O'ndaki Allah sevgisi, ruhunu doldurmuş, daha peygamberliğine tekaddüm eden aylarda inziva hayatında iken halk O'nun için: "Muhammed Rabb'ına âşık oldu" demeye başlamıştı.
İbadet, riyâzat ve mücâhede sonucu ruhta meydana gelen ve inkişâf, marifet-i ilâhiyye ve varlık konusunda bir takım ledünnî ve keşfi bilgilerin ortaya çıkmasını, aşk, cezbe, şevk ve zevk gibi rûhi duyguların yaşanmasını sağlar. Bu yüzden bazı mutasavvıflar tasavvurun bu yönüne dikkat çekerek bu tür tanımlar yapmışlardır.
Cûneyd Bağdâdî'nin iki sözü sûfîlerin ruh hâlini ve marifet-i iâhiyye anlayışını ifade etmektedir:
a)”Tasavvuf, Hakk'ın seni senlikten öldürüp kendisiyle diriltmesidir.”
b)"Tasavvuf, sûfînin içinde bulunduğu bir sıfattır. Bu sıfat, hakikati itibarıyla Hakk'ın, suret ve zahiri itibarıyla halkındır."
Ebû Ya'kub el-Mezâyilî: "Tasavvuf, her türlü sıfatın kaybolduğu bir haldir." der.
Ayrıca Kur'ân'da onun şahsına özel olarak: "Gecenin bir bölümünde uyanıp kalk ve sana mahsus olmak üzere bir nâfile (teheccüd) namazı kıl! Ola ki, Rabbin seni övgüye lâyık bir makama ulaştırır"(1), "Senin Rabbin şüphesiz bilir ki, sen gecenin üçte ikisinden daha azını, yarısını ve bazen de üçte birini ibadetle geçirmektesin"(2) âyetleri O’nun gece namazına düşkünlüğünü tescil etmektedir. "Farz namazlardan sonra en faziletli namaz, gece namazıdır"(3) hadis-i şerifi, O'nun gece ibâdetine verdiği önemi ve gece namazının erdirici özelliğini gösterir. Efendimiz'in, geceleri dizleri şişinceye kadar ibâdet ettiğini ve kendisine "gelmiş geçmiş bütün günahlarının bağışlandığının Kur'ân diliyle haber verildiği" hatırlatıldığında şu cevabı verdiği bilinmektedir: "Şükredici bir kul olmayayım mı?"(4) Bu cevap O'nun ibadetten aldığı ruhî hazzı gösterir.
Farz ibadetlerin dışında nafile namaz ve oruç gibi zikir, duâ ve istiğfarla çokça meşgul olduğu ve bu konuda ümmetine tavsiyelerde bulunduğu hadis ve şemail kitaplarında nakledilmektedir. Dualarında, diğer ibadetlerinde olduğu gibi, tam bir vecd ve coşku içinde Rabbine iltica ettiği: "Sana teslim oldum, sana iman ettim, sana güvendim, sana sığınıyorum" gibi lâfızlarla O'na olan teslimiyetini ifade buyurduğu bilinmektedir.
Peygamberliğinin başlangıcında Hira mağarasında halvet hayatı yaşadığı gibi, Medine'de Ramazan aylarının son on gününde itikâfa girer ve bu inziva sırasında ruhu yükselir, Cebrail ile Kur'ân'ı mukabele ederdi.
O'ndaki Allah sevgisi, ruhunu doldurmuş, daha peygamberliğine tekaddüm eden aylarda inziva hayatında iken halk O'nun için: "Muhammed Rabb'ına âşık oldu" demeye başlamıştı. Peygamberliğinden sonra da halktan dost olduklarına ancak Allah için dost olmuş ve: "Allah'tan başka bir dost edinecek olsaydım, Ebû Bekr'i edinirdim" (5) buyurmuştur. "Ben Allah'ın dostuyum; ama bunu öğünmek için söylemiyorum"(6) derdi. "Kişi sevdiği ile beraberdir" inancıyla ömür boyu Rabbı ile beraber olma ruhî olgunluğunda yaşadı ve nihayet dünyâ ile âhireti tercîh konusunda muhayyer bırakıldığında: "Allâhümme er-Refîka'l-a'lâ; Senin yüce cânib-i izzetini tercîh ediyorum"(7) diyerek ruhunu teslim etti.
Ondaki ruhî kemal, Allah sevgisiyle birlikte Allah'tan sakınmayı gerektirecek ölçüdeydi. Nitekim: "Ben içinizde Allah'tan en çok korkanınızım. O'ndan en çok sakınanızım"(8) buyururdu. Ancak ondaki bu korku, sevgi karışımı bir korkuydu. Tasavvufta "heybet" diye anlatılan sevgi ve korku hislerinin beraber bulunması hali, Allah Rasûlünde en üst seviyedeydi. Ondaki Allah sevgi ve korkusu sebebiyle O, görenler ve dinleyenler üzerinde son derece etkili bir iz bırakırdı. Hattâ bir hadis-i şerifte: 'Ben, düşmanlarımı bir aylık mesafeden korkutacak bir ruhî güçle mücehhez kılındım"(9) buyurmuştu. Hz.Ali'nin ifâdesine göre " O’nu ilk görenin kalbine heybet hissi dolardı. Fakat O'nu tanıdıktan sonra insanın gönlünde samimî bir muhabbet peyda olurdu. O'nu görenler arasında mehabetinin etkisinden titreyenler olur, O: "Korkma, ben Kureyş'ten, güneşte kurutulmuş et yiyen: bir kadının oğluyum" (10) buyurarak karşısındakini rahatlatırdı.
O'na bakan yüzünü ayıramaz, O'nun yüzündeki nûrânîlik pek çok kimseye: "Bu yüzün sahibi yalancı olamaz"(11) dedirterek müslüman olmalarına sebep olurdu.
O'nun rûhânî ve nûrânî etkisi sohbet sırasında sahâbîler üzerinde de tesirini gösterir, huzurunda bulunanlar, ruhlarının melekûtî âlemlere yükseldiğini hissederlerdi. Nitekim Hanzala (r.a): "Yâ Rasûlallah, senin sohbetinde bulunduğumuz zaman dünyadan soyutlanarak mânen yükseliyoruz; Cennet ve Cehennemi görür gibi oluyoruz. Bütün dünyevî emellerden sıyrılıyoruz. Fakat ailelerimize ve işlerimize dönünce durum değişiyor" deyince Efendimiz (s.a.v): "Yâ Hanzala! Sizler benim yanımdaki vecd ve heyecanınızı muhafaza edebilseniz, meleklerin sizinle yolda musafaha ettiğini görürdünüz"(12) buyurdu.
O'nun sohbetinin ruhlarda meydana getirdiği tesir sebebiyle, hadis kitaplarında sahâbîlerin O’nu dinlerken "Sanki başlarına kuş konmuş da onu kaçırmamak için hiç kımıldamadan pür-dikkat kesildikleri"(13) rivayet edilmektedir.
Allah Rasûlü'nün vecd hâlini anlatan son bir rivayete yer vermek, tasavvuftaki vecd ve cezbe hâlinin Hz. Peygamber'deki örneğini göstermek açısından ilginçtir:
Anlatıldığına göre, Hz. Peygamber'e bir gün bir hâl arız olmuş, kendinden geçerek çevresinde olanlardan soyutlanmıştı. Bu halde iken Hz. Âişe yanına girdi ve Hz. Peygamber ona: "Sen kimsin?" diye sordu. Âişe (r.a): "Âişe," cevabını verince Allah Rasûlü: "Âişe kim?" dedi. Hz. Âişe: "Sıddîk'ın kızı." karşılığını verdi. Bu sefer Efendimiz: "Sıddîk Kim?" diye soruyu yenileyince Âişe anamız: "Muhammed'in kayınpederi." dedi. Tekrraren: "Muhammed kim?" diye sorulunca Hz. Âişe, Allah Resûlü'nün bir başka âlemde olduğunu ve sükût etmesi gerektiğini anladı ve başka soru sormadı.
Allah Rasûlü, çevresindeki ashabına rûhânî bir hayat yaşatırdı. Sahâbîler O'nun sohbetlerindeki bu dînî his, heyecan, aşk, vecd ve istiğrak duygularını hal yoluyla kendilerinden sonrakilere nakletmişler ve bu hayat kaybolmadan günümüze kadar gelmiştir. Rûhânî hayatı, yazılı ve sözlü olarak anlatım mümkün olmadığı için gönülden gönüle, kalbden kalbe aktarılagelmiştir. "Mü'min mü'minin aynasıdır"(14) hadisinde anlatıldığı gibi, hallerin ve duyguların eğitimi in'ikâs yoluyla; beraber ve bir arada bulunmak suretiyle olur. O'nun bu rûhânî ve ahlâkî sıfatlarının manevî in'ikâs yoluyla devam etmesi sebebiyle Allah Teâlâ: "Biliniz ki, Allah'ın Rasûlü aranızdadır"(15) "Sen onlar arasında bulunduğun sürece Allah onlara azab etmez"(16) buyurmaktadır. Bu âyetlerde anlatılan Allah Rasûlünün Âsr-ı saadetten sonra ümmetle beraberliği ve aramızda bulunuşu manevi ve ruhanîdir.
Ayet ve hadislerde anlatılan, Peygamberimiz ve ashabının yaşadığı rûhânî hayat, tasavvufî hayatın temelini oluşturmuştur. Bu hayat, yaşanarak ve in'ikâs yoluyla, kalpten kalbe hal yoluyla intikal şeklinde gelmektedir. Zahirî, ta'limî, aklî-mantıki bir hayat değil, bâtınî, kalbî, keşfi ve rûhânî bir hayattır. Tecrübe ve yaşama yoluyla intikal ettiği için buna "İlm-i veraset" de denilir.
1)El- İsra, 17/79.
2)El- Müzzemmil, 73/20.
3)Müslim, Sıyam 232; Ebû Dâvûd, Savm 55.
4)Buhari, Teheccüd 6.
5) bk.Buhâri, Fezâilu’s-sahâbe 3.
6) Tirmizi, Menâkıb 16.
7)bk.İbni Hanbel,VI,48.
8)Buhari, İmam 13; İ’tisam 27.
9)Buhari, Teyemmüm 1; Dârimi, Siyer 28.
10) İbn Mâce, Et’ıme 30.
11) bk.Tirmizi, Kıyâme 42; İbn Mâce, İkâme 174.
12) İbn Mâce, Zühd 28.; Müslim, Tevbe 12, 13; Tirmizi, Kıyâme 59; İbn-i Hanbel II, 305; III, 175.
13) Buhari, Cihad 37; İbn Hanbel, IV,278.
14)Ebû Davud, Edeb 49; Tirmizi, Birr 18.
15)el-Hucurât, 49/7.
16)el-Enfâl, 8/33.
----------------------------------
Prof. Dr. Hasan Kâmil Yılmaz