-Buyrunuz Efendi!. Mahzenimin en leziz şarabıdır, sizin için ta Gürcistan'dan getirdim. İçip safalanınız.
İstanbul’da, Yıldız Parkı’nın sahil girişinin hemen yanından çıkan küçük sokak sizi Yahya Efendi Türbesi’ne götürür. Zarif mezar taşlarıyla koyu servilerin birbirlerine sırtlarını dayayıp zamanı eledikleri müşrif ve müşerref bir mekândır burası. Taşlık yolu geçip de içeriye girdiğinizde Yahya Efendi’nin heybetli sandukasının ayakucunda küçük bir sandukaya rastlarsınız. Yahya Efendi’nin sadık müritlerinden Ali Efendi, nam-ı diğer Apostol Efendi yatar burada.
Rivayet odur ki Yahya Efendi, sütkardeşi Sultan Süleyman Kanuni tahta çıktıktan sonra İstanbul’da oturmamış, Beşiktaş-Ortaköy civarında kendisine bir zaviye edinmiş. O vakitler Beşiktaş ve Ortaköy, birer küçük köy olup yolu izi belli değilmiş. Ulaşımı denizden olur, açıkta Barbaros’un gemileri durur, pazarda Rumca ve Ermenice konuşulur, camilerinden çok kiliseleri işlermiş. Yahya Efendi’nin Apostol isimli gemici bir komşusu varmış. Arazilerinin birleştiği yerde kocaman bir asma, her ikisinin bahçelerine dallar vererek koyu gölgeler yayar, Yahya Efendi de arkadaşları ve müritleriyle burada oturup sohbetler edermiş. Gemici Apostol, bazı yaz ikindilerinde ürkek bakışlarla onları izler, bunların Allah katında iyi kullar olduğuna hükmeder, bilhassa Yahya Efendi’den çok etkilenirmiş. Amma ki ne kendisi ona yaklaşmış, ne de ondan bir davet almış. Yalnız bir ara onun Trabzonlu olduğunu ve Sultan Süleyman ile Trabzon’da beraber büyüdüklerini, hatta ikisinin sütkardeşi olduklarını işitmiş, o kadar.
Apostol, her zamanki gibi uzun bir sefere çıkmış. Bu sefer rotası Rize taraflarını gösteriyormuş. Dönerken Trabzon açıklarında şiddetli bir fırtınaya yakalanmış. Dalgalar gittikçe büyümeye, gemisi gıcırdamaya, seren sallanmaya başlamış. Apostol bir yandan gemisini, bir yandan mürettebatı ve hamulesini düşünürken diğer yandan hanımı ve çocukları gözünün önüne geliyormuş. Pek öyle koyu bir Hıristiyan da sayılmazmış. Allah’a inanırmış, o kadar. Allah’a el açacakmış ama ne diyeceğini bilemiyormuş. Gözleri, uzaktan silueti görünen Trabzon’a “İmdat!” der gibi bakarken birden Trabzonlu olan Yahya Efendi gözünün önüne gelivermiş. Apostol ellerini açıp şöyle demiş:
“Ey Yüce Allah! Senden ne, nasıl istenir bilmem. Ama beni çoluk çocuğuma kavuştur, malımı mülkümü bana bağışla. Bunu da komşum olan o adam için yap. Çünkü sanıyorum ki onu seviyorsun.”
Apostol duayı tamamladığı sırada dalgalar sanki yağ olup erimişler. Apostol’un içi içine sığmaz olmuş. Tayfalarına bahşişler vermiş. Sakladığı şarapların en yıllanmışlarından iki fıçıyı getirtip güvertede kutlamaya başlamış. İlk fıçının dibini bulduğunda aklına yine Yahya Efendi düşmüş. Önünde duran ikinci fıçıya bakmış ve “Bu değerli şarabı ona hediye götürmeliyim” deyip eğlenceyi dağıtmış. Yolculuk bittiğinde Apostol, Yahya Efendi’yi asmanın altında dostlarıyla oturur bulmuş. Hal hatır sorduktan sonra adamlarından birine taşıttığı fıçıyı önlerine koymuş ve daldırmış maşrapayı:
“Buyurunuz Efendi! Mahzenimin en leziz şarabıdır, sizin için ta Gürcistan’dan getirdim. İçip safalanınız.”
Yahya Efendi kendisine uzatılan maşrapayı almış ve çevresindekilerin hayret dolu bakışları arasında kafasına dikivermiş. Teşekkür etmeyi de unutmamış:
“Dediğin kadar varmış Apostol Efendi! Teşekkür ederim; şimdi de arkadaşlarım tadına baksın; ne dersin!”
Apostol, adamlarından bardak getirmelerini söylemiş. Sunulan doluları ellerinde tutan adamlar birbirine bakıyorlarmış. Sonra Yahya Efendi başıyla içmelerini işaret etmiş. Bir de bakmışlar ki içtikleri buz gibi bir nar şerbeti. Sırayla teşekkür etmişler:
“Pekâlâ imiş. Böyle nar şerbeti İstanbul’da bile bulunmaz!”
“Nefis, nefis! Hiç böyle güzel nar şerbeti içmemiştim!”
Apostol şaşkın, perişan, aklı başından gitmiş, adamlarına bağırıyormuş:
“Yanlış fıçıyı getirip beni mahcup ettiniz, o yıllanmış şarap fıçısını getirin çabuk!”
Yahya Efendi araya girmiş:
“Hayır, Apostol Efendi, yanlışlık yok. Onlar doğru fıçıyı getirdiler. Lakin senin şarap şu meclise girebilmek için nar şerbetine dönüştü.
İSKENDER PALA