İhsan, Allah’ı görüyormuşçasına O’na kulluk etmendir. Her ne kadar sen O’nu göremesen de O seni görmektedir.
Son zamanlarda gündeme gelen tarikat liderlerinin miras kavgaları, bazı kimselerin uydurma rivayetlerle insanları yanlış bilgilendirmeleri, tarikat içinde post tartışmaları, yakışmayan İslam dışı uygulamalar gibi sorunlar tasavvuf ve tarikat anlayışının hakikatini, kaynağının ne olduğu hakkında düşündürüyor. Lüks evler, arabalar, şaşaalı yaşantılarla, liderliğin babadan oğula geçtiği sanılan, tövbe dağıtan, tipik sarıklı uzun kıyafetli kimselerin tasavvuf anlayışını tam manasıyla temsil etmediğine şahit oluyoruz. Kurunun yanında yaş olanın da yandığı atasözüne uygun, yanlış ve bağnaz uygulamalar hakiki tarikat mensuplarını zan altında bırakıyor. Tasavvuf ehlini dar görüşlü, asosyal, çağdışı, beyni yıkanmış kişiler olduğu düşüncesi haberlerle, dizilerle yaygın hale getiriliyor. Bu yüzden bu yazımla aslında tasavvuf nedir, tarikat nasıl meydana gelmiştir ve zikrin önemi nedir gibi sorulara cevap verilecektir.
Tasavvuf kelimesinin kökeninin birkaç kelimeden meydana geldiği öne sürülmüştür. Saflık anlamına gelen safa, Asr-ı Saadette ilimle meşgul olan Ashâb-ı Suffe, ve sûfîlerin sûf adındaki kalın yün abasından türediği düşünülüyor. Tasavvufun kaynağı aslında Hz. Peygamber (s.a.s)’in zamanında Cibrîl hadisi ile başlamıştır. Bir gün Allah Rasûlü (s.a.s) ashabıyla otururlarken bembeyaz elbise içinde bir adam çıkagelmiştir ve Peygamberimizin (s.a.s) karşısına oturup O’na İslam’dan, imandan ve ihsandan sormuştur. İslam sorusuna Peygamberimiz (s.a.s.), İslam’ın beş şartıyla yani şehadet getirmek, namaz kılmak, oruç tutmak, zekât vermek, hacca gitmek ile cevap vermiştir. İman sorusuna Peygamberimiz (s.a.s.) imanın altı şartıyla yani Allah’a, meleklere, kitaplara, peygamberlere, ahiret gününe ve kaza ve kadere iman ile cevaplandırmıştır. İhsan sorusuna ise “Allah’ı görüyormuşçasına O’na kulluk etmendir. Her ne kadar sen O’nu göremesen de O seni görmektedir.”[1] diye buyurmuştur. Zamanla bu üç soru ayrı birer ilim dalı olmuştur: İslam, fıkıh; iman, akait ve ihsan ise tasavvuf ilmi olarak meydana gelmiştir. Tasavvuf tarihi de şöyle gelişmiştir. Hz. Peygamber’in (s.a.s) zamanında, 6. ve 7. asırda sahabe ve tabiin züht hayatı yaşamıştır. Yani dünyaya önem vermeme, azla yetinme ve zahidâne yaşamak. 9. ve 10. asırda Râbia El-Adeviyye, Hasan-ı Basrî gibi ilk sûfîler yaşamışlardır. Tasavvufi hayat 12. ve 13. asırda ise yol anlamına gelen tarikatla kurumsallaşmıştır. Fıkıh ve akait gibi İslami ilimlerin ibadetin zâhiriyle ilgilenirken, tasavvuf ilmi bâtın ile yani insanın iç dünyasıyla, kalbiyle ilgilenmektedir. Hz. Peygamber (s.a.s) nasıl ki Miraç hadisesinde kademe kademe Cenâb-ı Allah’a ulaşmış ise, sûfîler de bu hadiseye dayanarak nefs mertebelerini aşarak Cenâb-ı Allah’a ulaşılabileceğine inanırlar. Aslında tasavvufun amacı kalbin tasfiyesi yani kalp temizliğidir ve tezkiyedir yani nefs ile mücahededir. Tasavvuf ehli sûfîler, dervişler, müritler bir mürşid-i kâmilin manevi eğitiminden geçerek, o’nun gözetimi altında Kur’ân-ı Kerîm ve Sünnet-i Seniyye yolunda insan-ı kâmil olmaya çalışırlar. Tasavvufu organize eden usul, Hakk’a ulaştıran yol tarikattır. Kurumsal anlamda ilk meydana gelen tarikat ise Gavs’ul Âzâm Abdulkâdir Geylânî Hazretlerinin (k.s.) kurduğu Kâdiriyye Tarikatıdır. Maneviyattaki en yüksek makam olan kutupluk makamı kendi zamanında sadece Pir Abdulkâdir Geylânî Hazretlerine lütfedilmiştir. Kendisi vasiyetinde tarikatının Kitâb (Kur’ân) ve Sünnet üzere bina edildiğini buyurmuştur. Kâdiri tarikatının temel esaslarını da gönül huzuru, cömertlik, bol sadaka, zorluğa katlanmak, ihvanın sıkıntılarına yardımcı olmak gibi özetleyebiliriz. Hz. Peygamberden (s.a.s.) başlayan tarikat silsilesi tarikat kurucusundan, meşâyih-i kiram’dan (büyük şeyhler, mürşitler) son mürşide ulaşır. Bir mürşid-i kâmil müritlerine manevi rehberlik yapmaya yetkilidir, icazetlidir. Bu icazet kendi mürşidinden verilmiş olup mürşit olmaya layık görülmüştür. Mürşidimiz Abdullah Demircioğlu Hoca Efendi kendi mürşidi Hacı Mustafa Hayri Baba Hazretleri tarafından icazet almıştır ve iki kanatlı, zâhiri-bâtınî ilim dolu anlamına gelen “Zülcenâheyn” hitabına mazhar olmuştur. Mürşidimiz İslam’sız (şeriatsız) bir tasavvuf anlayışın olmadığını vurgulamıştır. Önce ‘şeriat gemisine’ binilmesini sonra ‘tarikat denizinde’ yol alıp ‘hakîkat’ ve ‘marifet’e ulaşmanın mümkün olduğunu buyurmuştur. Eskiler senelerce İslam’ı öğrenmekle meşgul olur sonrasında tasavvufi hayatı yaşamak için dergahlara, tekkelere, zaviyelere yerleşirlerdi. Orada bir mürşidin gözetimi altında en ağır işler yaparak nefsle mücadele ederek manen terakki etmeye çalışırlardı. Böylece adım adım nefs mertebelerinden (emmâre, levvâme, mutmainne) geçerek vâsıl-ı illallah olmak için gayret ederlerdi. Mürşidimizin buyurduğu üzere kademe kademe zikir meclislerinde pişen, nefsini tezkiye eden ve basamakları aşan kişi sevinç ve huzur içinde: “Ey itminana erişmiş ruh! Dön Rabbi’ne. Sen O’ndan razı, O da senden razı olarak. Haydi gir kullarımın içine, gir cennetime!”[2] hitabını duymaya nail olur… Öncelerde tekkede devamlı kalınıp, hücrelerde halvete girilirdi. Şimdilerde bu uygulama azalmış olup uzaktan dahi olsa manevi terbiye mümkün oluyor Cenâb-ı Allah’ın izni ve inayetiyle. Hz. Mevlâna, Şems-i Tebrizi, Tapduk Emre, Yunus Emre, Seyyid Burhaneddin Hazretleri, Akşemseddin, Hacı Bayram-ı Veli, Şeyh Edebali gibi dervişler Anadolu’nun dergahlarında yetişmiş olup türbeleri hâlâ ziyaret edilmektedir. Her bir veli zikir ehli idi ve nefsle mücadele etmiştir. Zikir, Arapça kelime olarak anmak, hatırlamak, hatırda tutmak gibi anlamlarına gelmektedir. Zikir, ibadetlerin özüdür. Birçok âyette Cenâb-ı Allah bize zikretmekten bahsediyor ve hatta zikretmeyi emir buyuruyor. Allah’ı (c.c.) zikretmenin daha büyük olduğunu[3], kalplerin ancak Allah’ın (c.c.) zikriyle itminan bulduğunu[4], felah bulmamız için Allah’ı (c.c.) çok zikretmemiz gerektiğini[5] Rabbimiz bize daha nice âyetlerde hatırlatıyor. Peygamberimiz (s.a.s) de Allah Teala’yı (c.c.) zikretmenin en hayırlı amel olduğunu[6], dilimizin hep Allah’ı (c.c.) zikretmesini buyuruyor[7]. Kişi, sevdiğini çok anar, andığını çok sever düsturuna uygun Allah Teala’yı zikretmenin O’na olan muhabbeti artırdığına da şahit oluyoruz.
Yunus Emre (k.s.) dervişliğin, tasavvufî hayatın görüntüden ibaret olmadığını şu sözleriyle bize hatırlatıyor: “Dervişlik olaydı taç ile hırka. Biz dahi alırdık otuza kırka.” Tasavvuf hayatı kişinin kişisel ve tekâmül yolculuğudur. Bu yüzden kişinin yaşadıkları ve tecrübe ettikleri özeldir. Mürşidimiz de bize tasavvufun anlatılmaz ama yaşandığını özetler ve tasavvuf yoluna girildiğinde kişinin kötülükleri atarak ilerlediğini, zikrullah ile zevk bulduğunu, dünyaya ehemmiyet vermediğini şu şiirinde bahseder:
“Tasavvuf yolunu tuttum giderim
Bütün kötülükleri attım giderim
Zikrullahtan başka zevk yoktur bana
Dünyayı bir pula sattım giderim.”[8]
Mürşidimiz bir başka şiirinde Kâdiriliği şöyle tanımlıyor:
“Mânevi bir orduyuz
Rabbimizin kuluyuz
Resûlullâha kadar
Hâlisiye koluyuz
Yolumuzda yok hüddam
Dünya vermez bize gam
Zikrullâhla yaşarız
İşte bu benim kavgam.[9]
Bu güzel tasavvuf tariflerine uygun olarak, İslam’ın özünü yaşamak, tanıtmak ve örnek teşkil etmek nasip olsun. Gösteriş, riya, kibir, her türlü kötü hasletlerden ve haramdan uzak, arınmış olarak Kur’ân ve Sünnet ahlakıyla ahlaklanmak nasip olsun…
Rabbimiz bizi bu yolun kabul edilmişlerinden, hesabı görülmüşlerinden eylesin…
Rabbimiz bizi kendine layık kul, Habibine layık ümmet ve Pirimize, Meşayihimize ve Mürşidimize layık evlat eylesin…
Âmin!
Vesselâm
[1]Buhârî, Îmân, 37.
[2]Fecr 89/26-30.
[3]Ankebût 29/45: “Allah'ı anmak (olan namaz) elbette en büyük ibadettir.”
[4]Ra’d 13/28: “Biliniz ki, kalpler ancak Allah'ı anmakla huzur bulur.”
[5]Cum’a 62/10: “Allah'ı çok zikredin ki kurtuluşa eresiniz.”
[6]Tirmizî, Da’avât, 6: Ebü’d-Derdâ’dan (r.a.) rivayet edildiğine göre Rasûlullâh (s.a.s.) ashâbına: “Size en hayırlı, Allah katında en değerli, derecinizi en fazla yükseltecek, sizin için sadaka olarak altın ve gümüş dağıtmaktan daha kazançlı, düşmanla karşılaşıp da sizin onların boynunu vurmanızdan, onların da sizi öldürmesinden daha çok sevap getirecek amelin ne olduğunu haber vereyim mi?” diye sordu. Onlar da: “Evet, söyle.” dediler. Rasûlü Ekrem de: “Allah Teâlâ’yı zikretmektir.” buyurdu.
[7]Tirmizî, Da’avât, 4: Abdullah b. Büsr (r.a.) şöyle dedi: Bir adam Rasûl-i Ekrem’e (s.a.s.) hitâben “Yâ Rasûlallah! İslâmiyet’in emirleri çoğaldı. Bana sıkı sıkıya yapışacağım bir şey söyle.” dedi. O da: “Dilin hep Allah’ı zikretsin!” buyurdu.
[8]Abdullah Demircioğlu, Sana Esirim (İstanbul: İpek Yayınları, 2011), 237-238.