İnsan, rûh ve bedenden oluşan bir varlıktır. Rûhu ile yukarı âleme, bedeniyle aşağı âleme bağlıdır. Rûh İlâhî, beden ise maddîdir. Beden topraktan gelir, yine toprağa gider. “Sizi ondan (topraktan) yarattık, oraya döndüreceğiz ve bir kez daha sizi ondan çıkaracağız.” (Taha, 20/55) İnsan, hayvanlarda olan candan ayrı ve bambaşka bir cana/rûha sahiptir. Bu rûhun madeni, menbaı İlâhî’dir. Yüce Allah buyurur: “Ben ona rûhumdan üfledim” (Hicr, 15/29; Sad, 38/72; Secde, 32/9) Yani Allahu Teâlâ insana kendi rûhundan bir nefha/üfürük vermiştir. Sûfîler: “Rûh, O’ndan geldi O’na dönüp gider” derler. Rûh, O’ndan tertemiz ve pak olarak gelmiştir. O’na dönmesi için de yine bu nitelikte olması lazımdır. Bu nitelikte olmayan kirli rûhlar temizlenme işlemine tabi tutulur. Cehennem ateşi ise en iyi, en etkili temizleme vasıtasıdır.
Rûh bedenden ayrıldıktan sonra bir daha ondan haber alınır mı? Onunla irtibat kurulur mu? Bunun cevabı şu hadiste mevcuttur: Allah Rasûlü, Bedir’de öldürülen putperestlerin bulunduğu yere gider ve: “Ey falan, Ey filan! Allah’ın size vaad ettiği doğru çıktı mı? Allah’ın bana vaad ettiği şeyin doğru çıktığını gördünüz değil mi? Allah’a size hezimet, hüsran, bana galibiyet ve zafer vaad etmişti. İkisi de doğru çıktı değil mi?’ Hz. Ömer sorar:
‘Ya Rasûlallah! Rûhsuz bedenlere nasıl böyle hitap ediyorsun? Onlar bundan ne anlarlar?’ Cevaben:
‘Söylediklerimi onlar sizden daha iyi duyarlar. Ancak cevap veremezler’ (Buhârî, Megazî, 8, Cenâiz, 87; Müslim, el-Cennet, 76,77; Nesaî, Cenâiz, 117) buyurur.
Hz. Peygamber Mirac’ta birçok peygamberin rûhu ile görüşmüş, konuşmuş, cennette ve cehennemde olanları da görmüştü. Demek ki, İslâm itikadına göre insan bedensel olarak değil, ama rûhsal olarak yaşamayı ve varlığını sürdürür. Bazı kimseler rüya yoluyla bunlardan bazılarının bazı hallerini bilebilir. Çünkü rüya, nübüvvetin kırk altı parçasından bir parçadır. (İhyâ, IV, 491)
Ölüm acıdır. Hayat, insana âhirete hazırlanma fırsatı verir. Bunun için ölüm arzu edilmez. Peygamberimiz: “Ölümü temennî etmeyin” buyurmuştur. (Buhârî, Temennî, 6, Tirmizî, Kıyâmet, 40)
Şiddetli ağrılar içinde kıvranan bir hasta, düşkün ve bakacak kimsesi olmayan bir kişi: “Allah’ım! Bana yaşamak hayırlı ise hayat ver, ölüm hayırlı ise canımı al” (Müslim, Zikr, 10) diye dua edebilir. Can çekişmek, rûh teslim etmek, ölüm sarhoşluğu (sekerâtu’l-mevt) zordur. Mü’min bunu Allah’tan bilir ve sabreder. Eğer bu elem ve ızdıraba sabrederse günahları silinir. (Ebû Dâvûd, Cenâiz, 13)
Can çekişen ve muhtazar denilen mü’min Allah hakkında hüsnü zan besler, Hakk Teâlâ’nın kendisini affedeceğini ve lütufta bulunacağını umar. Hz. Peygamber son nefesini böyle vermeyi tavsiye etmiştir. (Ebû Dâvûd, Cenâiz, 13)
İhtizar halinde bulunan (son nefesini vermek üzere olan) kişi kelime-i tevhid getirir veya bunu zihninden geçirir ya da yanında bulunanlar hafifçe kelime-i tevhid getirir, o dinler. Yanında bulunanlar ona dua ederler, dua edilince melekler âmin, derler. (Ebû Dâvûd, Cenâiz, 14)
Ölüm haberini alan bir mü’min “innâ lillâhi ve innâ ileyhi râciûn / Biz O’na aidiz ve O’na dönüyoruz” der ve teslimiyet gösterir. Hakk Teâlâ, verdiği canı dilediği zaman ve dilediği şekilde geri alır. Mü’min buna rıza ve teslimiyet gösterir. Üzülür, gözyaşı döker, ama Allah’ın rızasına aykırı düşen bir söz söylemez, bir şey yapmaz ve yakınmaz. Allah Rasûlü, oğlu İbrahim vefat edince gözleri yaşarmış ve “Bizden ayrıldığın için hüzünlüyüz ey İbrahim” demiş, “Sen de mi ağlıyorsun” diyenlere: “Gönlümüz mahzun, gözümüz yaşlıdır ama Allah’ın rızasına uymayan bir söz söylemez, bir iş yapmayız” (Buhârî, Cenâiz, 43; Müslim, Fedâil, 62; Ebû Dâvûd, Cenâiz, 42) buyurmuştur. Üzülmek, hüzünlenmek, ağlamak ve gözyaşı dökmek İlâhî rızaya ve teslimiyet göstermeye aykırı değildir.
Can verme anında bazı kimselerin yüzünde bir tebessüm hali görülür. Bu bir merak konusu olur. Ölümü arzu edilir kılan dayanılması güç ağrılar ve acılar olduğu gibi bazen onu çekici kılan öbür âlemdeki dostlara kavuşma özlemi de olabilir. Kutsi bir hadiste “Kullarım için gözlerin görmediği, kulakların duymadığı, insanın hayal bile edemediği neler neler hazırladım!” (Buhârî, Tevhid, 35; Müslim, İmân, 312, Cennet, 35) buyrulur. Kur’ân’da ise: “Yaptıklarına karşılık olmak üzere ne mutluluk saklandığını kimse bilemez.” (Secde, 32/17) ayeti dikkat çeker Son nefesini veren bazı sâlih ve takva sahibi kimseler yüce Allah’ın vaat ettiği ödüllerin belirdiğini görünce sevinir ve bu hal yüzlerinde bir gülümseme şeklinde yansır. İşte bundan dolayı o anı ve o hali bir Allah, bir de onu yaşayan bilir.
İslâm’da ölümü hatırlamak, ölüm sonrasına hazırlanmak, kendine çeki düzen vermek bakımından özendirilmiştir. Bunun için Hz. Peygamber (s.a.s): “Kabir ziyareti katı kalpleri yumuşatır, yufkalaştırır” buyurmuştur. Yine O (a.s): “Vâiz olarak sana ölüm yeter” (Tirmizî, Kıyâmet, 24; Aclunî, Keşfu’l-Hafâ, II, 112) buyurur. Hz. Ömer’in bu ibareyi yüzüğüne yazdırdığı, ölümü hatırlamak için sık sık ona baktığı rivayet edilir.
Geride kalanların ölene karşı görevleri; cenaze namazını kılıp dua etmek, “Allah rahmet eylesin”, demek ve onu hayırla anmaktır. “Ölülerinizi hayırla yâd ediniz.” (Aclunî, I, 105)
Cennet bizimdir ve Allah bizim dostumuzdur, diyen kimsenin ölümden korkmaması ve kaçmaması lazımdır. Çünkü ölüm demek cennetin kapısının açılması ve dostun dosta kavuşması demektir. Cenneti ve İlâhî cemali temaşa etmek isteyen ölümü temennî eder. Sûfî ve evliyânın ölümü dört gözle beklemelerinin, ölümü cana minnet bilmelerinin sebebi budur. Efendimizin: “Ölümü temennî etmeyiniz” sözü, tabii bir ölüm veya cihad gibi bir durum yokken ölümü temennî etmeyin, hayatta iken çalışın, ibadet edin, kulluk edin, hayır-hasenat yapın, böylece âhiretteki mevkiinizi yükseltin, anlamına gelir.
Dost dosta gider. Allah mü’minlerin dostudur, mü’minler de Allah’ın… Ölümle dost dosta kavuşur. Habibullah, yani Allah sevgilisi (a.s) vefat ederken son sözü şu oldu: “Refik-i A‘lâ/En yüce Dost’a!” (İbn Hişam, Siyer, IV, 1069; Buhârî, Rikâk, 42; Müslim, Selâm, 46). Hakk Teâlâ, Habib-i Ekrem’e sormuş: “Dünya hayatını mı yoksa Dostun katında olmayı mı tercih ediyorsun? Seni muhayyer bıraktım, tercihini yap!” İşte o zaman Habib-i Kibriya: “En yüce Dostum’a!” demiş ve son nefesini vermişti.
Hz. Peygamberin yoldaşları ve can arkadaşları olan sahabîler Mekke’de puta tapanların işkenceleriyle şehid olurken, Medine döneminde cihada ve gazaya seve seve koşarken işte bu anlayışa sahip idiler.
Hz. Bilal can çekişirken eşi ‘ah vah’ etmeye başladı. Hz. Bilal dedi ki: “Oh! Ne hoş şey! Yarın dostlarım Muhammed (a.s) ve arkadaşlarına kavuşacağım! (Kuşeyrî, Risâle, 591)
Dostlarından biri sefere çıkarken Süfyân Sevri’ye sorarlardı: “İstediğiniz bir şey var mı?” Süfyân: “Bir yerde ölümün satıldığını görürsen benim için satın al!” demiş, lakin can çekişme zamanı: “Ölümü temennî ediyorduk, ama gerçekten çetinmiş” dedi.
Suriyeli Mekhûl genellikle hüzünlü idi. Ölüm yatağında gülmekte olduğu görülünce sebebi soruldu.
“Neden gülmeyeyim ki sakınmakta olduğum dünyadan ayrılıyor, beklediğim ve umduğum bir âleme gidiyorum” diye cevap verdi.
Can vermekte olan Abdullah b. Mübarek gözlerini açtı, güldü ve:
“Çalışanlar böylesi bir kurtuluş için çabalasınlar!” (Saffât, 37/61) ayetini okudu ve son nefesini verdi.
Can çekişen Bişr Hafi’ye: “Hayata bağlı gibi görünüyorsun” dediklerinde, “Ulu ve yüce Allah’ın huzuruna çıkmak cidden zor!” diye karşılık verdi.
Can vermekte olan Cüneyd Bağdadi’ye: “Allah’ı hatırla ve kelime-i tevhid getir” dediklerinde dedi ki: “O’nu unutmadım ki hatırlayayım!”
Kimi üzülerek, kimi ağlayarak, kimi gülümseyerek, kimi sevinerek son nefesini verir. Kuşeyrî ve Gazalî bu konuda şunu söylerler: “Mü’minlerin ve evliyânın ölüm halinde farklı tepkiler göstermeleri hallerinin değişik olmasındandır. Can verirken kiminin üzerinde galib olan hal cehennem korkusu, kimininki cennete girme ümidi, kimininki sevgi, kimininki özlemdir. Bunlardan her biri etkisi altındaki hislere göre konuşur ve hepsi de doğrudur.” (Risâle, 589; İhyâ, IV, 468)
Veliler ölüm döşeğinde iken bile şeriatın ahkâmına titizlikle uyarlar. Şibli can çekişirken: “Birinin üzerimde bir akçe hakkı kalmıştı. Şu anda gönlümdeki en büyük dert bu” demişti. Müslüman kul hakkına bu kadar önem verir ve üzerinde kul hakkı varken ölmek istemez. Onun için mü’min, mü’minle sık sık helalleşir, helallik diler, cenazenin karşısında saf tutan müslümanlara, “Âhiretle müteallik hakkınızı helal ediniz” dendiğinde, “Helal ettik” derler ve mevtayı aklarlar.
Ölüm esnasında bir takım olağanüstü haller de görülür: Ebû Tûrab Nahşebî çölde ayakta ölmüş, bir süre sonra bile Ebû İmran İstahrî onun naaşının çölde ayakta durmakta olduğunu görmüştü.
Öleceğini önceden hissedip hazırlık yapan sûfîler vardır. Ebû Yakub Nehrecarî anlatıyor: “Mekke’de iken elinde bir akçe bulunan bir fakir geldi. ‘Yarın öleceğim şu parayı al, yarısıyla mezar, diğer yarısıyla kefen hazırla’ dedi. Ertesi gün geldi, Kabe’yi tavaf etti. Sonra gidip bir yere yattı ve can verdi.”
Yakîn sahibi doğru, dürüst ve inançlı sûfîler ölüme o kadar odaklanır, o kadar konsantre olurlar ki onlara, “öl” denildiğinde hemen rûhlarını teslim ediverirler. Bir gün, Abdullah b. Münâzil, Ebû Ali Sakafî’ye: “Ölüme hazırlan, çarnaçar öleceksin” dedi. O da: “Sen de hazırlan, çarnaçar öleceksin” dedi. Bunun üzerine Abdullah kollarını uzattı, başını yere koyup: “İşte öldüm” dedi ve son nefesini verdi.
Diri ölüler var, ölü diriler var. Bazılara öldükten sonra da yaşar, diğer bazıları yaşarken ölüdür. Tembel, avare, işsiz güçsüz, ibadetsiz ve inançsız kişiler sağdırlar ama ölü sayılırlar. Hak erenler ise öldükten sonra bile yaşarlar. Ölmek ama yaşamak, sonsuzca yaşamak, ölümsüzlüğü yakalamak ve ölümsüzlüğün sırrına ermek insanların hep amacı olmuştur. İstediği de olacaktır. Ya cennette veya cehennemde… “Hâlidîne fîhâ ebedâ / Orada ebedi olarak kalacaklar.” (Mâide, 5/119)
Hızır destanı insanın ebediyet arzusunu dile getirir. Âb-ı hayattan içip ölümsüzlüğün sırrına ermek nihaî gayedir. Kur’ân, Allah yolunda şehid olanlar için: “Onlara ölüler demeyin, aslında onlar diridirler ama siz bunu hissetmiyorsunuz” (Bakara, 2/154; Âl-i İmrân, 3/169) diyor. Demek ki, öldükten sonra ayrı ve farklı bir hayat var. Onlar ölümsüzlük diyarında ebedi olarak yaşarlar. Kiminin adı sanı bilinir, kiminin bilinmez, ismi cismi bilinmeyenler namsızlık ve ünsüzlük ülkesinde sonsuza dek yaşarlar.
Ebû Bekir Saydalanî anlatıyor: “Ebû Bekir Tamestanî’nin kabrine gider, kabri düzeltir, ismini yazardım. İsmini yazdığım levha sökülüyordu. Bu durum diğer kabirlerde görülmüyordu. Hayret etmiştim. Sebebini Ebû Dekkak’a sordum. Dedi ki: ‘O zat dünyada iken gizli ve bilinmeyen biri olmayı tercih etmişti. Sen ise onu bilinir ve tanınır hale getirmek istiyorsun. Hakk Teâlâ ise buna razı olmuyor. Onun meçhul kalmasını diliyor.’ Nitekim o Zatta bunu tercih etmişti.” (Kuşeyrî, Risâle, 522) Böyle velilere “Ahfiyâ/Gizliler” derler. Bunlar ünsüz, namsız ve sansız ermişler olup bilinmezlik ve tanınmazlık diyarında sonsuzca yaşarlar.
Pek çok kabir ve türbe zamanla yerle bir olmuştur ama gönüllerdeki tahtlar sapasağlam ayakta durmakta ve yıkılmamaktadır. Bundan dolayı melamet ehli kabirlerinin sıradan bir kabir olmasına önem verirler. Mevlevîler ise ölmeye “sır olmak” derler. Yani bilinmezlik ülkesine gitmek.
Bir hadiste şöyle buyrulur: “Allah’a hamd olsun ki sizden biriniz cennete girmeye vesile olan güzel işler yapar durur. Cennete girmesine bir arşın kalmışken kader etkisini gösterir, cehenneme gitmeye sebep olan kötü işler yapmaya başlar ve oraya gider. Diğer taraftan içinizden biri cehenneme girmeye sebep olan işler yapar, cehenneme girmesine bir arşın kalmış iken alın yazısı etkisini gösterir, cennete girmeye vesile olan işler yapar ve oraya girer.” (Müslim, Kader, 1) Bunun için kimse cenneti garantilemiş gibi bir güven duygusu içinde olmamalı, hiçbir günahkâr da cennete girmekten ümit kesmemelidir.
Geridekilerin; “Ne iyi insandı!” deyip ağlamaları, ölenin ise “Mevlâm’a kavuştum” diye gülümsemesi ne hoştur! Mutasavvıflar ölümü: “Aşıkın ma‘şûkuna/Sevenin sevgilisine” kavuşması olarak değerlendirir, buna “urs” ve “îd” (düğün, bayram) derler. Buna göre ölüm olayı aslında sevinilecek bir şeydir. Çünkü dost, Dost’a kavuşmuştur. Mevlana’nın vefat ettiği (17 Aralık 1273) geceye Mevlevîler “Şeb-i urs” veya “Şeb-i arus” derler. Bu; gerdek gecesi, düğün ve zifaf gecesi demektir. Bu Hakk aşığının vefat ettiği gün genellikle bütün İslâm ülkelerindeki sûfîler tarafından “urs” (zifaf) diye adlandırılır ve her sene kutlanır.
Sûfîlere göre, dünya zindandır. Vefat eden bu zindandan kurtulmuştur. Bir hadiste: “Dünya, mü’min için zindan, kâfir için cennettir” (Müslim, Zühd, 1; Tirmizî, Zühd, 16; İbn Mace, Zühd, 3) buyrulur. Dünya bir kafes, rûh da içinde kuştur. Ölen rûh kafesten çıkmış, özgürlüğüne kavuşmuş ve ebediyet semasına uçmuştur. Rûh bedende tutsaktır, ölümle hürriyetine kavuşur. Rûhun esas mekânı rûhlar âlemi ve bezm-i elesttir. Asli vatanından bu dünyaya geçici olarak gelmiştir ve esas vatanın özlemi içindedir, burada gariptir, ait olduğu diyarın hasretini çekmektedir.
Serrac şunu anlatır: “Bir hastayı ziyaret eden Zünnûn: ‘Dostunun darbelerine sabretmeyen, onu sevme iddiasında sadık değildir’ der. Hasta bu ifadeyi şu şekilde düzeltir: ‘Darbelerinden haz almayan kimse, Dostu’nu sevme iddiasında sadık değildir.’ (Luma, 271) Kazaya razı olmak ve şikâyeti olmamak tasavvufta esastır.
Hatim el-Asamm der ki: “Şu beş konu dışında acele etmek şeytandandır: Misafire yemek çıkarmada, ölüyü gömmede, bekârı evlendirmede, süresi dolan borcu ödemede ve tevbede acele ediniz.” (Sülemî, 93)
Şu anlamda bir ifade cami duvarlarına asılır: “Vakit geçmeden evvel namazı, ölüm gelmeden evvel de tevbeyi acele ediniz.”
Ahmed b. Hadraveyh, öğüt isteyen birine: “Nefsini öldür ki, onu diriltmiş olasın” (Sülemî, 105) demişti. Cüneyd Bağdadi tasavvufu şöyle tarif etmişti: “Hakk’ın seni sende öldürmesi ve kendisiyle diri kılmasıdır.” (Risâle, 551)
Yani Hakk (c.c) seni senden alır, kendisiyle yaşatır. Diğer bir deyişle artık sen canının istediğini yapmaz, kendi iradene göre değil, Hakk’ın iradesine göre hareket edersin. Nefsin arzu ve isteklerine egemen olmaya, Hakk’ın emir ve iradesine göre davranmaya sûfîler “nefsin ölümü” derler. Aslında ne nefs ölmüş, ne de nefsanî arzular yok olmuştur. Nefs itaat altına alınmış, arzularına gem vurulmuştur. Bu amaca ulaşmak için az yemek, az konuşmak, az uyumak, yalnızlığı tercih etmek, çok zikir ve fikir önemli ve etkilidir. Daha sonra bu husus “ölmeden evvel ölmek” şeklinde formüle edilmiştir.
Bazı kimseler ölmeden evvel ölmeyi sürekli olarak köşesine çekilip dünyadan el etek çekme, aile ve toplum hayatıyla ilgili sorumluluğu unutup işsiz güçsüz, tembel ve avare bir şekilde vakit geçirme olarak algılarlar. Bunlar Allah’ın insanı yaratmasındaki hikmeti bilmezler.
Rüyada ölüleri görmek ve onlarla konuşmak İslâm kültüründe önemlidir. Rüya, peygamberliğin kırk altı parçasından bir parçadır. Rasûlullâh (s.a.s): “Rüyada beni gören gerçekten beni görmüştür. Çünkü şeytan benim suretime giremez” (Buhârî, Ta‘bir, 1, Müslim, Rüya) buyurmuştur.
El-Kettânî, rüyada Cüneyd-i Bağdadi’yi görür ve sorar: “Allah sana nasıl muamele yaptı?”
“O işaretler, o ifadeler uçup gitti. Yalnızca gece kalkıp kıldığımız iki rekât namazın faydasını gördüm.” (İhyâ, 4/492)
Ömer b. Abdülaziz; Hz. Peygamber’i, Ebûbekir’i ve Ömer’i (r.anhümâ) rüyada görür. Sonra meclise Hz. Ali, ardından da Muaviye b. Ebî Süfyân gelir. İkisi bir odaya alınırlar ve sorgulanırlar. Odadan önce çıkan Hz. Ali: “Ben haklı çıktım” der, sonra çıkan Muaviye: “Affedildim” der. (İhyâ, 4/491) Böylece Şii-Sünnî ihtilafı hiç değilse rüya âleminde çözümlenmiş olur.
Rüyada görülen sahabîler, sâlih kişiler, takva sahipleri ve evliya kendilerini görenlere hep güzel şeyler söyler ve öğütlerde bulunurlar.
Sûfîler uyanık iken/yakaza halinde de bazen bazı ölülerin o âlemdeki hallerini keşf yoluyla bilirler. Ebû Cabir şehid düşünce Hz. Peygamber: “Allah Teâlâ, arada bir perde olmadan onu huzuruna alıp yanında yer verdi” demişti. Gazalî bu olaya temas ettikten sonra: “Bunu bilme bir nebilere, bir de onlara yakın bir derecede bulunan velilere özgüdür” der. (İhyâ, IV, 488)
Ölüm olayı bir mersiye ve ağıt edebiyatının meydana gelmesine sebep olmuştur. Ölümle ilgili bir de taziye ve baş sağlığıyla ilgili bir edebiyat vardır. Baş sağlığı dileyenler ölünün yakınlarında güzel hitabede bulunur, etkili ve hisli konuşmalar yapar, böylece ölünün yakınlarını ve dostlarını teselli ederler. Bu eserlerde ölüm ve ölülerle ilgili pek çok fıkra, hatıra, şiir ve olay anlatılır.
Ölüm; pek çok masal, destan ve efsanenin de önemli bir unsurudur. Hâlbuki İslâmî anlayışa göre ölüm doğal, cenaze kaldırma sade, kabir külfetsizdir.
İslâm dini; üzüntü, ağlama ve gözyaşı dökmeyi doğal ve insanî bulur. Ama bunun sürdürülmesini ve canlı tutulmasını istemez. Onun için İslâm’da ölüm yıl dönümü günleri ve ölüyü anma törenleri yoktur. Bir kişi yakın akrabası için en fazla üç gün matem/yas tutabilir; bu caiz ve mubahtır. Farz, sünnet ve müstahab olmadığından yas tutulmasa da olur. Sadece kocası ölen kadın dört ay on gün yas tutar. (Şevkânî, Neylu’l-Evtâr, IV, 309-315) Acıyı sürdürmek, yaşatmak, tazelemek ve canlı tutmak İslâm’da yoktur. Bunun Hz. Peygamber vefat eden en yakınlarının bile ölüm yıldönümünü, onları anma vesilesi olarak düşünmemiş, kendisi vefat edince yakınları ve sahabe, O’nun bu konudaki âdetini sürdürmüşlerdir.
Belli bir gün ve vakit belirlememek şartıyla ölüleri çeşitli vesilelerle hatırlamak, rahmetle anmak ve onlara dua etmek dinimizin tavsiye ettiği bir şeydir. Böyle davranmak ölüler için faydalı olduğu gibi diriler ve toplum için de gerekli ve yararlıdır. Geçmişini tanımayan, anmayan ve onlara minnet duymayan bir toplum mazisi ve tarihi olmayan bir toplumdur. Peygamberimiz buyurur:
“İnsan nasıl yaşarsa öyle ölür ve nasıl ölürse öyle haşr olunur.”
“İnsanlar uyuyorlar, ölünce uyanırlar.”
İyi ve güzel bir hal üzere son nefesini verenler iyi ve güzel bir tarzda yaşayanlardır. Âhirette iyi hal üzere olanlar da iyi hal üzere ölenlerdir. Dünyada dürüst olarak yaşayanlara rahmeti bol ve merhameti sonsuz olan Hakk Teâlâ hüsnü hâtime nasip eder.