En büyük insan fâtihleri; peygamberler, sahabîler, veliler ve bu çizgide yürüyen bilginler ve düşünürler hangi kapıdan girmişlerse bizim de o kapıdan girmemiz gerekiyor.
İçimde şöyle bir misal beliriyor:
Eğriler ve doğrular, güzeller ve çirkinler karşısında şaşırmış insana, hakikate kapalı olan kapılarından girmeye çalıştım, karşıma ikinci bir kapı çıktı. Bu kapıyı kırdım, karşıma bir kapı daha çıktı. Bu kapıyı da kırdım, bu kez aşılmaz bir surla karşılaştım.
Surların burçlarına tırmandım, ama fayda etmedi, insan kendisini sur içinde surla gizleyip duruyor, ben zorladıkça surlar sürekli olarak çoğalıyordu.
Kapıları ve surları zorlamayı bırakıp gönlüne yöneldim, gönlü açıktı, sevgiyle girdim. El sıkışıp tanıştık. Önce selamlaştık, sonra kucaklaştık. Gözlerden gönüllere ince bir yol gidiyordu, yürüdük.
Etkiler değişince tepkiler de değişti. Surlar silindi, kapılar kayboldu ve buluştuk.
Fetih bir zorbalık hareketi değildir. Dünyayı, mürşidi Akşemseddin’in ak ve aydınlık gönlünden seyretmeye ve çağın akışını, kesin, kararlı ama yumuşak çizgilerle değiştirmeye tutkun Fâtih, insana insanca ve İslâm’ca girmenin usulüyle surlarla kelepçelenmiş karanlık Bizans’a hür ufukların aydınlığını taşımıştır.
Eğer fetih bir zorbalık hareketi olsaydı, Kostantiniyye’de taş üstünde taş, gövde üstünde baş kalmazdı.
Genç Fâtih’in meftuh ülkenin insanları tarafından çiçek yağmuruna tutulması, korkunun değil sevginin eseriydi.
Fâtih, Bizans’ın sadece taşını ve toprağını değil, insanlarını da fethetti. Asıl büyük fetih de buydu. Ordular, komutanlar, erler ve bütün reaya Fâtih’e, genç ve güçlü Fâtih ise, hocası ve mürşidi Akşemseddin’e tabi idi. Akşemseddin’in ak müridleri tezgâhlarında insan okuyup insan dokuyordu.
Ruhun yaralarını sevgi ve hoşgörüyle saran büyüklerin, insanı insana açan bu ince tavrı, en büyük fethi doğuruyordu.
Peygamberler ve sahabîlerinden sonra en büyük insan fâtihleri olan veliler, bilginler ve düşünürler eğriler ve doğrular karşısında şaşıran toplumları böyle yoğuruyorlardı.
İnsanın fethi, onun gönlünün insan tabiatıyla uyumlu, ince, zarif, yumuşak, tatlı ve ılık sevgi çizgileriyle işlemeye bağlıdır. Anadolu insanını fethe çıkan Horasan Erlerinin izledikleri ince yol budur. Bunun dışında insana giden bütün yollar tıkalıdır. İnsan tabiatıyla hiçbir zaman uyum sağlayamayan zorbalık, sadece insana değil kadere de ters bir usuldür.
İnsan kendi iradesi içinde hürdür. Hür iradeye sevgi ve hoşgörüyle yaklaşmak, insan ruhunu aydınlığa kavuşturmaktadır. İnanmak ya da inanmamak, yaşamak ya da yaşamamak, bu iklim içinde yanıp sönen bir parıltıdır. Bu parıltının devamlılığı zorbalığa bağlı değildir. Zorbalık karanlığa karanlık katan ve aydınlığı da karartan bir harekettir.
İnsana, kendisine kapalı yollardan girmeye çalışmak ona zulümdür. Bu zülüm çarkı dönmektedir zamanımızda, bütün ülkelerde ve bütün toplumlarda, çağdaş insan bunun için eziktir. Anarşi bu eziklikten kaynaklanmaktadır. İnsan insana tıkanmış ve belirli kesimlerin panjurları belirli kesimlere kapanmıştır. Artık hiç kimse hiç kimsenin yüzüne kolay ve rahat bakamamakta ve insanca yaklaşımların simgesi olan selam ve musâfaha tadını tadamamaktadır.
Fethin ilk şartı, insana yönelmektir. Fâtih, İstanbul’a yönelmeden, önce insana yönelmiş, kendi toplum fertlerinin inançları ve gayeleri ile aynı çizgide dengeye girip girmediğini bazen bizzat, bazen bağlı bulunduğu zevat kanalıyla denetlemiş ve toplumunun hamleye müsait olduğunu tespit ettikten sonra harekete geçmiştir.
Hareketin zaman ve zemini olayın sonucuyla bağlantı halindedir. Müsait olmayan bir zeminde zamansız bir hareket, çökmelere ve çürümelere sebep olmaktadır.
İnsanın fethi için, onun gönlünün gerçeğe açık olduğu anı beklemek gerekmektedir. Aksi takdirde erken hareket müdahale, kaba ve ham öğütler, sert hareketler eğrilen insanı doğrultmamakta, onu büsbütün yamuk hale getirmektedir.
Bizim en mühim ve en büyük görevimiz, iyinin, güzelin ve doğrunun, biraz daha net bir deyişle son ve som gerçeğin dışında kalanları bu ince esprinin içine ve gözesine çağırmak.
Ama ondan da önce daha da önemli bir görevimiz var; yaşamak…
İyiyi, güzeli ve doğruyu kendi kabalıklarımızla kirletmeden, onu kendi esprisi için de ve kendi kurallarıyla yaşamak, bulandırmadan yaşamak.
Son ve som gerçek İslâm’ı, kendi hamlık ve kabalıklarımıza kurban etmeden, Peygamber (s.a.s) ve sahabî (r.anhüm) inceliği içinde, dervişçe ve ermişçe yaşamak.
İnsana geçit veren başka bir yol yoktur. Sözünü ettiğimiz yaşayışı gerçekleştirdiğimiz gün, çağrılara bile gerek kalmayacak ve bu ince yaşayış biçimlerimiz bile bizatihi bir çağrı olacaktır.
“Müslüman, öylesine diri ve canlı ol ki, seni öldürmeye gelen sende dirilsin” diyen Büyük Sanatkâr bunu vurgulamaktadır.
Ama biz...
Oysa bugün ve biz...
Gidiş öyle bir gidiş ki, yaşamak yaşamak dedik, hayatı hayatta boğduk. İslâm, İslâm derken bile, insanı İslâm’dan kovduk.
Çağırırken bile kovduklarımız, severken bile sövdüklerimiz, korkuttuklarımız, ürküttüklerimiz ve “Müjdeleyin iğrendirmeyin, kolaylaştırın zorlaştırmayın” hadisinin tersi içinde yitirdiklerimiz...
Acı bir çığlıktır kopan, ruhumuzdan yonga yonga!
Bunun çilesini çekiyoruz şimdilerde.
(Zuhûr Dergisi'nden alıntıdır)