, onlara her türlü kolaylığı sağlamışlardır.
Kutlu şehir Kudüs, 1517 yılında Osmanlı hükümranlığına geçtikten sonra en güzel ve müreffeh zamanlarını yaşadı. Osmanlı Devleti gerek şehrin güvenliği, huzuru gerek Hıristiyan mezhepler arasındaki kavganın önlenmesi ve gerekse şehirdeki nizâmın tesisi adına elzem olan bütün düzenlemeleri titizlikle yaptı. Kâidelere bağlı bir düzen kurdu. Meselâ, Hıristiyanlar için önemli bir mekân olan Kıyamet Kilisesi’nde düzenlenen âyinlerde Fransisken, Rum ve Ermeni kiliseleri birbirine girer, aralarında arbede yaşanırdı. Bu nedenle Osmanlı askerleri Hıristiyan âyinleri sırasında âsayişi sağlamak için görev alırlardı. Yine, Kıyamet Kilisesi’nin anahtarlarının kimde kalacağı, kapısını kimin açacağı Hıristiyan gruplar arasında önemli bir anlaşmazlık konusuydu. Bu anlaşmazlığı Selâhaddin Eyyubî çözmüş, kilisenin anahtarlarını bir Müslüman aileye, kapıyı açma kapama hakkını da başka bir Müslüman aileye vermişti. Bu uygulama Osmanlı zamanında da önemli bir meseleydi ve Osmanlı bu durumu da kimseyi incitmeden çözüme kavuşturdu. Şöyle ki, kapının açılacağı saatte anahtarları elinde bulunduran iki Müslüman ailenin mensupları dışarıda, kilisedeki odalarında yaşayan üç Hıristiyan mezheb din temsilcileri de içeride hazır şekilde bulunurdu. İçeride bulunan Fransisken ve Ermeni kiliseleri temsilcileri kapının açılmasını onayladıklarını Rum kilisesinin mensubuna bildirince Rum papaz elindeki zili çalardı. Müslüman aile zil sesini duyunca kapının kilitlerini açar, kapının üzerindeki pencere açılır, anahtar Rum papazın uzattığı mendille değiştirilirdi. Kapının açılmasıyla anahtar ve mendil geri teslim edilirdi. Bu misâlde olduğu gibi Osmanlı, kiliseler arasındaki çatışmaların giderilmesi, anlaşmazlıkların çözüme kavuşturulması ve huzur içinde yaşanması için çok ayrıntılı kurallar getirmiş, tesis edilen barış ortamının bozulmamasına özellikle dikkat etmişti. (Prof.Dr. Ömer Faruk Harman-Pelin Çift, Kudüs’ün Gizemli Tarihi, Destek Yayınları, İstanbul, 2017, s. 205-217.)
Bugün El Halil Kapısı üzerinde bulunan kitâbe çok şey ifade etmektedir. Söz konusu bu kitâbede “Lâ ilâhe illallâh İbrâhim Halilullah” (Allah’tan başka ilâh yoktur, İbrâhim O’nun dostudur.) şeklinde bir yazı yazmaktadır. Bu yazı, Kânunî Sultan Süleyman tarafından yazdırılmıştır. Başka yerlerde Kelime-i Tevhid yazılıyken, mezkûr kitâbede diğerlerinden farklı bir yazı yazılması Osmanlı’daki eşsiz tesâmuhun ve hangi dinden, mezhepten olursa olsun herkese kucak açılacağı mesajının bir göstergesidir. Çünkü Kudüs, üç semâvî kökenli din mensuplarının ortak atası Hz. İbrâhim’in şehridir.
Netice-i Kelâm
Kudüs, Resûlullah Efendimiz’i (s.a.s) baş tâcı edip Mi’rac’a yükselten şehirdir. O’nun gece yolculuğunun ilk durağıdır. O kutlu Peygamber’in (s.a.s) Hakk (c.c) katına yükselişi buradan başlamıştır. Bugün Müslümanlar olarak bizler, bu mübârek beldeye sahip çıktığımız ölçüde manevî olarak yükseleceğimizin farkında olmalıyız. Unutmayalım ki Kudüs’ü sadece duygularımızla, inancımızla kurtaramayız. Aklımızı, bilimi, bilgiyi, teknolojiyi, iletişimi, diplomasiyi kullanmalıyız. Üniversitelerde Kudüs’le ilgili araştırma merkezleri kurmalıyız. Slogan dilinden uzak, sağlam temelli sosyal iletişim araçları kurmalı ve bunları etkin bir şekilde kullanmalıyız. İsrail’in Kudüs’teki tarihî yapıları nasıl tahrip ettiğini dünyaya duyurmalıyız. Haklı davamızda mücadeleden yılmamalıyız.
Sözlerimize Hz. Mevlânâ ile başladık, yine onunla bitirelim:“Aynaya Anadolu Sultanı vurmuyorsa bil ki ayna paslıdır da ondan. Kudüs misâli gönlünde domuz görürsen bil ki Kudüs’ü Frenk ele geçirmiştir de ondan.”
*(Başlık olarak kullanılan bu aforizma Prof. Dr. Bilal Kemikli’ye aittir)
Edebali KARABIYIK
Bizi sosyal medyada paylaşın: