Biliniz ki, Kuran-ı Kerim muhtelif âyet-i celîleleriyle göklerde ve yeryüzündeki her şeyin Allah'ı zikr u tesbih ettiğini onun hamd ü senâsıyla meşgul olduğunu haber vermektedir. Onun için ibadetlerin özü, zikir olarak kabul edilmiştir.
Kuran-ı Kerim'in birçok isminden birisi de, bilindiği üzere “zikr”dir. Bu, yüce kitabımızda âyetlerle beyan buyrulmuştur. Arapça bir kelime olarak zikrin manası; anmak, hatırlamak, unutmamak gibi anlamlara gelir. Zikir kavramı, dün olduğu gibi bugün de en çok tasavvufta kullanılmaktadır. Öyle ki bu terim; tasavvufun öz malı olmuştur, denilebilir. Giriş babında, tasavvuf nedir? İslâm dininde tasavvufun yeri neresidir? hususlarına kısaca temas edelim.
Günümüzde tasavvufun menşeini (kaynağını), tamamen İslâm’ın dışında, adeta ondan ayrıymış gibi göstermek gayretinde olanlar bulunmaktadır. Bu güruh, bu mukaddes yolu kirletmek, bozmak, fikirleri keşmekeşlik içinde bırakmak azmindedir. Bu fikirde olanlar İslâm şerefiyle şereflenmeyen bir zümrenin düşünceleridir. Bir de Müslümanların için de olup da, tarikat-ı aliyyeyi inkâr eden, İslâm’da olmayan bir şeyi icat ediyorsunuz, olmaz böyle şey diye tasavvufa karşı çıkan bir zümre de –maalesef- bulunmaktadır.
Bazı insanlar vardır ki, onlar boş ve bir neticeye varmayan iddialarda bulunurlar. Aslında karşısında oldukları şeyi inceden inceye tetkik etmedikleri halde sadece kulaktan duydukları bir kaç söze itibar ederler. Hâlbuki bir şey hakkında kesin hüküm vermemek, hüküm verirken çok dikkatli davranmak ve indi fikirlerden sakınmak yerinde olur.
Genel olarak sûfilere karşı çıkanlar şu fikirleri ileri sürerler:
Resulullah devrinde şeyhlik, müritlik, kısacası tarikat-ı aliyye mevcut değildi. Sonradan meydana çıkmış olan bu ekolün İslâm dininde yeri yoktur.
Resulullah böyle bir telkinde bulunmadığı gibi, Kuran-ı Kerim de ve sahih hadislerde buna işaret eden bir âyet-i kerime veya hadis-i şerif mevcut mudur?
Konudan ayrılmadan bir an için dört mezhebin doğuşunu düşünelim. Şüphesiz ki bugün İslâm dünyasında kabul gören dört büyük mezhep İslâmî kalıplar içerisinde vücut bulmuştur. Şimdi hiçbir kimse kalkıp da, Hz. Peygamber veya onun ashabı hangi mezheptendir veya şu mezhebe mensup idiler, diyemez. Fakat bu dört mezhep, onun ne sünnetine, ne de kendisinin aracılığı ile gönderilen Kuran-ı Kerim’e aykırıdır. Bilindiği gibi bunda tam bir mutabakat vardır. Eğer böyle olmamış olsaydı İslâm’da fikir hürriyeti kısıtlanmış ve düşünce dondurulmuş olurdu. Demek oluyor ki; Hz. Peygamber devrinde mevcut olmayan mezhepler Kuran-ı Kerim ve hadis-i şerifler ışığında teşekkül etmiştir. Kaldı ki tasavvufî hayat ve onun temel taşı olan zikir Resulullah devrinde mevcut idi. Kuran-ı Kerim'de ve hadis-i şeriflerde zikre teşvik eden birçok misaller mevcuttur.
Ashab-ı Suffa, bizzat Resulullah’ın manevi terbiyesi altında yetişiyorlardı. Fakir insanlardı. Boğazlarından tek bir lokma geçmediği günler bile olur, açlıktan benizleri sararırdı. Bütün çalışmaları ve gayretleri Rızâ-yı Bâri (Allah rızasını)’yi kazanmak, vâsıl-ı ilallâh (Allah’ın rızasına)a kavuşmaktı.
Rasûlullah (s.a.v.), Mekke’den Medine’ye göç ederken mağarada göç arkadaşı Hz. Ebûbekir’i dizinin dibine oturtmuş ve ona hafî (gizli) zikri telkin etmiştir. Dil damağa yapışık, gözler kapalı, bütün vücut Hz. Allah’ı zikretmekle meşgul, kalbin çırpışlarının “Allah, Allah” demesi... Ve onun daha bir çocuk iken alıp yetiştirdiği Hz. Ali’ye cehri (açık) zikri öğretişi. Bir hadis-i şerif ve onun manasını arz edelim:
Ebû Hureyre’den naklen: Nebiyy-i Ekrem (s.a.v.)’den iki kap dolusu ilim belledim. Bunlardan birini size yayarak anlattım. Diğerine gelince, onu meydana çıkaracak olsam, benim şu boğazım kesilir.”[1] Resulullah (s.a.v.) ile diğer büyük sahabîlere oranla daha az beraberliği olan Ebû Hureyre’nin, buna rağmen en çok hadis-i şerif rivâyet eden sahabî olduğu malumdur. Rivayet edemediği, daha doğrusu “onu meydana çıkaracak olsam, benim şu boğazım kesilir” dediği diğer ilim hangisidir acaba?
Rivayetlerin muhtelif olmasına rağmen Ebû Hureyre’nin ‘boğazım kesilir’ diye herkese anlatamadığı ilim, ilm-i bâtındır ki, bu tamamen mutasavvıfâne bir yaşayış ile yani bir mürşidin terbiyesinden geçmekle kazanılır.
“Yedi gökle, yer ve bunların içinde bulunan (melek, cin, insan)lar onu tesbih ve tenzih ederler. Hepsi de ona hamd ile onu tesbih eder. Fakat siz onların tesbihini iyi anlamazsınız. O, hakikaten halimdir. Gerçekten yarlığayıcıdır.”[2]
Ve Hac suresinin 18. âyet-i kerimesinde: “Görmedin mi! Göklerde olan herkes/her şey ve yerde bulunan herkes güneş, ay, yıldızlar, ağaçlar, hayvanlar ve insanların birçoğu hakikaten Allaha secde ediyor. Bir çoğunun üzerine de azap hak olmuştur.”
Bu iki âyet-i kerimeden açıkça anlaşılmaktadır ki; Cenâb-ı Allah’ı yalnız ve şuurlu gördüğümüz varlıkların değil şuursuz olarak tanıdığımız hayvanların hatta güneşin, ayın, yıldızların, ağaçların ve hatta hayat eserinden mahrum olduğunu sandığımız cemaatlerin bile tesbih ve tenzih etmekte oldukları anlaşılır.
Ayrıca Rad suresinde: “Göklerde ve yerde ne varsa gölgeleriyle beraber, ister istemez sabah akşam Allah için secde eder”[3] buyrulmuştur.
Nahl suresinde de: “Allah’ın yarattığına bakmıyorlar mı ki, her şeyin sağdan ve soldan düşen gölgeleri kemali bir tezellül içinde Allah’a nasıl bir secdeye kapanmaktadır.”[4]
“Görmez misin ki; göklerde ve yerdekilerin hepsi Allah’ı tesbih ediyor... Kuşlar saf saf ibadette… Onların hepsi namazlarını ve tesbihlerini biliyorlar, Allah da onların yaptıklarını biliyor...”[5]
Nebatlardan olan ağaçların ve diğer bitkilerin gıdalarını kökleri vasıtasıyla aldıkları için devamlı olarak secdede bulunmaları, hayvanların dört ayak üzerinde rükûda olmaları ve dağların dimdik duruşlarıyla namazda kıyamı andırmaları, zikir ve tesbihlerini kendi lisan-ı halleriyle yapmaları akıl ve izan sahibi insanı derinden derine düşündürmelidir. Hasta gönüllerin ilacı olan zikre dair Kuran-ı Kerim’de bir çok âyetler mevcuttur. Onun için “Allah’ı zikretmek daha büyüktür.”[6] buyrulmuştur. İslâm’ın direği namazdır, namazdan maksat yaratanı unutmamak ve onu gerek çeşitli tesbihlerle gerekse Kuran-ı Kerim okumakla olsun her an hatırlamaktır. Ayrıca Kuran-ı Kerim okumanın faziletli ibadetlerden sayılmasının sebebi, Hz. Allah’ın kelamı olması ve onu hatırlatmaya vesile teşkil etmesindendir. Ayrıca oruçtan arzuların kırılması, kalbin zikir edilecek bir yer haline gelecek şekilde temizlenmesidir. Kalp arzularla dolu olunca zikir ona tesir edemez. Onun için kalp “nazargâh-ı ilâhîdir” denilir. “Hz. Allah, sizin suretlerinize ve mallarınıza değil, kalplerinize ve amellerinize bakar”[7] buyrulmuştur. Kâinatın Efendisi (s.a.v.), Hz. Aişe’nin beyanına göre en çok şu duayı okurlardı. “Ey kalpleri evirip çeviren! Kalbimi dinin üzerinde sabit kıl”[8] ve yine O: “Kalp açık bir sahraya düşen tüy gibidir. Rüzgârlar onu dıştan içe doğru türlü şekilde çevirmekte ve yürütmektedir”[9] buyurmuştur.
Bunları size bahsetmemizin sebebi, zikrin tamamen bir kalp işi olduğunu anlatmak içindir. Cenâb-ı Hakk (c.c.): “Ben yerlere ve göklere sığmam, fakat mümin kulumun kalbine sığarım” buyurmaktadır. Onun için kalbin tasfiyesi, temizlenmesi tasavvufta zikir ile mümkün olur. “O öyle Allah’tır ki, önceleri apaçık delalet içinde oldukları halde ümmilere kendilerinden, onlara Allah’ın âyetlerini okur, onları tezkiye eder (temizler), onlara kitap ve sünneti öğretir bir Resul/elçi gönderdi.”[10]
Bu tezkiye nefislerin tezkiyesidir. Ruhun bütün faziletlerle bezenmesi, nefsin bütün kötülüklerden arınmasıdır. Kalbi temizlemek Hz. Allah’ın zikrinin dilden düşürülmemesiyle mümkündür. Bütün duyguların, düşüncelerin toplandığı yer gönül olduğu için hadis-i şeriflerden de anladığımız gibi, Allah müminlerin gönüllerine nazar eder. Fiil ve hareketlerimizin hepsi kalpten idare edilir. Hz. Peygamber (s.a.v.): “Dikkat edin! Vücutta küçük bir et parçası vardır. Bu et parçası sıhhatte bulundukça, iyi çalıştıkça bütün beden de sıhhatte bulunur. Şâyet o et parçası fesada giderse, bütün beden de fesada uğrar. İşte bu et parçası kalptir”[11] buyurmuştur.
İstiğfar ve zikir kalpteki bütün kirleri yok eder, kalbi parlatır. O zaman insan şu hitaba mazhar olur:
“Ne mal, ne evlat fayda verir, o gün ancak tertemiz bir kalp ile Allah’a gelenler saadete ererler.”[12]
Zikrin ehemmiyetini beyan eden bir çok âyetler ve hadis-i şerifler mevcuttur. “Dikkat edin, Allah’ın zikriyle kalpler itminan bulur.”[13] Demek ki insan, Allah’ın zikriyle ancak huzura kavuşur ve gönül rahatlığına erer. Kuran-ı Kerim’de hak aşığı olan büyük kişiler şöyle beyan edilir:
“Müminler o kimselerdir ki, yanlarında Allah anıldığı zaman yürekleri titrer. Karşılarında Allah’ın âyetleri okunduğu zaman, bu onların imanını arttırır ve onlar ancak Rablerine dayanıp güvenirler.”[14]
“Bunlar Allah’ın zikri ile kalpleri huzura kavuşarak iman edenlerdir.”[15]
Bir adam Resulullah (s.a.v.)’a gelerek: “Ya Resulullah! İslâmî hükümler çoğaldı. Sımsıkı tutacağım şeyi bana haber ver” dedi. O da buyurdu ki: “Zikrullaha devam et.”[16]
“Size amellerin en hayırlısı, Allah nezdinde (sevap bakımından) en temiz olan, derecelerinizi en ziyade yükselten ve sizin için altın ve gümüş infak etmekten, harp meydanlarında düşmanlarınızla karşılaşıp (İ‘lây-ı Kelimetullah uğrunda) onların boyunlarınızı vurmanızdan daha hayırlı amelleri haber vereyim mi? Ashap, Evet! Ya Resulallah, deyince, Allah u Teâlâ’yı zikretmektir”[17] buyurdular. Resulullah (s.a.v.)’ın dilinden zikrin faziletleri beş grupta toplanmıştır.
Zikir amellerin en hayırlısından sayılmıştır.
Allah nezdinde sevap bakımından en temizi kabul edilmiştir.
Dereceleri en çok yükselten bir amel olarak vasıflandırılmıştır.
Altın ve gümüşü infak etmekten daha hayırlı bir sadaka kabul edilmiştir.
Allah yolunda cihat etmekten daha üstün ve faziletli bir amel olarak anlatılmıştır.
“Ben kulumun zannına (hakkımdaki düşüncesine) göreyim. Beni zikrettiğinde, ben onunla birlikteyim (rahmetim, tevfik u inâyetim onunla beraberdir). O, beni kalbinde gizlice yad ederse ben de onu bu suretle anarım. Beni bir cemaat içinde zikrederse ben de kulumu o cemaat efradından daha hayırlı (Cibril ve Mikail gibi) bir cemaat içinde (rahmetimle) anarım.”[18]
Allah u Teâlâ buyurdu ki: “Bir kimse benim velilerimden birine düşmanlık ederse, ona karşı harp ilan ederim. Hiçbir kulum kendisine farz ettiğim şeylerden daha sevimli bir şeyle bana yakınlık kazanamamıştır. Nafile ibadetlerle kulum bana takarrub eder (yaklaşır), nihâyet onu severim ve onu sevince de işiten kulağı, gören gözü, tutan eli ve yürüyen ayağı olurum. Benden bir şey isterse veririm, bana sığınırsa muhakkak onu korurum.” Bu hadis-i şerifte şu hakikatler var:
Allah veli kullarını her halükarda muhafaza edeceğini vaat etmiştir.
Kul Cenâb-ı Allah’a ancak nafilelerle takarrub edebiliyor ve onun sevgisini kazanabiliyor.
Kulak, göz, el, ayak gibi en kıymetli uzuvların çalışması tamamen Cenâb-ı Allah’ın rızasına uygun olarak ve onun kontrolü altında oluyor.
Böyle bir velinin duası asla yere düşmez. Derhal icabet görür.
Hz. Allah, onu her türlü sıkıntılardan muhafaza eder. Evliyaullah, kınındaki keskin kılıç gibidir.
Hz. Allah buyuruyor: “Allah’ı çok zikrediniz ki, felah bulasınız.”[19]
Ey müminler Allah’ı çok zikredin. Sabah ve akşam onu tesbih ve tenzih edin. Sizi karanlıktan aydınlığa çıkarmak için üzerinize rahmetlerini, feyiz ve bereketlerini gönderen odur. Melekler de sizin için mağfiret dilerler. Allah müminlere karşı merhametlidir. Onların, Allah’a kavuştukları gün nail olacakları iltifat “selam”dır. Hz. Allah onlara iyi bir mükafat hazırlamıştır.”[20]
“Kim benim zikrimden yüz çevirirse onun hakkı, dar bir geçimdir ve biz onu kıyamet gününde kör olarak haşrederiz. Artık o zaman o, (Rabbim! Beni kör olarak haşrettin, halbuki ben hakikaten ‘dünyadayken’ görüyordum) der.”
Kademe kademe zikir meclislerinde pişen, nefsini tezkiye eden ve onun basamaklarını aşıp, nefs-i emâreden ve levvâmeden kurtulup nefs-i mutmainneye ulaşan kişi, sevinç ve huzur içerisinde şu hitabı duyar:
“Ey itmi’nana erişmiş ruh! Dön Rabbi’ne… Sen ondan razı, o da senden razı olarak. Haydi, gir kullarımın içine, gir cennetime.”[21]
[1] Tecrid-i Sarîh, I, 117.
[2] İsrâ, 44; H.B.Ç., II, 516.
[3] Ra‘d, 15.
[4] Nahl, 48.
[5] Nûr, 41.
[6] Ankebût, 45.
[7] Müslim, IV, 1987 (M. Fuat Abdülbaki Neşri); Ebû Davud, III, 623.
[8] Aclunî, Keşfü’l-Hafâ, VII, 390.
[9] Aclunî, a.g.e., VII, 306.
[10] Cum‘a, 2.
[11] Müslim, III, 1219 vd.
[12] Şu‘arâ, 88-89.
[13] Ra‘d, 28.
[14] Enfâl, 2.
[15] Ra‘d, 28.
[16] Tirmizî, II, 458.
[17] Tirmizî, V, 459.
[18] Müslim, IV, 2675.
[19] Cum‘a, 10.
[20] Ahzab, 41-42.
[21] Fecr, 26-30.