Ali b. Ebû Talib ortaya yakın kısa boylu, koyu esmer tenli, iri siyah gözlü olup sakalı sık ve genişti; yüzü güzeldi, gülümserken dişleri görünürdü. Kendisine Hz. Peygamber tarafından verilen "Ebû Türâb" lakabından başka "el-Murtaza" ve "Esedullihi'l-gilib" gibi lakapları da vardır. Çocukluğunda puta tapmadığı için daha sonraları "Kerremallahu veçheh" dua cümlesiyle anılmıştır.
Onun, İslam'ın yayılış tarihinde ve Müslümanlar arasındaki ilim, takva, ihlas, samimiyet, fedakarlık, şefkat, kahramanlık ve şecaat gibi yüksek ahlaki ve insani vasıflar bakımından müstesna bir mevkiye sahip bulunduğunu, Kur'ân ve sünneti en iyi bilenlerden biri olduğunu hemen hemen bütün Sünni ve Şiî kaynaklar ittifakla belirtirler. O aynı zamanda tasavvuf dünyası için de vazgeçilmez bir isim olması sebebiyle İslam tasavvuf edebiyatında, özellikle Türk kültüründe ayrı bir anlam ve önemle ele alınmıştır.
Mekke Müşriklerinin eza ve cefalarını gittikçe artırmaları ve hatta kendisini öldürme hazırlıklarına girişmeleri üzerine Medine'ye hicret etmeye karar veren Hz. Peygamber, Hz. Ali'yi, kendisini öldürmeye gelecek Müşrikleri oyalamak ve yokluğunu gözlemek maksadıyla Mekke'de bırakmıştır. O da geceyi Peygamber'in yatağında geçirerek O'nun evde olduğu kanaatini uyandırmıştır. Daha sonra da Hz. Peygamber'in kendisine bıraktığı emanetleri sahiplerine iade edip yine O'nun emri uyarınca Rasûlullah'ın kızı Fatıma, kendi annesi Fatıma ve yanındakilerle Mekke'den ayrılarak Kuba'da Hz. Peygamber'e yetişmiştir. Hicretin beşinci ayında Muhacirler ile Ensar arasında yakınlık ve dayanışma sağlamak amacıyla kurulan muahat (kardeşlik) sırasında Hz. Peygamber Ali'yi kendisine kardeş olarak seçmiş, hicretin 2. yılının son ayında da onu kızı Fatıma ile evlendirmiştir. Bu evlilikten Hasan, Hüseyin ve ölü doğan Muhsin adlı erkek çocukları ile Zeyneb ve Ümmü Külsûm adlı kız çocukları olmuştur. Hz. Ali Hz. Fatıma'nın sağlığında başka evlilik yapmamıştır. Fatıma'nın vefatından sonra ise birçok defa evlenmiş ve çok sayıda çocuğu dünyaya gelmiştir.Hicretten yaklaşık yirmi iki yıl önce (m. 600) Mekke'de doğduğu rivayet edilmektedir. Babası Hz. Peygamber'in amcası Ebû Talib, annesi de Fatıma bint Esed b. Hâşim'dir. Ebû Talib'in en küçük oğludur. Mekke'de baş gösteren kıtlık üzerine Hz. Peygamber amcası Ebû Talib'in yükünü hafifletmek için onu himayesine almış, Hz. Ali beş yaşından itibaren hicrete kadar O'nun yanında büyümüştür. Hz. Muhammed (sav)'in peygamberliğine ilk iman edenlerdendir. Ancak Hz. Hatice ile aynı zamanda veya ondan hemen sonra yahut da Hz. Hatice ve Hz. Ebû Bekir'den sonra iman ettiği hususu, Ehl-i Sünnet ile Şiîler arasında tartışılan bir konudur. Bu sırada yaşının dokuz, on veya on bir olduğu rivayet edilir. Bu durumda onun Hz. Hatice'den sonra, yaşına göre, çocuklar arasında ilk inanan ve Hz. Peygamber’le birlikte ilk namaz kılan kimse olduğu görüşü ağırlık kazanmıştır. Hz. Ali'nin hicretten önceki hayatı hakkında kaynaklarda fazla bilgi yoktur. Ancak hayatı, menkıbevi ve efsanevi rivayetlerle örülü Şiî kaynaklarda doğumundan itibaren en ince teferruatına kadar ve zengin kerametlerle dolu olarak anlatılır.
Hz. Ali Bedir, Uhud, Hendek ve Hayber başta olmak üzere hemen hemen bütün gazve ve seriyyelere katılmış, bu savaşlarda Rasûl-i Ekrem'in sancaktarlığını yapmış ve daha sonraları menkıbevi bir üslupla rivayet edilen büyük kahramanlıklar göstermiştir. Uhud'da ve Huneyn'de çeşitli yerlerinden yara almasına rağmen Hz. Peygamber'i bütün gücüyle korumuş, Hayber'de ağır bir demir kapıyı kalkan olarak kullanmış ve bu seferin zaferle sonuçlanarak Yahudilere karşı başarı kazanılmasında büyük payı olmuştur. Fedek'te Benî Sa'd'a karşı gönderilen seriyyeyi (6/628) ve Yemen'e yapılan seferi (10/632) sevk ve idare etmiştir. Bu sonuncu sefer üzerine Benî Hemdan kabilesi Müslümanlığı kabul etmiştir. Tebük Gazvesinde ise Hz. Peygamber'in vekili olarak Medine'de kalmıştır.
Hz. Ali, Talha ve Zübeyr gibi önde gelen sahabilerin halifeyi bu tarzda tenkit etmiş olmaları, Mısır, Basra ve Kufe'den yola çıkarak Medine'ye gelen ve idareye karşı ayaklanan isyancıları cesaretlendirmiş ve onlara bu sahabilerle görüşmelerde bulunma ve hatta halifenin hallinden sonra hilafet makamına geçme teklifini yapma cüretini vermiştir. Üç büyük sahabi kendilerine yapılan bu teklifi şiddetle reddetmiş, bilhassa Hz. Ali isyancıları teşebbüs etmekte oldukları işten vazgeçirmek için ciddi ikaz ve nasihatlarda bulunmuştur; ancak onların halifenin evini kuşatmalarına engel olamamıştır. Olayların gelişmesi üzerine de oğulları Hasan ile Hüseyin'i halifenin evinin önünde nöbetçi olarak bırakmış ve ona karşı baştan beri sürdürdüğü yardımlarını esirgememiştir. Bütün bu tedbirlere rağmen halife isyancılar tarafından şehid edilmiştir (35/656).Hz. Ali ilk üç halife döneminde ne bir idari görevde bulunmuş, ne de yapılan savaşlara katılmıştır. Sadece Halife Ömer'in Filistin ve Suriye seyahati sırasında Medine'de askerî vali olarak kalmış, Medine'de ikamet edip dinî ilimlerle uğraşmayı diğer görevlere tercih etmiştir. Kur'ân ve hadis konusundaki derin ilminden dolayı hem Hz. Ebû Bekir'in hem de Ömer'in özellikle fıkhi meselelerde fikrine müracaat ettikleri bir sahabi olmuştur. Hz. Ömer zamanında, Hz. Peygamber’in Mekke'den Medine'ye hicret ettiği günün İslam tarihi için başlangıç kabul edilmesine dair teklif de onun tarafından yapılmış ve kabul edilmiştir. İkinci halife Ömer'in 23 (644) yılında azatlı bir köle tarafından hançerlenmesi üzerine, vefat etmeden önce halife seçimi işini havale ettiği şuranın bir üyesi de Ali idi. O, bu şura tarafından halifeliğe getirilen Hz. Osman zamanında cereyan eden bazı karışıklıklarla ona karşı girişilen hareketleri desteklememekle beraber, başta Talha b. Ubeydullah ve Zübeyr b. Avvam olmak üzere bir kısım ashabla birlikte zaman zaman çeşitli tenkitlerde bulunmuştur. Halifeyi bazı icraatı, özellikle şeri cezaların tatbik edilmemesi sebebiyle Kur'ân ve sünnetten uzaklaşmakla suçlamıştır.Hz. Ali, Hz. Peygamber'e katiplik ve vahiy katipliği yapmış, Hudeybiye Antlaşmasını da o yazmıştır. Evs, Hazrec ve Tay kabilelerinin taptıkları putlarla Mekke'nin fethinden sonra Kabe'deki putları imha etme görevi ona verilmiştir. Hicretin 9. (631) yılında hac emiri olarak tayin edilen Hz. Ebû Bekir'e Mina'da yetişip o sırada inmiş bulunan Tevbe sûresinin ilk yedi âyetini okumak, ayrıca müşriklerle Müslümanların bu yıldan sonra hacda bir arada bulunamayacağını ve hiç kimsenin Kabe'yi çıplak tavaf edemeyeceğini bildirmek üzere Peygamber tarafından görevlendirilmiştir. Hz. Peygamber vefat ettiğinde cenazenin yıkanması ve benzeri hizmetleri, vasiyeti üzerine Hz. Ali ile Rasûlullah'ın yakın akrabasından Abbas, oğulları Fazl ve Kuşem ile Usame b. Zeyd yapmışlardır. Bu sırada Benî Saide avlusunda toplanan Ensar ve Muhacirin Hz. Ebû Bekir'i halifeliğe seçince Ali ona, Hz. Fatıma'nın altı ay sonra vuku bulan vefatına kadar biat etmemiştir. Hz. Ali'nin hilafet makamında gözü olup olmadığı konusu, yahut Ebû Bekir'in hilafete seçilmesini bir oldu bitti şeklinde değerlendirmesi, Ehl-i Sünnet ile Şiîler arasında oldukça tartışmalıdır. Ancak durum ne olursa olsun o, Hz. Ebû Bekir'in halifeliğe seçilişinden sonra hilafet konusunda hiçbir şekilde hak iddiasında bulunmadığı gibi Ebû Bekir'e biat eden ashab-ı kiram da halife seçiminde, Şiîlerin iddia ettiği nassla tayin veya veraset faktörünü göz önünde bulundurmamıştır. Onlar Ebû Bekir'i, gelişmekte olan İslam devletinin savunma ve yayılmasını gerçekleştirebilecek, birliği ve düzeni koruyabilecek kabiliyette oluşu, Kureyş'e mensubiyeti, yaşı ve tecrübesi sebebiyle etrafında saygı uyandırışı, İslamiyet'i kabuldeki önceliği ve Rasûlullah'ın en yakın arkadaşı oluşu gibi vasıflarına dayanarak halife seçmişlerdir.
Hz. Osman şehid edilince Ümeyye soyuna mensup olanlar Medine'den süratle uzaklaşmış ve böylece şehir bütünüyle isyancıların hakimiyetine girmiştir.
Daha sonra Abdullah b. Ömer, Sa'd b. Ebû Vakkas, Mugire b. Şube, Muhammed b. Mesleme ve Üsame b. Zeyd'in de aralarında bulunduğu ashap mescidde toplanarak yeni halife seçimine gitmişlerdir. Ali b. Ebû Talib kendisine yapılan hilafet teklifini orada bulunan Talha ve Zübeyr'e yöneltmiş, fakat ısrar üzerine biati kabul etmiştir. Bu biatin tarihi hakkında kaynaklarda farklı rivayetler bulunmaktadır. Bir kısmına göre biat Hz. Osman'ın şehid edildiği gün (18 Zihlicce/17 Haziran), bir kısmına göre ise beş gün sonra olmuştur.
Biattan sonra Hz. Ali'yi bekleyen en önemli mesele, Hz. Osman'ın katillerinin cezalandırılması idi. Ancak ortada belirli bir katil yoktu. Sayıları binleri bulan bir kalabalık "Osman'ı hepimiz öldürdük" diyorlardı. Halifenin şehre tamamen hakim durumda olan asilerle hemen başa çıkamayacağı açıktı. Bu durumda ortalığın yatışmasını beklemek en doğru yoldu. Yeni halifeyi bu karara sevkeden muhtemel amillerden biri de kendisine fiilen yalnız Medine'de biat edilmiş olması, diğer vilayetlerde durumun henüz aydınlığa kavuşmamış bulunması idi. Nitekim Şam valisi ve Hz. Osman'ın yeğeni Muaviye, kendisini biata davet için gelen elçiye, Ali'nin isyancıların suç ortağı olduğunu iddia ederek red cevabı vermiş ve Osman'ın kanını dava edeceğini göstermişti. Bunun üzerine Hz. Ali, önceleri Hz. Osman'a karşı muhalefeti desteklerken şimdi kendisini halife olarak tanımak istemeyen Hz. Aişe'yi, ayrıca dört ay sonra Aişe'nin saflarına katılan Talha ve Zübeyr'i itaata davet için acele kuvvet toplamak ve Basra üzerine yürümek zorunda kaldı. Hz. Osman'ın katillerini cezalandırmayı samimi olarak isteyen, ancak uygun şartların doğmasını beklediği anlaşılan halifeye karşı Muaviye'nin gösterdiği bu menfi tutumun, ayrıca Mekke'de bulunan Emevî ailesi mensuplarının yanında yer alan bazı sahabilerin bu davranışlarının gerçek sebeplerini izah edebilmek, mevcut bilgilerle mümkün görünmemektedir.
Hz. Aişe'nin önderliğindeki ordu ile hilafet ordusu Basra önlerinde Hureybe mevkiinde karşılaştı (15 Cemaziyelâhir 36/9 Aralık 656). Tarihte Cemel Vakası adıyla meşhur olan savaş sonunda Hz. Ali galip geldi, Talha ve Zübeyr de dahil olmak üzere pek çok Müslüman öldü. Bu savaşta ölenlere çok üzülen ve cenaze hizmetlerini bizzat yürüten halife, Aişe'yi hanımlardan oluşan bir heyet refakatinde Medine'ye gönderdi. Beytülmaldeki paraları ve savaş meydanında ele geçen mal ve silahları ordusuna ganimet olarak dağıttıktan ve kendisine karşı harekete geçenlerle hesaplaştıktan sonra Muaviye'yi tekrar biata davet etti, fakat sonuç alamadı. Bu yüzden Müslümanlar bu defa Sıffîn'de karşı karşıya geldiler (Zilhicce 36/Haziran 657). Süvari ve piyade kuvvetlerinin üç ay süren ve tarafları oldukça bıktıran mücadeleleri, "leyletü'l-herîr" adıyla meşhur olan 9-10 Safer 37 (27-28 Temmuz 657) gecesi cuma sabahına kadar bütün şiddetiyle devam etti. Halife, ünlü kumandanı Malik el-Eşter vasıtasıyla Muaviye ordusuna son ve öldürücü darbeyi vurmak üzere iken ümidini kaybeden Muaviye savaş meydanından kaçmaya karar verdi, fakat Mısır fatihi Amr b. As imdadına yetişerek iki taraf arasındaki ihtilafın halledilmesi için Allah'ın Kitabı'nın hakemliğine başvurulması tavsiyesinde bulundu. Bunun üzerine Muaviye büyük Şam mushafını beş mızrağın ucuna bağlatarak taşıttı, askerleri de yanlarında bulunan mushafları mızraklarının ucuna bağlayarak, "Ey Iraklılar! Savaşı bırakalım; Allah'ın kitabı aramızda hakem olsun!" diye bağırdılar. Bu hareket Ali b. Ebû Talib'in ordusundaki kurranın üzerinde Amr'ın beklediği tesiri icra etti, halife bunun bir hile olduğu hususundaki ikazlarına rağmen ordusuna söz dinletemedi ve kurradan bir çoğunun ısrarıyla hakem kararına başvurulması teklifini kabule mecbur kaldı. Hz. Ali istemeyerek Ebû Musa el-Eşarî’yi hakem tayin etti, Muaviye de Amr b. As'ı hakem seçti. Taraflar Sıffîn'de, hakemlerin Allah'ın Kitabı, gerektiğinde de Rasûlullah'ın sünneti ile hükmetmeleri şartıyla anlaştılar (13 veya 17 Safer 37/ 31 Temmuz veya 4 Ağustos 657). Ancak 70.000 Müslümanın öldüğü Sıffîn Savaşının sonunda hakemlerin belirlenmesine rağmen halifenin ordusundaki Temîmliler'den bazıları, "Lâ hükme illâ lillâh" sloganıyla hakem olayına karşı çıktılar; Hz. Ali'nin hakem tayin etmek suretiyle işlediği hatadan tövbe etmesini ve Kur'ân-ı Kerim'in buyruğuna uyarak (el-Hucurat 49/9) isyancılarla Allah'ın emrine itaat edinceye kadar savaşmasını istediler. Hz. Ali de Allah'ın bu emrini işin başında kendilerine hatırlatmasına rağmen kendisini dinlemediklerini, şimdi ise karşı tarafla bir anlaşmaya gidildiğini, dolayısıyla Kur'ân-ı Kerim'in hükmüne göre (en-Nahl 16/91) bu anlaşmayı bozamayacağını bildirdi. Bunun üzerine, çoğunluğu Temîm kabilesine mensup yaklaşık 10.000 civarındaki asker halife ile birlikte Kufe'ye dönmeyerek Kufe yakınındaki Harurâ'ya çekildiler.
Halife Harurâ'ya gidip onlarla konuştu, 6000 kişilik bir grup kendisiyle beraber Kufe'ye döndü. Geride kalan ve daha sonra Haricîler diye ayrılacak olan 4000 kişilik bir kuvvet ise Nehrevan'a gitti.
Bu arada hakemler ilk toplantılarını Ramazan 37 (Şubat 658) tarihinde Suriye-Irak yolu üzerindeki Dûmetülcendel'de yaptılar ve Hz. Osman'ın icraatının katlini gerektirecek bir gayri meşruluk taşımadığı, dolayısıyla haksız yere öldürüldüğüne dair ilk kararlarını aldılar. Hz. Ali ise kuvvetlerini toplayıp yeniden Muaviye ile savaşmaya hazırlanıyordu. Bu arada Nehrevan'da bulunan Haricîleri ikna etmek için kendilerine mektup yazdıysa da sonuç alamadı. Haricîlerin ashaptan Abdullah b. Habbab ve hamile karısını sırf kendi görüşlerini paylaşmadığı için hunharca katletmeleri üzerine. Haricî meselesini hallettikten sonra Şam'a yürümeye karar verdi. Nehrevan'daki Haricîler Hz. Ali'nin kendilerine yaptığı teklifleri reddederek savaşı başlattılar. 9 Safer 38 (17 Temmuz 6S8) tarihinde vuku bulan şiddetli çarpışmada Haricîlerin tamamına yakını hayatlarını kaybettiler. Hz. Ali bu savaştan sonra Şamlılara karşı harekete geçmek üzere Nuhayle'de konakladı. Kufe'de kalan ve Ehl-i Nuhayle denilen yaklaşık 2000 kişilik bir Haricî topluluğuyla konuşarak onlardan ya kendisine iltihak edip Şamlılar üzerine yürümelerini veya geri dönmelerini istediyse de Haricîler kendisini küfürle itham ederek bu isteğini geri çevirdiler. Yapılan savaşta birçoğu öldürüldü; geri kalanları da Mekke'ye kaçtı. Bütün bu hadiseler üzerine bıkkınlık ve yılgınlığa düşen askerleri artık savaşmak istemediklerini söyleyince, halife Kufe'ye dönmek ve Muaviye'ye karşı faaliyetlerini durdurmak zorunda kaldı.
Esasen hakemler Dûmetülcendel'deki ilk toplantılarından sonra Şaban 38'de (Ocak 659) Ezruh'ta bir araya geldiklerinde, Ali b. Ebû Talib ile Muaviye b. Ebû Süfyan'ın her ikisinin de azledilerek halifenin bir şura tarafından seçilmesi kararına varmışlardı. Bu karar önce Hz. Ali'nin hakemi Ebû Musa tarafından açıklandı; söz sırası Muaviye'nin hakemi Amr b. As'a gelince o hilafet makamına Muaviye'yi tayin ettiğini bildirdi. Ebû Musa'nın bu karara karşı çıkmasına rağmen durum değişmemiş ve neticede hakem olayı hilafet meselesini bir çıkmaza götürmüş, İslam dünyasını da birtakım siyasi ve içtimai huzursuzluklara sürüklemişti. Halkın bir kısmının Hz. Ali'yi, bir kısmının da Muaviye'yi halife olarak tanıması sebebiyle de ikili bir iktidar ortaya çıkmıştı. Hz. Ali hakem olayından sonra Kufe'ye çekilip Muaviye'ye karşı yeni bir sefer için hazırlıklara başlamış, fakat savaşmaktan bıkmış sebatsız Iraklı askerlerden yeterli destek görememişti. Nihayet büyük gayret sarfederek 40.000 kişilik bir ordu teşkil edebilmiş ve sefere hazırlanmıştı. Ancak Kufe'de, intikam arzusu ile yanıp tutuşan Haricî Abdurrahman b. Mülcem tarafından zehirli bir hançerle sabah namazında yaralanmış, aldığı yaranın tesiriyle iki gün sonra 19 veya 21 Ramazan 40'ta (26 veya 28 Ocak 661) vefat etmiş ve Kufe'ye (bugünkü Necef) defnedilmişti. Bu sırada Muaviye Suriyelilerin tam desteğini sağlayarak başta Mısır olmak üzere Hz. Ali'nin hakimiyetindeki birçok yeri ele geçirmiş ve Emevî Devletinin temellerini atmıştı.
İlmî Şahsiyeti – Prof. Dr. M. Yaşar Kandemir
Kur'ân-ı Kerim konusundaki derin bilgisinden faydalanmak isteyenleri kendisine soru sormaya teşvik eder, âyetlerin nerede ve ne zaman nazil olduğunu çok iyi bildiğini söylerdi. Zira Hz. Peygamber daha hayatta iken Kur'ân-ı Kerim'in tamamını ezberlemiş bulunan ve onun meselelerine hakkıyla vakıf olan sayılı sahabîlerden biri de o idi. Ne yazık ki aşırı taraftarları hadis konusunda yaptıkları gibi tefsir ilminde de ona birçok görüş nisbet ettikleri için, Kur'ân tefsirine dair güvenilebilir pek az kanaati kaynaklara intikal edebilmiştir.Hz. Ali ashab-ı kiram arasında Kur'ân, hadis ve özellikle fıkıh alanındaki bilgileriyle kendini kabul ettirmiş bir otoritedir. Rivayet ettiği hadislerin çoğu fıkhi konulara dair olup bunları Hz. Peygamber'den ve Hz. Ebû Bekir, Ömer, Mikdad b. Esved ve hanımı Hz. Fatıma'dan duymuştur. Kendisinden de oğulları Hasan, Hüseyin, Muhammed el-Hanefiyye, diğer sahabîlerden Abdullah b. Mesud, Abdullah b. Abbas, Abdullah b. Ömer, Ebû Hureyre, Berâ b. Azib, Ebû Said el-Hudrî ve daha başkaları, ayrıca Ebu'l-Esved ed-Düelî, Ebû Vail Şakîk b. Seleme, Şa'bî, Abdurrahman b. Ebû Leyla ve Zir b. Hubeyş gibi birçok tabiî rivayette bulunmuşlardır. Rivayet ettiği hadislerin tamamı 586'dır. Bunlardan yirmisi hem Buharî hem de Müslim'de yer almakta, ayrıca dokuzu sadece Sahih-i Buharî'de, on beşi de Sahih-i Müslim'de bulunmaktadır. Rasûl-i Ekrem ile çoğu zaman beraber bulunması sebebiyle rivayet ettiği hadisler içinde O'nun şemail'ine, ibadet ve dualarına dair olanlar daha çoktur. Hz. Peygamber zamanında yazdığı ve devamlı olarak kılıcının kınında taşıdığı bir hadis sahifesi vardı. Bizzat kendisinin belirttiğine göre bu sahife diyete dair hükümlerle düşman elindeki bir esiri kurtarmanın yolları, bir kafir için Müslümanın öldürülemeyeceği, Medine'nin Harem bölgesi sınırları gibi konulardaki hadisleri ihtiva etmekteydi. Söz konusu sahife, Rıfat Fevzi Abdülmuttalib tarafından muhtevası tahlil edilerek Şahifetü Ali b. Ebî Talib adıyla Kahire'de yayımlanmıştır (1406/ 1986). Hz. Ali, Kur'ân-ı Kerim ile bu sahifenin dışında Hz. Peygamber'den özel bir talimat almadığını ve başka bir şey yazmadığını ısrarla belirtmiştir. Hilafeti zamanında, hadislerin dikkatle rivayet edilmesini temin maksadıyla, Hz. Peygamber'e aidiyetini kesin olarak bilmediği hadisleri nakledenlere, onları Rasûl-i Ekrem'den duyduklarına dair yemin ettirirdi. Herkesçe bilinen hadislerin rivayet edilmesi gerektiğini söyler, bu vasfı taşımayan ve güvenilmeyecek derecede zayıf olan rivayetlerle meşgul olmayı menederdi.
Ali b. Ebû Talib Yemen'de kadılık yapmıştır. Hz. Peygamber Halid b. Velid'den sonra onu bu görevle Yemen'e göndermek istediği zaman, kendisi ilmî durumunun böyle bir vazifeyi başarıyla yürütmeye elverişli olmadığını ileri sürmüş, fakat Hz. Peygamber elini onun göğsüne koyarak kendisini teskin etmiş, Allah Teâlâ'nın ona doğruyu ilham edeceğini ve hakkı söyleteceğini belirterek tereddütlerini gidermiş, orada nasıl hükmetmesi gerektiğini öğretmiştir. Veda haccında Hz. Peygamber'le birlikte haccetmek için Yemen'den yola çıkmış ve Mekke'de buluşmuşlardır. Onun hukuk bilgisi ve hüküm vermedeki başarısı Hz. Ömer tarafından, "En isabetli hüküm verenimiz Ali idi." şeklinde ortaya konulmuştur. Bu sebeple ilk üç halife önemli meselelerde onun fikrini almayı ihmal etmemişlerdir. Diğer sahabîler de görüşlerinin doğruluğuna inandıkları için hakkında fikir beyan ettiği dinî bir meseleyi başkalarına sorma ihtiyacını duymamışlardır. Ashabın en alim simalarından biri olduğu halde ondan İbn Ömer, İbn Abbas gibi genç sahabîlerden daha az bilgi nakledilmesinin sebebi, hilafet yıllarının tamamen savaşlarla ve ortaya çıkan fitneleri bastırmakla geçmiş olması, geniş fıkıh ve tefsir bilgilerini genç nesillere aktarmaya fırsat bulamamasıdır. Ötekilerin bu konudaki en büyük avantajları, Hz. Ali'ye nisbetle daha uzun bir ömür yaşamış olmalarıdır.
Fesahati ve üstün hitabeti ile de tanınan Hz. Ali'nin güzel ve hikmetli sözleri kaynaklarda nakledilegelmiştir; ancak güvenilir hiçbir kaynakta Hz. Ali'nin herhangi bir eserinden söz edilmediği gibi onun eşsiz fesahat ve belagatı yanında bu beyitlerin ona aidiyetini kabul etmek de mümkün değildir.
Fazileti - Prof. Dr. M. Yaşar Kandemir
Aşere-i Mübeşşere'den olan Hz. Ali'nin fazilet ve menkıbelerine dair rivayetler, Ahmed b. Hanbel'in de dediği gibi, diğer sahabîler hakkında nakledilen rivayetlerle kıyaslanamayacak kadar çoktur. Bazı ilim adamlarına göre, Hz. Ali'ye muhalif olan Emevî yöneticilerden bir kısmının onun faziletleri hakkında rivayette bulunanları tehdit etmeleri, buna karşılık sahabîlerin onunla ilgili olarak Hz. Peygamber'den duydukları her sözü, gördükleri her olayı özellikle tesbit etmeye gayret etmeleri bu rivayetlerin çoğalmasına imkan hazırlamıştır. Diğer taraftan Şiîlerle onu batıl davaları adına istismar eden fırkalar, fazileti konusundaki sahih haberlerle yetinmemişler, daha onun sağlığında, diğer halifelerden üstünlüğüne dair kendisini bile rencide eden hadisler uydurmuşlardır.
Hz. Ali'nin faziletine dair en güvenilir rivayetlerden biri şöyledir: Hz. Peygamber Hayber kuşatması sırasında, sancağı bir gün sonra Allah ve Rasûlü'nü seven birine vereceğini ve zaferin onun eliyle kazanılacağını söylemişti. Bu müjde Ömer b. Hattab'ı bile heyecanlandırmış, fakat Hz. Peygamber sancağı Ali b. Ebû Talib'e vermiş ve fetih gerçekleşmişti. Bir diğer sahih rivayet de Hz. Peygamber'in Ali b. Ebû Talib'i ancak müminlerin sevebileceğine, ona sadece münafıkların kin besleyeceğine dair hadisidir. Hz. Peygamber'e ilk inananlardan biri olması, O'nun evinde ve himayesi altında büyüyüp yetişmesi, en sıkıntılı günlerinde yanıbaşında bulunması, ayrıca hem amcazadesi hem de damadı olması gibi sebeplerle Rasûl-i Ekrem'in Hz. Ali'yi gönülden sevmesi ve O'na diğer sahabîlerden farklı iltifatlarda bulunması tabiidir. Bütün bunlar onun faziletli bir sahabî olduğunu göstermekle birlikte İslam dini için büyük hizmetler ifa eden ve Hz. Peygamber'in çeşitli iltifatlarına mazhar olan Hz. Ebû Bekir, Ömer ve Osman gibi büyük sahabîlerin üstünlüklerine gölge düşürmez ve bu tür haberlerin sahih olanları bile hilafet için delil teşkil etmez.
Hz. Ali'nin faziletleriyle ilgili rivayetleri bir araya toplama arzusu ilk asırlardan beri Sünnî, Şiî birçok müellifi bu sahada eser vermeye sevketmiş, onun muhtelif gazvelerdeki kahramanlıklarını ve daha başka özelliklerini ele alan çalışmalar büyük bir yekûn tutmuştur.
**
Prof. Dr. Ethem Ruhi Fığlalı - Prof. Dr. Yaşar Kandemir
http://sonpeygamber.info/hz-ali