Muridan
Hilye-i Şerif Geleneği

Hilye-i Şerif Geleneği

Sözlüklerde anlamı süs ve ziynet olarak karşılanan hilye, İslam sanatlarında Hz. Peygamber'in fiziksel özellikleri ve güzelliğini sade bir dille detaylı biçimde anlatan eserlere verilen genel addır.

 

Asırlar boyunca hilyeler, şemail eserleriyle birlikte Hz. Peygamber'in aziz hatırasını yaşatma ve O'nun örnek kişiliğini sonraki nesillere aktarma konusunda önemli bir işlevi yüklenegelmişlerdir. Tür olarak zaman zaman birbirlerine karıştırıldıkları da görülen şemail ve hilyelerin arasındaki temel fark kısaca şu şekildedir: Şemail eserlerinde konu edilen Hz. Peygamber'in beşerî yönü, yaşama üslubu ve şahsi hayatıdır. Bu bağlamda şemailler kişisel portreler olarak karşımıza çıkarlar ve hilyelerden çok daha hacimli eserlerdir. Tarihi süreç içerisinde ise şemail ve hilyenin ayrı ayrı anlatım tarzları olarak kendi kulvarlarında rafine örnekler verdikleri görülmektedir.

Hilyelerde ise yukarıda belirttiğimiz gibi sadece Hz. Peygamber'in fiziksel özellikleri ele alınır. Ayrıldıkları bir diğer nokta ise hilyelerin zamanla yazılı metin formundan görsel levha formuna doğru tekamül edişidir.

"Hilyemi Gören Beni Görmüş Gibidir"

Müslümanlar arasında hilyelerin gördüğü yoğun ilgi çeşitli sebeplerle açıklanıyordu. Ancak bunlardan en önemlisinin Hz. Ali'den rivayet edilen, "Hilyemi gören Beni görmüş gibidir. Beni gören insan bana muhabbetle bağlanırsa Allah ona cehennemi haram kılar; o kişi kabir azabından emin olur, mahşer günü çıplak olarak haşredilmez" mealindeki hadis olduğu kuşkusuzdur.

Hilye Geleneğinin Ortaya Çıkışı

Prof. Dr. Uğur Derman hilye geleneğinin ortaya çıkış serüvenini şu şekilde özetliyor:

"İslam inancı, putlaştırılabilecek kimselerin tasvirlerinden şiddetle kaçınmıştır. Bu sebeple, bir kaç asılsız minyatür dışında hiç kimse Rasûlullah'ın resmini çizmeye cesaret edememiştir. Hıristiyan âleminde Hz. İsa için uygulandığı gibi hayali bir resim yapmaktansa, sahih tariflerden hareketle İslam Peygamberini hilyesinden öğrenip anlatmak; her inananın, gönlünde beliren şekliyle yaratılmışların bu en yücesini tasavvur ederek bağlanmasına vesile olmaktadır. Bu ise, putları yıkan bir iman anlayışı için elbette daha gerçekçidir."

Hilyeler ilk zamanlarda küçük yazılı metinler olarak ortaya çıkmışlardı. Bir sevgi ve sadakat nişanesi olarak, yazılan bu hilye metinlerini önceleri mü'minler kalpleri üzerindeki göğüs ceplerinde taşırlardı. Ancak Osmanlı dönemine gelindiğinde hilye geleneği asıl ihtişamlı örneklerini levhalar üzerinde verecektir.

Divan edebiyatında da hilye yazıcılığının rafine örneklerini görmek mümkündür. Osmanlı şairlerinin bu alanda çığır açıcı rol üstlendikleri artık genel kabul gören bir durumdur. Divan şiirindeki ilk manzum hilye örneği ise Hakanî Mehmed Bey'e ait olandır. Günümüzde de ilgi görmeye devam eden eser Hilye-i Hakanî olarak isimlendirilmiş, Ziya Paşa ve Muallim Naci gibi edebî görüşleri birbirlerine zıt büyük şairler bile eserin ihtişamı konusunda mutabık kalmışlardır.

Yapraklardan Levhalara

Allah Rasûlü'nü anlatmak üzere Miraciye, Muhammediye ve Mevlid gibi pek çok özgün edebî türün doğuşuna vesile olan Osmanlı sanatkârları hilyeler için de özgün bir form olarak levhaları ortaya koymuşlardır.

Bugün hilye denilince akla gelen levha formunun ilk olarak Hattat Hafız Osman tarafından 1668 yılları dolaylarında ortaya konulduğu kabul edilmektedir.

Hilye Rivayetleri

Hilye yazıcılığında en çok Hz. Ali ve Hz. Hasan'ın rivayetleri güvenilir kaynaklar olarak esas alınmıştır.

Hz. Ali'nin torunlarından İbrâhîm b. Muhammed rivâyet ediyor: Dedem Hz. Ali, Peygamber Efendimiz'i anlatırken O'nun şöyle tavsîf ederdi:

"Peygamber Efendimiz, ne aşırı derecede uzun, ne de içiçe girmişçesine kısa idi; O, bulunduğu topluluğun orta boylusu idi. Saçları, ne kıvırcık ne de dümdüzdü; hafifçe dalgalı idi. Tombul yüzlü ve yumru yanaklı değildi; yüzünde hafif bir değirmilik vardı. Mübârek yüzlerinin rengi kırmızıya çalar şekilde beyaz; gözleri siyah; kirpikleri sık ve uzun; kemiklerinin eklem yerleri ile omuz başları iri yapılı idi. Vücûdu tüysüz olup, göğsünden göbeğine doğru inen ince bir tüy şeridi vardı. El ve ayak parmakları kalınca idi. Yürürken, meyilli ve engebeli bir yerde yürürcesine ayaklarını sertçe kaldırırlar (sürümezler) ve adımlarını genişçe atarlardı. Bir kimseye baktıkları zaman, yalnızca başlarını çevirerek değil, bütün vücudları ile o tarafa yönelirlerdi. Sırtında kürekleri arasında "Nübüvvet Mührü" vardı. Bu, O'nun, peygamberler zincirinin son halkası oluşunun nişânesi idi. O, insanların en cömert gönüllüsü, en doğru sözlüsü, en yumuşak tabîatlisi ve en arkadaş canlısı idi. Kendilerini ansızın görenler, O'nun heybeti karşısında sarsıntı geçirirler; fakat üstün vasıflarını bilerek sohbetinde bulunanlar ise, O'nu herşeyden çok severlerdi. O'nun üstünlüklerini ve güzelliklerini tanıtmaya çalışan kimse: Ben, gerek O'ndan önce, gerek O'ndan sonra, O'nun gibisini görmedim, demek sûretiyle, O'nu tanıtma husûsundaki aczini ve yetersizliğini îtirâf ederdi. Allah'ın salât ü selâmı O'nun üzerine olsun!".

Hz. Hasan naklediyor: Peygamber Efendimiz'in Hilye'sini çok iyi bilen dayım Hind b. Ebî Hâle'ye Hz. Peygamber'in üstün vasıflarını sordum ve olduğu gibi belleyip hâfızama nakşetmek için, bana O'ndan bahsetmesini ricâ ettim. Bu isteğim üzerine dayım Hind b. Ebî Hâle şöyle buyurdular:

"Resûlullah Efendimiz, yaradılıştan heybetli ve muhteşemdi. Mübârek yüzü, dolunay halindeki ayın parlaklığı gibi nûr saçardı. Orta boyludan uzun, ince uzundan kısa olup, başı büyükçe idi. Saçları kıvırcık ile düz arası idi; şayet kendiliğinden ikiye ayrılmışlarsa onları başının iki yanına salar, değilse ayırmazlardı. Uzattıkları takdirde saçları kulak yumuşaklarını geçerdi. Peygamber Efendimiz'in rengi, ezher'ul-levn idi, yâni nûranî beyazdı. Alnı açıktı. Kaşları hilâl gibi, gür ve birbirine yakındı; çatık kaşlı değildi. İki kaşının arasında bir damar vardı ki, öfkeli hallerinde kabarır, normal zamanlarda ise gözükmezdi. Burunlarının üst tarafı biraz yüksekçe olup, üstü ince idi. Mübârek burnunun üstünde -onu yüksek gösteren- bir nûr vardı ki, dikkatlice bakmayan kimseler, Peygamberimiz'i kartal burunlu zannederlerdi. Sakal-ı şerifleri sık ve gür; yanakları ise yumru olmayıp düz idi. Saâdetli ağızları geniş, ön düşlerinin arası seyrekti. Göğüs çukuru ile göbeği arasında ince bir şerit gibi uzanan kıllar (mesrübe) vardı. Gerdanı, saf mermerden tıraş edilen heykellerin boynu gibi gümüş berraklığında idi. Vücudunun bütün âzaları birbiri ile uyumlu olup, yakışıklı bir yapıya sahipti: Ne şişman, ne de çok zayıftı; karnı ile göğsü aynı hizada idi. Göğsü ile iki omzunun arası genişçe, kemik mafsalları kalınca, vücûdunun açık yerleri gayet nurlu idi. Göğüs çukuru ile göbeğinin arasını birleştiren kıllar, ince uzun bir şerit gibi uzanırdı. Bu uzanan kıllar (mesrübe) dışında memelerinde ve karnında kıl yok idi; kolları omuzları ve göğüslerinin üst tarafları ise son derece kıllı idi. Bilekleri uzun, el ayaları geniş, el ve ayakları kalın, parmakları ise uzunca idi ( Râvî burada tereddüt ederek: Peygamberimizin vasıflarını anlatan Hİnd b. Hâle belki de: "parmakları kalınca idi" şeklinde söylemişti, der). Ayaklarının altı çukur (kemerli) idi; düztaban değildi. Ayaklarının üstü ise pürüzsüzdü; öyle ki, üzerine su dökülse yağ gibi akar giderdi. Yürürken, ayaklarını yerden biraz kaldırıp önlerine hafif eğilerek yürürlerdi. Ayaklarını, ses çıkarıp toz kaldıracak şekilde yere sert vurmazlar; adımlarını uzun ve serî atmakla beraber, sükûnet ve vekar üzere yürürlerdi. Yürürken, sanki meyilli ve engebeli bir yerden iniyor görünümünü arzederdi. Bir tarafa dönüp baktıklarında, bütün vücûdları ile birlikte dönerlerdi. Rastgele sağa sola bakmazlardı. Yere bakışları, göğe bakışlarından daha çoktu. Çoğunlukla göz ucu ile bakarlardı. Ashâbı ile birlikte yürürken, onları öne geçirir kendileri arkada yürürlerdi. Yolda karşılaştığı kimselere, onlardan önce hemen selâm verirdi".

Hafız Osman'dan kalan hilye örneklerinin en eskisinde farklı bir rivayetin kullanıldığı görülse de sonraki eserlerinde o da en çok Hz. Ali rivayetini kullanacaktır. Hafız Osman'dan sonra da hat ve tezhib sanatlarında hilye yazıcılığı ve süslemeciliği ayrı bir dal haline gelerek günümüze kadar devam edecektir.

(sonpeygamber.info sitesinden alıntıdır.)

Top