Peygamber Efendimiz, hicretin 6. Yılında gördüğü sâdık bir rüyaya istinaden, umre niyetiyle hazırlık yapmalarını ashabına tavsiye buyurdu. Bu buyruk, Medine’de büyük yankı bulmuş, heyecana yol açmıştı.
Yıllar sonra Beytullah ziyaret edilecek, tekbirlerle Kâbe tavaf edilerek kurbanlar kesilecek, sıla özlemi bir nebze olsun giderilecekti. Ancak ortada bir realite vardı. Savaş hali sürüyor, iki taraf birbirine temkinle yaklaşıyordu. Bütün bunlara rağmen Efendimiz (a.s), sadece yolcu silahı (kılıç) almalarını emretmişti ashabına… İhramlar hazırlandı, kurbanlıklar işaretlendi, azıklar yüklenildi ve mübarek yolculuk başladı. Günler süren sefer sonunda nihayet Mekke yakınlarında, Hudeybiye denilen yere varıldı. Umre için gelen müslümanlar konaklamıştı artık.
Fakat Mekke cenahında büyük bir sorun vardı aşikâr. Kötü niyet…
Mekkeli putperestler, inananların sadece umre niyetiyle geldiklerine bir türlü ikna olmamışlardı. Bu yüzden başarısızla sonuçlanan bir baskın tertip ettiler.
Ardından diplomasi devreye girdi. Peygamberimiz (s.a.s), Hz. Osman’ı (r.a) elçi olarak Mekke’ye gönderdi. Zinnûreyn gecikince, mü’minler Peygamber aleyhisselama intikam için söz verdiler, beyat ettiler.
Bembeyaz ihramları, sıcaktan boyun büken kurbanlıkları, aşkla getirilen tekbirleri, Kâbe’ye duyulan özlemi… gözlemleyen müşrikler, Hz. Osman hadisesinden sonra bir de müslümanların kararlılıklarını ve Peygambere olan bağlılıklarını görünce çark ederek onu serbest bıraktılar ve tarihteki meşhur “Hudeybiye Anlaşmasını” imzalamak zorunda kaldılar.
O sene olmadı ama bir sonraki yıl mü’minler iştiyakla umre vazifelerini ifa ettiler.
Barış ortamı ise İslâm’ın çığ gibi yayılmasına imkân sağladı. Öyle ki; iki sene içerisinde, anlaşma imzalanana kadar müslüman olanların sayısı iki kat artmıştı.
Sâdık bir rüya,
Peygamberî bir tabir,
Olağanüstü bir teslimiyet,
Akıl almaz bir refleksle, neredeyse silahsız olarak düşmanın kalbine ilerleyen cesur sineler,
Sabır üstüne sabır,
Canı pahasına tesanüt,
Azim ve kararlılık,
Ve… “Feth-i Mübîn”
Evet…
Günümüz insanının hakikaten anlayamayacağı bir hâdisedir yaşananlar.
Sıra dışı ama Rahmanî.
Belki de Hz. Peygamber’i ve onun seçkin ashabını (r.anhüm) Allah Teâlâ katında mümtaz kılan hususiyetlerdir bunlar.
Allah’ın yardımı ile yapabilecekleri es geçmek yerine;
İlahi buyruğa teslim olmak,
O’nun ismi ve bereketiyle harekete geçmek,
En nihâye şartlarını yerine getirmek kaydıyla zuhurâta tabi olmak…
(zuhurdergisi.com sitesinden alıntıdır)