Muridan
Nefs ve Rûh, İmam Gazâlî (k.s)

Nefs ve Rûh, İmam Gazâlî (k.s)

Ey kardeşim, bilmiş ol ki Allah Teâlâ insanı iki muhtelif şeyden yaratmıştır. Birincisi cisimdir ki bu zulmânî, kesif (katı, donuk, yoğunluğu bulunan), sonradan meydana gelen ve bozulmayla yüz yüze olan, organik ve kimyasal bileşiklerden oluşan ve de varlığının devamını haricî faktörler olmaksızın sağlayamayan mürekkep bir yapıdır. Diğeri ise münîr (aydın), idrak eden, fail, muharrik (hareket ettiren), müessir, cisim ve organları tamamlayan müfred (tekil) bir cevher olan rûhtur. Allah Teâlâ cesedi besin maddelerinden meydana getirdi ve kanın molekülleri ile büyüttü. Bu binanın temelini kurdu, direklerini dikti, etrafını sınırladı ve kendi emrinden mükemmel rûh cevherini onda ortaya çıkardı.

Bu rûhla, gıdaya ihtiyaç duyan, şehveti ve gazabı harekete geçiren, kalpte bulunan ve vücudun bütün azalarına duygu ve hareket dağıtarak hayatın devamını sağlayan kuvveti kastetmiyorum. Çünkü vasıflarını saydığım bu rûha “hayvanî rûh” denir ki, his, hareket, şehvet ve gazap kuvvetleri onun askerlerindendir.

Gıda isteyen, tasarrufa sahip, karaciğerde bulunan kuvvete ise “tabii rûh” denir. Sindirim ve boşaltım bunun emrindedir.

Şekillendirme, üreme, büyüme (gelişme) ve tabii kuvvetlerin hepsi bedenin hizmetindedirler. Beden de hayvanî rûhun hizmetindedir. Çünkü beden, kuvvetini hayvanî rûhtan almakta, onun hareket vermesiyle iş görmektedir.

Ben tek başına “rûh” kelimesini kullandığım zaman düşünme, hatırlama, hıfz, tefekkür, temyiz özelliği bulunan, kalbî ve aklî idrake sahip, ilimleri kolayca öğrenen, soyut tasavvurları kavrama kabiliyeti olan mükemmel cevheri kastediyorum. Bu cevher diğer rûhların ve kuvvetlerin kumandanı olup, gerek hayvanî rûh, gerek tabii rûh ve beden onun emrindedirler.

Nefs-i nâtıka da denen bu cevherin her meslek erbabına göre bir ismi vardır. Hukemâ (filozoflar) bu cevheri “nefs-i nâtıka”; Kur’ân, “nefs-i mutmainne” ve “ilâhî emirle oluşan rûh”; mutasavvıflar “kalp” diye isimlendirmektedirler. İhtilâf isimlerdedir. Mana tek olup onda hiçbir ayrılık yoktur.

Nefs-i nâtıka canlı, faal, idrak eden bir cevherdir. Biz ne zaman yalın halde “rûh” veya “kalp” kelimesini kullanırsak onunla bu cevheri kastederiz.

Mutasavvıflar hayvanî rûhu “nefis” olarak telakki ederler. Nefis kelimesi şeriatta da bu manada kullanılmıştır. Peygamberimiz:

“En azgın düşmanın nefsindir.” buyurmuş; bunu,

“En büyük düşmanın, iki yanın arasındaki nefsindir.” (Keşfu’1-Hafâ, I, 143) sözüyle pekiştirmiş ve açıklamıştır.

O, bu kelimeyle şehvanî ve gazabî kuvvetlere işaret etmiş ve bunların kalpten doğduğunu ifade etmiştir.

Ey kardeşim! İsimler arasındaki farkları anladıktan sonra bilmiş ol ki ehl-i tahkik, bu rûh cevherini muhtelif ibarelerle tarif etmektedirler ve bu meyanda farklı görüşler serdetmektedirler.

İlm-i cedel ile meşhur olan kelâmcılar rûhu cisim olarak addederler ve:

“O, bu kesif cisme nazaran daha latif bir cisimdir.” derler. Rûh ile cisim arasında letafet ve kesafet farkı görürler. Bazıları rûhu araz sayar, bazı tabipler bu görüşü benimser, bazıları da rûhu kan zannederler. Bu şahıslar dar görüşleri ve kusurlu nazarlarıyla elde ettikleri bilgilerle kanaat edip, diğer ihtimalleri araştırmadılar.

Ey kardeşim! Bilmiş ol ki rûh; cisim, araz ve cevher olmak üzere üç kısımdır:

Hayvanî rûh latif bir cisimdir. O, kalp fanusuna konmuş yanmakta olan bir lamba gibidir. Kalp deyince, göğsün içinde muallak (askıda, boşlukta) bir vaziyette duran konik (üçgen) şekli kastediyorum.

Hayat bu lambanın ışığı, kan yağı, his ve hareket nuru, şehvet harareti, gazap dumanı, gıdaya ihtiyaç duyan ve karaciğerde bulunan kuvvet onun hizmetçisi, bekçisi ve vekilidir.
Bütün canlılarda hayvanî rûh mevcuttur. -Şunu da ilâve edeyim ki- insanın kendisi cisim olup, eserleri (fiil, hareket, hal ve sıfatları) arazdır.

Hayvanî rûh, ilimleri kavramaya güç yetiremez. Bu rûh, her şeyi en güzel ve sanatlı bir şekilde yaratan Allah’ı ve onları nasıl yarattığını idrak edemez. O, varlığı bedenin varlığına bağlı olan bir hizmetçidir ki, bedenin ölmesiyle birlikte ölür. Kandaki maddelerin oranı arttığı takdirde hararetin yükselmesiyle, bu oran eksildiği takdirde ise soğuğun artmasıyla bu lamba söner. Lambanın sönmesi, bedenin ölmesi demektir.

Araz, kendi başına var olamayıp ancak bir cevherle birlikte varlığını devam ettiren şeydir. İnsan ve varlıklara ait bütün sıfatlar arazdır. Renk, hastalık, sıhhat, soğukluk, sıcaklık, kuruluk, yaşlık, hareket, sükûnet gibi...

Yüce Allah’ın hitap ettiği ve mükellef saydığı bu rûh değildir. Çünkü karada ve denizde yaşayan bütün hayvanlar bu rûhu taşırlar; onlar mükellef olmadıkları gibi, dinî emirlere muhatap da değillerdir.

İnsanın mükellef ve (ilâhî hitaba) muhatap oluşu kendisine özgü, fazladan bulunan başka bir şeyden dolayıdır ki bu da nefs-i nâtıkadır. Bu nefs-i nâtıka şu âyetlerde zikredilmektedir:

“De ki: Rûh, Rabbimin emrindendir.” (İsrâ, 17/85)

“Ey nefs-i mutmaine! Rabbini razı edecek bir halde ve sen de Rabbinden razı olacak bir vaziyette O’na dön.” (Fecr, 89/27-28)

Yüce Allah’ın “emrimden” dediği bu rûh, cisim veya araz olamaz. O, “akl-ı evvel”, “levh”, “kalem” kavramları gibi duyu organlarıyla hissedilmeyen, ancak akılla kavranılabilecek bir cevher, bir ziyadır. Bize göre rûh, cevherlere ait vasıfları kabul edip bozulmayan, dağılmayan, ölmeyen, bilakis şeriatın bildirdiği gibi bedenden ayrılan ve kıyamet günü ona dönmeyi bekleyen bir şeydir. Felsefî ilimlerdeki kesin deliller ve açık ispatlarla doğrulanmıştır ki “nefs-i nâtıka” cisim ve araz olmayıp tam aksine sabit, daimî ve bozulmayan bir cevherdir. Biz zikredilen delil ve ispatları yeterli gördüğümüz için başkaca tekrara gerek görmüyoruz. Bu konuda geniş kapsamlı bilgi edinmek isteyenler ilgili kitaplara başvurabilirler. Biz usulümüzde sadece aklî burhanlarla yetinmiyor; meselelere imanî bir gözle bakıyor, açık seçik hakikatlere dayanıyoruz.

Allah Teâlâ rûhu bazen emrine, bazen da zatına izafe ederek şöyle buyurmuştur:

“Ona kendi rûhumdan üfledim.” (Hicr, 15/29)

“De ki: Rûh, Rabbimin emrindendir.” (İsrâ, 17/85)

“Biz, ona rûhumuzdan üfledik.” (Tahrîm, 66/12)            

Allah Teâlâ cisim ve araz olup bozulan, zeval bulan, değişen şeyleri zatına nisbet etmekten münezzehtir.

Peygamber Efendimiz (s.a.s) rûh hakkında şöyle buyurmuştur:

“Rûhlar, teçhiz edilip sınıflara ayrılarak sıralanmış askerler gibidir.”

“Şehidlerin rûhları yeşil kuşların kursaklarındadır.”

Araz, cevherin yok olmasından sonra varlığını devam ettiremez, çünkü o bizatihi kaim değildir. Malûm olduğu üzere cisim, madde ve suretle terkibi (bileşim) kabul ettiği gibi, tahlili de (çözülme) kabul eder.

Âyetlerden, hadislerden ve aklî burhanlardan anladığımıza göre nefs-i nâtıka bizatihi canlı ve mükemmel bir cevher olup imanın sağlamlığı veya bozukluğu ondan doğar.
Tabii rûh, hayvanî rûh ve bütün bedenî kuvvetler onun askerlerindendir. Bu cevher, mevcudatın hakikatini, malûmatın suretini onların zahiriyle ve zatıyla meşgul olmaksızın kavrar. Nefs-i nâtıka şeytan ve melekleri görmeksizin onların mahiyetini nasıl kavrıyorsa, aynı şekilde hiçbir insanı görmeksizin insanın hakikatini bilmeye muktedirdir. Şeytan ve melek gibi varlıkların hissî olarak bilinmesinin zorluğuna rağmen nefs-i nâtıka bunları görmeye ihtiyaç dahi duymadan idrak eder.

Mutasavvıflardan bazıları:

“Bedenin gözü olduğu gibi kalbin de gözü vardır. İnsan zahirî şeyleri bedenî gözle, eşyanın hakikatini ise kalbî gözle görür.” derler. Peygamber Efendimiz (s.a.s):

“Her kulun kalbinde iki göz vardır ki onlarla gaybı idrak eder. Allah bir kuluna hayır murad ederse o kulun bedenî gözlerle göremediği şeyi görebilmesi için kalbî gözlerini açar.”  buyurmuşlardır.

Nefs-i nâtıka bedenin ölmesiyle ölmez. Çünkü Allah Teâlâ onu kendi kapısına çağırmakta ve ona:

“Rabbine dön!” diye hitap etmektedir. Onun bedenden yüz çevirip ayrılmasıyla, tabii ve hayvanî kuvvetlerin tesiriyle ortaya çıkan haller âtıl bir vaziyet alır, hareket söner. İşte
ölüm denilen hadise budur. Bu sebeple mutasavvıflar tabii ve hayvanî rûha nazaran nefs-i nâtıkaya daha çok itimat ederler.

Nefs-i nâtıka, Bârî-i Teâlâ’nın emrinden olduğu için bedende bir yabancı (garip) gibidir. Yüzü daima aslına ve döneceği yere doğrudur. Beşerî kirlerle kirlenmediği ve kuvvetli olduğu takdirde daha çok ilâhî kaynaktan istifade eder.

Ey kardeşim, nefs-i nâtıkanın bir cevher, bedenin de onun için hazırlanmış bir mekân olduğunu öğrendin. Bedenin araz olduğunu, cevher olmaksızın mevcudiyetini devam ettiremeyeceğini anladın. Yine bilmiş ol ki, cevher bir mahalde sürekli bir şekilde kalmaz. Öyleyse beden rûh için daimî bir mekân değildir. Bilakis, onun geçici bir müddet kullandığı bir alet ve merkeptir.

Rûh, bedenin cüzlerine bitişik olmadığı gibi, onlardan ayrı da değildir. Belki bedene ilişerek onu aktif bir hale getirmiş ve feyizlendirmiştir.

Rûhun nurunun zahir olduğu ilk yer dimağ (beyin) olup, burası onun kendisini gösterdiği, ona has bir karargâhtır.

Rûh, dimağın ön kısmını bekçi, ortasını vezir ve müdür, arka kısmını hazine ve hazinedar yapmıştır. Bedenin bütün cüzlerini de kendisine yaya ve atlı asker kılmıştır. Hayvanî rûhu hizmetçi, tabii rûhu vekil yapmış, bedeni merkep, dünyayı meydan, hayatı meta ve mal, hareketi ticaret, ilmi kazanç, âhireti maksat ve dönüş yeri, şeriatı yol ve kaynak, nefs-i emmâreyi gözcü ve koruyucu, nefs-i levvâmeyi tembihçi, duyuları casus ve kontrolcü, dini zırh, aklı üstat, hissi talebe kılmıştır. Bunların hepsinin ötesindeki gözetleyici âlemlerin Rabbi olan Allah’tır.

Nefs-i nâtıka, bu sıfatları ve aletleriyle kesif olan bedene orada kalmak için gelmemiş, ona bitişmemiş, belki ona hafifçe ilişerek ifade kazandırmış, onun vechini Bârî-i Teâlâ’ya yöneltmiştir. Nefs-i nâtıkanın belirli bir müddet bedende kalıp, ona anlam vermesi ve fayda sağlaması takdir olunmuştur. O, bu zaman zarfında, bu kısa seferinde sadece ilim tahsiliyle meşgul olur. Çünkü ilim onun âhiretteki ziynetidir. Mal ve evlâtlar da bu dünyanın ziynetidir. (Kehf 18/46)

Nitekim mevcut olan her şeyin belirli bir vazifesi vardır. Göz görülebilecek şeyleri görmekle, kulak sesleri duymakla görevlendirilmiş, dil kelimeleri telaffuz etmeye müsait bir surette yaratılmıştır. Bunun gibi hayvanî rûh şehevî ve gazabî lezzetleri ister; tabii rûh yeme ve içmeden hoşlanır; nefs-i nâtıka ömrü boyunca ilimle meşgul olmayı arzular. Bedenden ayrılık vakti gelene kadar ilimle bezenir. Şayet ilmin haricinde bir hal kabul ederse, onu kendisi istediği ve sevdiği için değil, bedenin maslahatı icabı kabul eder.

Ey kardeşim, insan rûhunun hallerini, bedenin ölümünden sonra varlığını devam ettirdiğini, ilme olan aşkını ve arzusunu öğrendikten sonra artık senin ilmin kısımlarını bilmen gerekir.

Top