Muridan
Kasîde-i Bürde

Kasîde-i Bürde

Yurdundan koparılmış gözleri sürmeli yaralı bir ceylân gibi Suat’ı alıp götürdüler Gönlüm öyle kırık ki! Gönlüm, azat nedir bilmeyen bir köle örneği ezgin

 Tan vakti Suat göçtü buralardan

 O ne mağrur bakışlardı Rabbim

 Ve ne müstağni

 Suat ki boyu altın ölçüde; önden bakılınca zarif nahif, incecik belli, tombul görünüşlü arkadansa,

 Arka çizgileri bile belli

 Gülerken dişlerinde kar yağar gibi bir kış aydınlığı,

 Öyle beyaz, onları şarapla yıkıyorlar durmadan sanki

 Vâdi açık kuşluktur çakıllarda kuş sesli serin sular

 Kuzey yelleriyle serin sular gibi saf ve ışıklı

 Suat’ın ağzındaki

 Süpürürse rüzgâr nasıl üstündeki bulutları, nasıl yıkarsa pırıl pırıl geceleri yağmur tepeleri

 Ağzındaki su o yağmur suyu Suat’ın dişleri o beyaz kum tepeleri

 Soylulukta en soylu, cömertlikte bir eşi yok bir sevgili iken Suat,

 Ne kendi sözünde durdu, ne de dinledi beni

 Suat bu, işi gücü bana oyun, naz, vefasızlık, söz verip dönmek

 Benim kaderim böyle, Onun aşk felsefesi

 Bulut bir zavallıdır Onun yanında biçimden biçime girmekte,

 Renkten renge girmekte yaya kalır bukalemun, gulyabani

 Sen ne aptalsın ki yahu sandın Suat durur sözünde

 Kalburda su durursa, Suat da durur sözünde tabii

 Suat’tan söz aldım diye böbürlenip durmak ha!

 Hayaller kurdun, umutlandın. Ama umutlar uçucu, aldatıcıdır rüyalar gibi

 Suat’ın vuslat sözleri geçse yeridir atlatışlar tarihine

 Bir söz istedin mi kendinden, hemen kesilir meşhur yalancı Urkub’un teki

 Böyle arkandan atıp tutuyorum ya Suat, elbet ayrılık acısından

 Onun için affet beni, sen yine de sev beni

 Suat şimdi mutlaka öyle bir yerdedir ki, vakit de akşam;

 Saf kan ve yörük dişi develerdir ancak develerin oraya götüreni

 Evet, ta ötelerde konaklayan Suat oymağını tutmak için

 Yüreğe korku veren dağ gibi rüzgâr tempolu hecin develer gerekli

 Öyle deve gerek ki, terlerse ırmak aksın kulağının ardından,

 Uçsuz bucaksız çöl yollarını seve seve tepmeli

 Bir deve ki bakışı iki hançer ufuklara saplanan

 Eşi gitmiş; yabani bir aksığın gibi öyle uçsun ki, o dursun, altından kaysın ateş çölü ve ateş tepeleri

 Gerdanı sağlam ayakları yer sarsan vücudu kıvrım kıvrım ve ölçülü biçili

 Soy sopça en arık damızlık develerden haydi haydi ileri

 Böğrü enli, boynu uzun ve kalın; çehresi geniş

 Bir erkek deveyi andırmalı tıpkı; Suat’ı tutar o zaman belki

 Derisi daha parlak olmalı kabuğundan deniz kaplumbağasının

 Ve ondan daha sağlam kızgın güneş altında aç azgın keneler bile onu örseleyememeli

 İlk bakışta dağ gibi korku vermeli görünüşü bakana

 Boyu yüksek mi yüksek, çevik mi çevik ayakları, tertemiz şeceresi

 Gürbüz, etine dolgun bakımdan öyle semizlemiş olmalı ki,

 Oyluklarından tırmanan salkım salkım keneler derinin cilâsından kayıp kayıp düşmeli

 Yürürken baldırından, et fırlasın etinden, iki ön bacağı ok gibi

 Çıksın dolgun göğsünden serbest atılışlı çalım çalım üstüne

 Bir yaban merkebi örneği gözlerle gerdan arası, başın yular takılan yeri

 Sert ve katı olmalı bileği taşı gibi

 Ve upuzun kuyruğu ipek tüylü, sarksın memelerin üstünden

 Öyle dokunmalı ki memelerin ucunu ürkütmemeli

 Kapkara iki mızrak bacakları, rüzgâr gibi uçmalı

 Şüpheye düşmelisin ayakları yere değdi mi, değmedi mi

 Yumru burnundan, kulağından, beyzi çehresinden bu türlü develeri

 Tanır derhal deveden anlayan yekta bir bilirkişi

 Ayakları demirdenmişçesine çakılları fırlatır iki yana

 Deri mahfaza bile takmaksızın aşar kayalıkları bu eşsiz develer ki

 Çalışkan bir işçi gibi terler coştukça, terledikçe coşar

 Aşar kuşlar gibi serap derelerini, sahra tepelerini, ateş çöllerini

 Kertenkelenin güneşte yanan sırtı sıcaktan külde pişmiş ekmeğe

 Döndüğü günler bile kimse durduramaz koşmaktan şu bizim deveyi

 Bir sıcaklık ki, a yolcular dinlenin! der kervan sahibi

 Ve taş altına gizlenir siyah çekirgeler, o sabır ateşleri

 Ama bizim meşhur devemiz gün ortasında koşusunu bitirmez,

 Başlamıştır yolculuğa sanki daha yeni

 Sıcak artar, değişir yürüyüşü; sıcak arttıkça değişir

 Ve ön ayaklarının

 Çırpınışlı hızlanışı andırır ölmüş çocuğuna göğüs döven bir anneyi

 Ve ona bakıp hıçkıran yırtınan öbür anneleri

 Evet, o yürüyüş, o ayak çırpınışları göğsünü paralayan yaşlı bir annenin çırpınışları

 Akla elveda diyen bir annenin, alır almaz ilk yavrusunun kara haberini

 Göğsü kan içinde kalan üstü başı yırtılmış,

 Saçları darmadağın çılgın bir annenin haberini

 Söz taşıyıp öç alan ikiyüzlü şiir ve kabile düşmanlarım:

 "Ey Ebi Sülma’nın oğlu sen mahvoldun" dediler Suat’ın derdi bana yetmezmiş gibi

 "Ey Ebi Sülma’nın oğlu sen kendini ölmüş bil" Ben de koştum güvendiğim dostlara:

 Kime başvurdumsa ama: "Biz yoğuz bu işte, var git kendin bak başının çaresine" demezler mi?

 Ben de onlara dedim : "Gidin gidin beni yalnız bırakın,

 Neye hükmetmişse o olur, hükmeden o Allah ki

 Yaşamak dediğiniz nedir bin yıl yaşasa bile

 Eninde sonunda insanoğlu o kanbur tahta kutuya girmeyecek

 Binmeyecek mi?

 Haber geldi: "Peygamber seni öyle bir cezaya çarpacak ki!"

 Siz bilirsiniz hey zavallılar! İşte O’nun kapısındayım, yüreğimde sonsuz bağışlanma ümidi

 Ondan özür dilemeye geldim, af istemeğe geldim;

 Çünkü O sırrını bilendir, kabul edicisidir mazeretlerin

 O affedenlerin en affedicisi

 İçi hidayet öğüdü en yüce gerçekler dolu Kur’ân’ı

 Sana armağan eden Allah için ver bana bir savunma mühleti

 Bakma ve zaten bakmazsın sözlerine beni kıskananların

 Senin hükmün onlara değil, hakka ayarlı ve ben de bir parça suçluyum belki

 Ama senin makamındayım şimdi, fillerin bile titrediği makamda

 Bir makam ki titrerdi bir fil benim gördüklerimi görse, işitse işittiklerimi

 Burada beni ancak Allah buyruğuna bağlı Peygamber affı kurtarır:

 Ben de onun öç ve adalet eline uzatıyorum işte sağ elimi

 Beni ancak o kurtarabilir burda, yalnız O… Şimdi söz yalnız O’nun

 Ama O "Sen suçlusun, cezanı çekeceksin" dese önünde eğik bulur boynumu, adaletin heybeti

 En heybetli manzara bu olur benim için çünkü Asserde,

 İç içe açılan sonsuz aslan yataklarının en içindeki

 Muhteşem yurdunda hüküm süren aslanlar başbuğudur O

 Bir arslan ki erkenden ava çıkar, yavrularının besini insanoğlu, insan eti

 Bir arslan ki, savaş alanında kendi düşmanı dengi

 Bırakmadan çarpışmayı, haram sayar kendine savaşı terk etmeyi

 Heybetinden kısılır sesleri yırtıcı çöl arslanlarının,

 Arslanlar arasında bile o dağıtır adaleti

 Parçalandı silâhları ve elbiseleri, kurda kuşa yem oldu

 Bu vâdide kendi gücüne bileğine güvenen nice kişi

 Şüphe yok ki Peygamber, en keskin bir kılıçtır kılıçlarından Allah’ın

 Sonsuz bir kurtuluşa, nura ve hidayete alıp götüren bizi

 Ve arkadaşları O’nun, Mekke vâdisinde İslâm’ı kabul eden

 Kureyşin en ileri gelenleri cömertlikte ve yiğitlikte hiç birinin yok dengi

 İlk günler göçmek gerekliydi, hemen göçtüler zerre tereddüt etmeden

 Bırakarak yurtlarını, tüten ocaklarını, mal ve mülklerini

 Yerlerinde kalanlar çarpışamayacak güçte olanlardı

 Onlar da, müdafaasız ve silâhsız, çepçevre küfürle çevrili, bugünü hazırlamış beklemişlerdi

 Evet, bunlar başları dimdik gezen yiğit üstü yiğit,

 Davud’a mahsus demir gömlektir zırh diye giydikleri

 Zırhları pırıl pırıl ve upuzun çelikten büklümleri öyle ki,

 Birbirine geçip kaynaşmış bir ayrıkotunun halkaları gibi

 Mızrakları düşmanı devirse yere, gurur nedir bilmezler

 Yenilirlerse bilmezler nedir umut kesmek, yok ya yenildikleri!

 Ak soy develer gibidir gidişleri korunmaları da saldırış

 Vurulunca göğüslerinden vurulurlar onlar ürkmez, onlardan ürker dev dalgalı ölüm denizi

Top