Muhâdara, başlangıçtır. Sonra mükâşefe, daha sonra da müşâhede, hâli gelir. Muhâdara, kalbin (Allah nezdindeki) huzurudur.
Bazen delillerin tevâtür haddine ulaşması ile muhâdara hâli hâsıl olur. Bu ise hicap ve setr hâlinden sonra bahis konusu olur. Bazen muhâdara, zikir kuvvetinin (ve sultanının) kalbi istilâ etmesi ile hâsıl olur (Bunun sonunda keşif hâli meydana gelir, kalp ya delil veya zikir ile muhâdara makamına ulaşır).
Muhâdaradan sonra mükâşefe hâli gelir. Mükâşefe açıklık vasfını taşıyan bir delil ile gaibin (Hakk’ın) huzurunda oluşu manasına gelir. Mükâşefe hâlinde delil üzerinde düşünmeye, yol aramaya ihtiyaç yoktur. Bu durumda insanı şek ve şüpheye davet eden hususlardan sakınmaya lüzum yoktur (Çünkü şüphe yoktur). Kul ile gayba ait hususlar arasında perde bulunmaz.
Mükâşefeden sonra müşâhede hâli gelir. Müşâhede herhangi bir şüphe bahiskonusu olmadan Hakk’ın (kulun kalbinde) huzurudur. (Müşâhede Hakk’ı eşyada görme, eşyayı tevhid delili ile hâlidir).
Sır ve ruh semâsından setr bulutları açılınca şuhûd (temaşa) şulesi şeref burcundan parlamaya başlar. (Ruh temizlenip hicaplar zail olunca, hakikat güneşi insanın içini aydınlatır). Müşâhedeyi hakkiyle tarif eden Cüneyd olmuştur. Cüneyd (r.a) der ki: “Müşâhede kendini kaybederek Hakk’ı bulmandır” (Kendinden fâni olman Hakk ile bekâ bulmandır).
Şu halde muhâdara sahibi (Allah’ın var ve bir olduğunu gösteren) delillere merbuttur. Mükâşefe sahibi Allah’ın sıfatları ile bast ve üns halindedir. Mükâşefe sahibi zatı ile (Hakk’ın ehâdiyyet ummanına atılmıştır. Muhâdara sahibini aklı hidayete erdirir. Mükâşefe sahibini ilmi (Allah’a) yaklaştırır. Müşâhede sahibini marifeti mahveder (fenâ makamına ulaştırır).
Müşâhedenin hakikatini anlatmak için Ebu Osman Mekki’nin (k.s) yaptığı tarife hiç bir kimse bir söz ilâve edememiştir. Bu konuda söylediği sözün manası şudur: Müşâhede; araya setr ve inkıta girmeden bir gecede şimşeğin sürekli bir şekilde ve kesintisiz olarak çaktığı farz edilse; gece, gündüz gibi aydınlık olur.
Bunun gibi tecelli hâlinin devamlı olması sebebiyle kalbin gecesi (karanlığı) ortadan kalkar, gece diye bir şey olmaz. (Gayb net olarak görülür).
Şu şiir bu makamda okunur:
“Gecenin karanlığı insanları kaplamışken, benim gecem yüzünle gündüz gibi aydınlık olmuştur. Halk gecenin zifiri karanlığında iken, biz gündüzün ışığındayız.” ^
Nurî der ki: “(Benlikten) kendisinde bir damar kaldıkça kulun müşâhedesi sahih değildir” (Allah’tan başka şeyler hakkında bilgisi bulundukça, nefsinden eser kaldıkça müşâhede tam olmaz).
Yine Nuri, “Sabah olunca kandile ihtiyaç kalmaz” (Rab Teâlâ müşâhede edilince, aklî ve naklî delillere ihtiyaç yoktur), der.
Müşâhede hâlinin bir nevi tefrika manası taşıdığını vehmeden sûfîler vardır. Bunlara göre “müfaala” babı Arapçada ikilik ifade eder. Fakat bu görüş, bu kanaatta olanların vehminden ibarettir. Çünkü Hakk Sübhanehu ve Teâlâ zuhur edince halk mahv ve helak olur. Arapçada müfaala babı her zaman iki kişi arasında müşareketi bildirmez. “Sâfere”, sefere çıktı; “Târeke’n-na’le”, ayakkabıyı çaktı vs. gibi fiillerde durum böyledir.
Şu şiiri bu makamda okurlar:
“Sabah aydınlığı olunca, güneşin ışıkları yıldızların ışıklarını görünmez hale getirdi. Onlara (aşk şarabını) öylesine yudum yudum içirdiler ki, bu şarabı bu şekilde cehennemin ateşi içmiş olsaydı, en hızlı giden biri gibi uçar ve kaybolurdu (Cehennemin ateşini bile söndüren aşk şarabı nefsin ateşini daha rahat söndürür). Kadeh, ama ne kadeh! İçenleri istilâm ve fenâ hâline getirmede (kendinden geçirmekte ve yok etmekte), kendi benliklerinden koparıp almakta, kendi hâlleri ile başbaşa terketmekte, onlara (beşeriyet ve nefsâniyet namına) hiç bir şey bırakmayan ve terketmiyen bir kadeh onları külliyen mahvetmekte. Beşerî varlığa ait izlerden zerre kadar bir parça bile bırakmamakta.”
Nitekim bir sûfî, (sâlikler nefislerinden) “yürüdüler ve gittiler, onlara ait ne bir emmare, ne de bir iz kaldı,” demiştir.
Üstad Kuşeyrî (r.a) der ki: “Bunlar, manaları birbirine yakın olan kelimelerdir. Aralarında önemli bir fark yok gibidir. Bu üç ıstılah, kalp ile yükselme halinde ve yukarıya doğru çıkış vaziyetinde bulunan, fakat devamlı olarak marifet güneşi tarafından aydınlatılmayan başlangıç durumundaki mübtedilerin sıfatlarını ifade eder. Lâkin Hakk Sübhanehu ve Teâlâ her halükârda bunların kalblerinin rızkını verir. “Onlara orada sabah, akşam rızıkları verilir” (Meryem, 19/62) buyrulması bunu gösterir. Kalp semâsı (nefsânî) haz bulutları ile karardığı zaman, sûfîlere keşif pırıltıları (levâih) zuhur eder, yakınlık (kurb) ışıltıları devâmi’) pırıl pırıl parlar. Onlar setr halinde aniden levâihin gelişini gözetlerler.” Nitekim şâir der ki: Ey parlayan şimşek, şimdi semânın hangi tarafını aydınlatıyorsun?
Sûfîlere ilk zuhur eden pırıltılara levâih, sonrakine leva-mi’, daha sonrakine tevali’ denir. Levâih şimşek gibidir, görünür görünmez kaybolur. Nitekim şâir der ki:
“Uzun bir müddet birbirimizden ayrı kaldık^ kavuşunca da selâm vermesi ile veda etmesi bir oldu.”
Şu şiir de bu makamda okunur:
“O ateş almaya gelen biri gibi ziyaret etti. Ey acele acele evin kapısından uğrayıp giden ziyaretçi, içeri girseydin bunun sana ne zararı dokunurdu?”
Levâmi’, levâihten daha açıktır. Levâih kadar hızlı bir şekilde olmaz. Levâmi’ iki-üç vakit devam eder. Fakat “Seyretmeye doyamadığı için göz ağlamaktadır” mısraında denildiği ve “Göz, yüze yaşı akıtmaya doymadan rakibi ile karşılaştı.” mısraında belirtildiği gibidir (yani çabuk gelir ve geçer).
Levâmi’ parladığı zaman seni senden ayırır ve onunla birleştirir. Fakat gecenin askerleri hücuma geçmedikçe gündüzün nuru karanlık hâle gelmez. Bu gibi kimseler “ravh” ile “nevh” (rahatlık ile üzüntü) arasında bulunurlar. Çünkü bunlar keşf ile setr arasındadırlar. Nitekim şâir demiştir ki: “Gece bizi hırkasındaki ilâvesi ile örter, sabah yaldızlı ridası ile bizi kaplar.”
Sonra tevali’in husule gelme zamanında çabuk kaybolur, batışı ile ilgili hâlleri ise uzun sürer.
Burada manaları anlatılan levâih, levâmi’ ve tevâli’in hükümleri değişiktir. Bazıları yok olduğu zaman geriye bir iz bırakmaz, Şevârik yıldızı gibi ki, bu yıldızlar battıkları vakit sanki gece daimîdir zannedilir.
Bazıları geriye bir iz bırakır. İzi kaybolsa elemi kalır, nurları batsa eserleri devam eder. Kendisinde bu hâl bulunan kimse, hüzün ve galebe hâlinin sükûn bulmasından sonra, bu hâlin bereketli ışığı içinde yaşar. Bu hâl ikinci defa kendisine gelene kadar vaktini tehir (durumu idare) ederek kaybettiği mananın tekrar dönmesi zamanını bekler. Bu hâli bulduğu zaman da onun içinde yaşar.
Kuşeyrî Risâlesi