Ammar b. Yâsir der ki: “Zü’l-Uşeyre gazasında Ali b. Ebi Talib’le iki yoldaştık. Resûlullah (a.s.) Zü’l-Uşeyre’de konaklayınca, Müdlic oğullarından bazılarının su ve hurma üzerindeki çalışmalarına baktık.
Ali b. Ebi Talib bana:
‘Ey Ebu Yakzan! Şu kavmin yanına vaprıp nasıl çalışıyorlar bir baksak olmaz mı?' dedi.
Ben de:
‘Gitmek istiyorsan, gidelim’ dedim.
Gittik, onların yanlarına vardık. Yaptıkları işleri bir müddet seyrettik. Sonra, bizi uyku tuttu. Ben ve Ali, gidip küçük bir hurma ağacının altına, yumuşak toprak üzerine uzanınca, uyuyakaldık.
Vallahi, Resûlullah (a.s.) yanımıza gelip ayağıyla kımıldatmadıkça, uyanamadık!
Uyuduğumuz sırada, toza toprağa bulanmışız!
Resûlullah (a.s.), Ali b. Ebi Talib’i tozlara topraklara bulanmış görünce:
‘Sana ne oldu Ebu Turab?’ diye sordu. Sonra da:
‘Size halkın en haydudu, yaramazı olan iki kişiyi haber vereyim, söyleyeyim mi?’ buyurdu.
‘Evet yâ Rasûlallah! Haber ver, söyle!’ dedik.
Resûlullah (a.s.):
‘Biri, Salih Peygamberin dişi devesini ayaklarını keserek öldüren Semud kavminin Uhaymir’idir; diğeri de ey Ali, seni şöylece vuracak olandır!’ buyurdu ve Ali’nin başının neresine vurulup nereye kadar kana boyanacağını sakalını tutarak işaret etti.”(1)