Öncelikle faziletli, adaletli, iffetli, izzetli, cesur, vakur, hoşgörü sahibi, dost, mütevazı ve mütebessim, gösteri ve gösterişten kaçınan kıble yürekli insanlardı… Osmanlı atalarımız, tanısınlar tanımasınlar, “Gülümseyiniz, müminin mümine gülümsemesi sadakadır.” hadisi ve “Selamı yayınız!” tavsiyesi çerçevesinde, karşılaştıkları herkese gülümseyerek selam verirler, tanıdıklarına ayrıca hal-hatır sorarlar ve ailenin diğer bireylerine selam yollarlardı. Böylece gönüller birbirine ısınır, geniş anlamlı toplumsal bir mutabakat oluşurdu.
Osmanlı gerçek anlamda bir barış ve kardeşlik toplumuydu. Nefsine yenilip birbiriyle kavga edenleri, mahallenin önde gelenleri birkaç gün içinde barıştırırdı. Olmaz da küslük uzarsa, dört gözle bayram beklenir, bayramlar barışın ve kardeşliğin vesilesi yapılırdı.
Bu durumu Avrupalı gezginlerden Villamont, takdir hisleriyle kaydeder:
“Her kimin bir düşmanı varsa, bayramlarda ona gidip af dilemek zorundadır. Öteki de el öpmeden ve tokalaşmadan önce affettiğini söylemek mecburiyetindedir. Aksi takdirde bayramlarının mübârek olması mümkün değildir.”
Yine başka bir Avrupalı gezgin Du Loir, görüp incelediği toplumsal yapıdan o kadar etkilenmiştir ki, Osmanlı Türk toplumunun bazı kötülüklerden haberdar olmadığını düşünmekten kendini alamamıştır:
“Osmanlılar, herhangi bir intikam hissi beslemekten son derece çekinirler. Dinlerinin bu hususa ait hükmü gereğince Cuma namazına başlamadan önce düşmanlarını affettiklerini adeta ilan etmek durumundadırlar. Aksi halde namazlarının kabul edilmeyeceğine inanırlar. Ayrıca her bayramın birinci günü onlar için umumi bir barış günüdür. Birbirlerine rastladıklarında el sıkışırlar. Küçükler büyüklerin elini öptükten sonra başına koyup ‘Bayramın mübârek olsun!’ der.”
Böyleydi, çünkü kişisel ve toplumsal ilişkilere henüz “menfaat” hükmetmiyordu. “Kardeşlik” en belirleyici unsurdu. Bu yüzden insanlar arasında kıyasıya bir rekabet oluşmaz, en azından rekabet, kırıcı ve incitici boyutlara ulaşmazdı.
Osmanlı edebi ve nezaketi dünyaca meşhurdur. İslâm’la yoğrulan yürekler bugünkü halimizle mukayese edilemeyecek kadar duyarlıydı. “Tevazu” ve “doğallık” sıradan meziyetler sayılırlardı. Hayata “alçakgönüllük” ve “yardımseverlik” hâkimdi. “Küstahlık” nedir bilinmez, büyüklerin sözü kesilmez, bilgiçlik taslanmaz, ar, namus ve hayâ gibi ulvî değerlere büyük önem verilirdi.
Kadınlara karşı umdesini imandan alan derin bir hürmet beslenirdi. Erkek ve kadın arasında mutlak surette bir mesafe vardı. Bunun belirleyicisi “Zinaya yaklaşmayın.” mealindeki ayetti. Sokakta karşılaşılan kadına asla dik dik bakılmaz, derhal başlar öne inerdi. Kadının sokakta rahatça yürümesi için, erkekler kendilerini hafif alargaya çekerler, kadına yol verirlerdi. (Sonra nasıl olduysa bu durum tersine döndü. Köylerde kadınlar erkeklere yol vermek için kenara çekilip çömelmeye başladılar.)
Her kadın toplumsal edebin bir gereği olarak anne, teyze, hala ve bacı olarak görülürdü. Onları rahatsız edecek en küçük davranışta bile bulunulmaz, bulunanı toplum müthiş yadırgar, büyükler derhal müdahale ederlerdi.
Lady Craven, erkeklerin kadınlara karşı saygısını “aşırı” bile bulduğunu itiraf ettikten sonra, Osmanlı Devleti’nin kadınlara karşı tavrını hayretler içinde şöyle dile getiriyor:
“Türklerin kadınlara karşı olan muameleleri bütün milletlere örnek olmalıdır. Mesela bir erkek ağır bir suçtan dolayı idam edilip bütün mal varlığına el konsa bile karısına ve çocuklarına gayet iyi muamele edilir. Kadınların mücevherlerine dokunulmaz. Çocuklar devlet himayesine alınıp bakılır.” (Zamanın Avrupa’sında idam edilen erkeğin tüm mal varlığı ile birlikte yakınlarının takılarına da el konulur, karısı ve çocuklarına bakılmazdı.)
Osmanlı toplumunda “nemelazımcılık” yoktu. En azından günümüzdeki kadar yaygın bir hastalık değildi. Tüm toplum, kaynağı din olan geleneklerin bekçisiydi. Bunların bozulmaması için herkes üzerine düşeni yapar, bir bakıma her vatandaş “gönüllü polis” gibi çalışır, herkes “vatandaşlık” sorumluluğunu yerine getirirdi. O kadar ki, mahalle kabadayıları bile, toplumsal düzene bekçilik ederlerdi.
Meşhur Fransız gezgin Brayer şunları söylüyor:
“Türk halkının üstü başı çok temizdir. Hâl ve tavırlarında büyük bir asalet, yüzlerinde tatlı bir sükûnet ve nezaket vardır. Konuştukları dil, hoş ve ahenklidir. Sohbet edenlerin ifadeleri veciz, telaffuzları tertemizdir. Tebessümlerine incelik, el hareketlerine zarafet ve sadelik hâkimdir…”
Brayer, hayranlıkla devam ediyor:
“Yabancıları en çok hayrette bırakan şey, bir kaçının birden konuşmayıp, yalnız birinin söz söylemesidir. Konuşan, umumiyetle sözünü kısa tutar. Dinleyen de söz bitene kadar sabreder. Birbirlerine karşı fikirlerini hürmetle savunurlar. Söylenen sözlerde herhangi bir fenalık, kovuculuk, iftirâ gibi kötülükler ve edebe aykırı lâubâlilikler yoktur.”
Sözü Avrupa’da eşine rastlanmayan bir konuya getiriyor:
“Yaşlı ve büyüklere karşı hürmetle onların hakkına riayet, hayal edilemeyecek bir nezaket içindedir. Diyebilirim ki Osmanlıların ahlâkî hususiyetleri, insana adeta tesir eder, büyüler. Yürüyüşlerinin serbestlik ve ihtişamı, misafir kabullerindeki güler yüzlülükleri ve nihayet selâmlığa girip çıkarken riayet ettikleri teşrîfat kurallarının zarafeti karşısında hayran olmamak elde değildir.”
Şimdi sıra tekrar Du Loir’de. Yıllarca incelediği toplumsal yapımızı bize şöyle anlatıyor:
“Hıristiyan memleketlerinde pek yaygın olan küfürbazlık, öfke ve intikam hissi Osmanlılarda yoktur. Çünkü bunlar içki ve kumarın kışkırttığı alışkanlıklardır. Osmanlılar için içki ve kumar da meçhuldür. Sokaklarında da evlerinde de hiçbir küfür sözü işitilmez. Bunun yüzümüzü kızartacak ve bizi hayrete düşürecek tarafı ise, Osmanlıların yalnız ağızlarında değil, lisanlarında da küfür kelimelerinin bulunmayışıdır. Onlar yalnız ‘Vallahi’ şeklinde Allah’a yemin ederler.”
Du Loir, haklı. Osmanlıların hayreti bile zikirdi. Şimdi olduğu gibi “Vaaaav yaaa” diye Amerikan kırması çığlıkları atılmazdı. Hayretlerini “Allah Allah”, “Fesubhanallah”, “Lailahe İllallah”, “Tövbe estağfurullah” gibi kelimelerle ifade ederlerdi. Sakınmak istediklerinde “Neûzübillah” çeker, her işe “Bismillah” ile başlarlardı. Öfkelenmeleri halinde “Ya sabır” der, haksızlığa uğramaları karşısında “Hasbünallahü ve ni‘me’l-vekil!” diyerek Allah’ı kendilerine vekil ederlerdi.
Toplum “yaşamak” ve “yaşatmak” temelinde yücelmişti. Bu yüzden cinayete pek rastlanmazdı. Oysa aynı dönemde düello (iki kişinin vuruşarak birbirlerini öldürmeleri) Avrupa hükümetleri tarafından yasal sayılırdı. Paris sokaklarında ve meydanlarında düello edenlere çok sık rastlanırdı.
Hırsızlık, soygun, kapkaç gibi suçlar da meçhul sayılırdı. Bu tür vakalara senede sadece birkaç kez rastlanırdı. 1700’lerde İstanbul’a gelen Fransız müellif Motray, anılarında şunları yazıyor:
“Türk dükkânlarında hiçbir zaman tek meteliğim kaybolmamıştır. Ne zaman bir şey unutsam, hiç tanımadığım dükkâncılar arkamdan adam koşturmuşlar, hatta birkaç kere Beyoğlu’ndaki ikametgâhıma kadar gelmişlerdir.”
Şimdikinin aksine, eski İstanbul sokakları genel olarak sakindi. Her yer güven içindeydi. Herkes günün her saatinde istediği yere hiçbir endişe duymadan gidebilirdi.
“Bu muazzam payitahtta” diyor Fransız tarihçi M. A. Ubicini, “Dükkâncılar, namaz saatlerinde dükkânlarını açık bırakıp camiye gittikleri ve geceleri evlerin kapısı basit bir mandalla kapatıldığı halde, senede dört hırsızlık vakası bile olmaz. Ahalisi sırf Hıristiyan olan Galata ve Beyoğlu’nda ise hırsızlık ve cinayet vakaları olmadan gün geçmez.”
Çevreyi kirletmek ise bir Avrupalı alışkanlığıydı. Osmanlı insanı “kul hakkı” saydığı için yerlere çöp atmaz, ortamı kirletmezdi. Hatta “Ağaçlar zikreder” düşüncesiyle ağaçları yeşertmeye çalışırlardı. Mesela kurak günlerde ücretle adam tutup sokaktaki ulu çınarları sulatır, göçmen kuşların yorgunluk atması için saçak altlarına kuş sarayları yaparlardı.
Osmanlıda aile kavramı temel kavramdır. Her zaman baş tacı edilmiştir. Osmanlı toplumunun oluşumunda aile terbiyesinin özel bir yeri vardı. Anne babadan evlada şefkat ve muhabbet, evlattan ana-babaya sevgi, saygı ve itaat Osmanlı dinamiğinin özü idi.
İnsan merkezli olarak eğitilen Osmanlı insanı din, dil, renk, ırk farkı gözetmeden insanlara hizmeti ibadet telakki eder, “İnsanların en hayırlısı, insanlara faydalı olandır.” prensibi içinde, iyilikte yarışır, bu ulvî yarışın bir sonucu olarak da büyük hayır müesseseleri (vakıflar) vücuda getirirdi.
Geçmişle geleceği buluşturabilirsek yeniden “Osmanlı İnsanı” karakterli insan yetiştirebileceğimize inanıyoruz…
Edebali KARABIYIK (Zuhûr Dergisi, 12. sayıdan alıntıdır.)
(Yavuz Bahadıroğlu Beyefendinin “Muhteşem Kanuni Sultan Süleyman ve Hürrem Sultan” isimli eserinden derlenmiştir.)