...Ömrü boyunca kendisine tâbi ikiyüzlüler topluluğu ile İslâm’a ve müslümanlara elinden gelen her kötülüğü yapmaya çalıştı.
Yaptıkları kötü işler sebebiyle Allah Teâlâ tarafından gönülleri ters çevrilmiş ikiyüzlülerin başında, Abdullah b. Ubey b. Selûl vardı. İbn Ubey, câhiliye devrinde Hazreçlilerin reisi idi. Hz. Muhammed (s.a.v.)’in hicretiyle, onun genel başkanlığı suya düşmüş, halkın teveccüh ve sevgisi Hz. Peygamber’de toplanmıştı. Bunu bir türlü hazmedemedi, Medine’de gelişen İslâmî harekete de engel olacak kuvvetten yoksundu. Bu sebeple barınabilmek için dıştan müslüman gibi göründü. Ömrü boyunca kendisine tâbi ikiyüzlüler topluluğu ile İslâm’a ve müslümanlara elinden gelen her kötülüğü yapmaya çalıştı. Daha evvel ifk olayını anlatırken, onun bozgunculuğunun hangi noktalara ulaştığını görmüştük.
Bu hain kişi, fesadını Hz. Peygamber’in eşi Âişe (r.anhâ)’nin namusuna dil uzatmaya kadar vardırmış, yahudilerle işbirliği yapmış, dışarıdan hücum teşebbüsünde bulunan müşrik ve Hıristiyan Arap kabileleriyle, Rumları; müslümanların aleyhine tahrik etmiş, İslâm düşmanlarını her zaman cesaretlendirmeye çalışmıştı. Diğer taraftan adamları kanalıyla önemli gazaların öncesinde güçlükleri bahane ederek mü’minlerde isteksizlik meydana getirmek istemiş, mâlî yardımda bulunanların şevklerini kırmaya çalışmıştı. Evs ile Hazreç arasında câhiliye çağında mevcut olan kırgınlıkları ve kan davacılığını tekrar başlatmak ve ensârı kışkırtarak muhacirleri Medine’den sürgün etmek istemişti. Sözün kısası, bu münafığın melanet ve mefsedetleri saymakla tükenmeyecek bir noktaya ulaşmıştı. Bunun ve adamlarının Tebük Seferi öncesi, esnası ve sonrasında yaptıkları bozgunculukları, uzun uzadıya anlatmış ve ilgili âyetleri nakletmiştik.
İslâm’ın Medine dönemindeki en büyük düşmanlarından biri olan Abdullah b. Ubey b. Selûl’e belki de “Medine’nin Ebû Cehil’i” denebilir. Ancak bir bakıma, ondan daha tehlikeli idi. Çünkü dıştan inanmış gibi davranarak kötülüklerini kamufle edebiliyordu. Onun bozgunculuğu haddi aştıkça, zaman zaman ashâb-ı kiram ve bilhassa Hz. Ömer, idâmı için Hz. Peygamber’e başvurmuşlarsa da müsâade edilmemişti. Bilhassa ifk olayında bu istek tekrarlanmış, hatta Peygamber (s.a.v.)’in de idamına karar verdiği sanılmıştı. İbn Übeyy’in gerçek bir mü’min olan oğlu, bizzat Hz. Peygamber’e başvurarak “şayet idam edilecekse, bunu kendisinin yapabileceğini, bir başkası yaparsa ona karşı kindarlık yapmaktan ve bir cinayete sürüklenmekten endişelendiğini...” belirtti. Hz. Peygamber ona, “Duyduğu şeylerin doğru olmadığını, aksine onun idamını değil, ıslahını ve hayrını istediğini...” söyledi.[1]
Nihayet İbn Übeyy H. 9. Şevval / M. 631 Ocak ayında hastalandı, Zilkade ayında vefat etti.
Buhârî, bu kişinin ölümü ve cenazesiyle ilgili olarak İbn Ömer (r.a.)’in rivayet ettiği bir haberi şöyle nakleder:
“Abdullah b. Ubey öldüğünde oğlu Abdullah, Peygamber (s.a.v.)’e gelmiş ve: “Yâ Resûlellâh, mübarek gömleğini bana versen de babamı onunla kefenlesem, lütfen namazını da kılsanız ve ona istiğfar buyursanız” demişti. Resûl-i Ekrem (s.a.v.), Abdullah’a gömleğini verdi ve: “Cenaze hazırlanınca bana haber veriniz, namazını kılayım” buyurdu. Abdullah, Hz. Peygamber’e, cenazenin hazırlandığını arzetti. Resûlüllâh, İbn Übeyy’in cenaze namazını kılmak üzere iken Ömer b. Hattab (r.a.), Resûlüllâh’ın ridasını çekti ve: “Ey Allah’ın Resûlü, Allah (c.c.) sizi münafıklar üzerine namaz kılmaktan nehyetmedi mi?” dedi. Resûl-i Ekrem: “Ben istiğfar etmek ve etmemekte muhayyerim. Allah Teâlâ: “Ey Muhammed, Onların ister bağışlanmasını dile, ister dileme, birdir. Onlara yetmiş defa bağışlanma dilesen Allah onları bağışlamayacaktır...”[2] buyurmuştur, diye cevap verdi. Ve Resûlüllâh, İbn Ubeyy’in cenaze namazını kıldı.
Bunun üzerine: “Onlardan ölen kimsenin namazını sakın kılma, mezarı başında da durma! Çünkü onlar, Allah’ı ve Peygamberini inkâr etiller, fasık olarak öldüler”[3] âyeti nâzil oldu.[4]
Her şeye rağmen İbn Ubeyy’in idam edilmesi gerektiği tarzında bir düşünce insan aklına gelebilir ve Hz. Peygamber “Acaba, buna neden teşebbüs etmedi?” diye bir soru düşünülebilir? Bunun cevabını konuların akışı içinde zaman zaman vermeye çalışmıştık. Burada özet olarak bir kere daha hatırlatalım:
Hz. Peygamber’in, başmünafığı cezasız bırakması aczinden değil, İslâm’ın tebliğinde gözettiği siyaset ve incelikler cümlesindendir. Çünkü bu kişi, Hazreç Kabilesi’nin reisi idi, Hz. Peygamber’in gelmesiyle krallıktan olmuştu, her ne kadar halkı müslüman olduysa da cahiliye devrindeki kabilecilik ve akrabacılık duygusu, hâlâ bazılarını, “Onu körü körüne savunmaya” sürükleyebiliyordu. Meselâ; Sâ’d b. Ubade (r.a.), ifk olayında suçluya gereken cezanın verilmesini teklif eden Resûlüllah’a karşı -Sâ’d b. Muaz (r.a.) ile Üseyd b. Hudayr (r.a.)’ın olumlu yaklaşımlarının zıddına- aykırı bir görüş beyan etmişti. Güya İbn Ubeyy’e kimse ceza veremezdi. Şüphesiz ashâbtan Sa’d b. Ubade (r.a.)’nin, İbn Ubeyy’in bozgunculuğunu ve ikiyüzlülüğünü savunduğu hiç bir zaman iddia olunamaz. Ancak burada zaman zaman yürekleri etki alanına alıveren kabilecilik anlayışı yine galebe çalıyor, Sa’d b. Ubâde (r.a.) aynı kabilenin ileri gelenlerinden birini, Evs kabilesinden Sa’d b. Muaz ve Üseyd b. Hudayr Hazretlerine karşı savunuyordu. Öyle görünüyordu ki, şayet Hz. Peygamber, İbn Ubeyy’i cezalandırsaydı, bir kere 1000-1400’ler arasında bir sayıya sahip bulunan münafıklar isyan edeceklerdi, hattâ Sa’d b. Ubâde (r.a.) gibi bazı müslümanlar da bunu hazmedemeyeceklerdi. Bu da bir fitnenin çıkmasına sebep olurdu. Hz. Peygamber ise, fitneden nefret ederdi. Diğer yandan münafıkların, taşraya yapacağı propoganda için iyi bir malzeme olacaktı ve taşra Arapları; “Muhammed, adamlarını öldürtüyormuş!” gibi bir izlenime saplanacaklardı. Bu da taşra Araplarının yanında, İslâmî tebliğin etkisiz kalmasına yol açacaktı.
Gömleğini verip istiğfar etmesine gelince o âna kadar bu tip münafıklar için cenaze namazı kılınmamasına dair kesin bir yasaklama indirilmemişti. Bu olay, bu yasaklamayı bildiren âyetin indiriliş sebebi oldu.
Bu olayda ayrıca hesaba katılması gereken bir husus daha vardır. O da “Hak Teâlâ, ölüden diriyi çıkarır...” âyetinin kâmil bir tecellisine tam bir örnek teşkil eden münafıkın oğlu Abdullah’tır. O her şeye rağmen İbn Ubeyy’e baba demektedir ve ihtimal ki, Hz. Peygamber, bu ihlâslı gencin gönlünü hoşetmek istemiştir. Nitekim öldürülme söylentisini soruşturan Abdullah’a vaktiyle Hz. Muhammed (s.a.v.)’in “Hayır, hayır! Aksine babanın hayrını ve ıslahını diliyoruz!” demesi de böyle bir ihtimali kuvvetlendiriyor.
Resûlüllâh’ın, gömleğini kefen yerine vermesi ise iki şekilde yorumlanıyor:
Hz. Peygamber, hüsnü niyetli yaklaşım içine girerek geride kalan münafıkları şaşırtmak ve kalplerindeki nifak tohumunu çürütmek, böylece onları nifak çizgisinden, İslâm dairesine yöneltmek istiyordu. Nitekim bazı kaynaklar, bu hadiseden sonra İbn Übeyy’in kabilesine mensup 1000 kadar münafıkın İslâm’a girdiklerini naklederler.[5]
Hz. Peygamber’in amcası Hz. Abbas, Bedir’de esir müşrikler arasında bulunuyordu ve iri yapılıydı. Peygamberimiz, esirlere temiz elbiseler giydirilmesini emrettiğinde amcasına göre elbise bulunamamıştı. Bunun üzerine kendisi de iri yapılı olan İbn Ubeyy, gömleğini vermişti, buna mukâbele edilmesi ise, Arapların sosyal yapılarının ve törelerinin gereğiydi. Ancak sağlığında böyle bir mukâbele imkânı bulunamamıştı. Ölümünde verilen gömlekle Hz. Peygamber, amcasını, İbn Übeyy’in minnet yükünden kurtarmış oluyordu.[6]
Hâsılı, Hz. Peygamber’in bu konudaki tutumu konusunda ne kadar yorum yapılsa, yine de tam olarak anlatma imkânı bulunamaz. Bu konuyu eskilerin dediği gibi “Allahü a’lemü bissavab: Her şeyin doğrusunu, en iyi bilen Allah’tır” diyerek kapatalım ve Cenâb-ı Peygamber’in ilk cuma hutbesinde belirttiği bir sözünü nakledelim:
“Allah’ın doğru yola götürdüğünü kimse saptıramaz! Allah’ın yoldan çıkardığına da kimse doğru yolu gösteremez.”[7]