Bir an olsun düşüncelerden vazgeçsen ne olur? Balık gibi bizim denizimize dalsan, orada dalgalar yutsan ne çıkar?
Düşüncelerinden uyur, onlardan vazgeçersen Ashâb-ı Kehf’ten sayılırsın, düşüncelerden mukaddes, münezzeh bir nur kesilirsin; ne olur bu hale gelsen!
Sen bir saman çöpüsün, bizse devlet kehribarıyız; şu samanlıktan sıyrılıp kehribara dönsen ne olur ki…
“Artık bu sefer toprak olacağım” diye yüz kere ahdettin. Bir kerecik de ahdinde dursan ne çıkar.
Sen gizli bir incisin amma şu samanlıkta toprak rengini almışsın. A güzel yüzlü, ne olur yüzündeki tozu toprağı bir yıkasan da arınsan!
Padişah oğlusun sen, Cebrâil’in bile secde ettiği varlıksın sen. Ne çıkar a yoksul babanın yurdunu bir arasan!
Tümden ayrılmış bir parçasın, bedenden ayrılmış bir elsin ancak; bari bundan sonra bizden ayrılmasan ne olur!
O vakit başsız kalırsın, malın mülkün gider, hırstan, kibirden ayrılırsın; fakat işte o zaman ululuk âleminde baş gösterir, görünürsün; bunu yapsan ne olur!
Hakk’ın zikrinden bir şerbet iç de düşünceden kurtul. Ey ilâhi rızaya mazhar olan, savaşa sarılmasan ne olur. Yeter artık, sen bir dağa benzersin; dağda altın madeni ara, bağırmayı bırak. Bağırıp dağı seslendirmesen ne çıkar!
Geldiğin Yer Hiç mi Aklında Yok? (Gölpınarlı, IV, 154-155; Furûzânfer, 304)
Hiç biliyor musun? Rebap (telli bir çalgı) ne diyor, gözyaşlarıyla yanıp kavrulmuş ciğerlerle neler söylüyor?
Diyor ki etinden uzak düşmüş bir deriyim ben, nasıl ağlamayayım, nasıl dertlenmeyeyim ayrılıktan?
Tahta da diyor ki, yemyeşil bir daldım ben; balta kesti, bıçkı dildi beni.
A padişahlar, ayrılık garipleriyiz biz; sonunda dönülüp huzuruna varılacak Hakk’a feryat etmedeyiz, duyun feryadımızı.
Önce Hakk’tan ayrıldık da şu dünyaya geldik; fakat halden hale, şekilden şekle döne döne ona gidiyoruz biz.
Sesimiz, kervandaki çana benziyor yahut da buluttan düşen yıldırım sanki.
A konuk, hiçbir durağa gönül verme; çünkü ondan çekilip ayrılırken yaralanırsın sonra.
Rebabın şu dosdoğru sesi, ister Türk olsun, ister Rum ülkesinden, ister Arap; âşıksa onun dilincedir, onun dilidir.
Müjdeler olsun ey kavim! İşte bu, kapının açılışıdır; tezce dolanmaktan, batmaktan kurtuldunuz artık.
Kitabın aslı, yanında olan sevgilinin râzılık vakti geldi çattı, ferahlayın.
Dedi ki kaybettiklerinize üzülmeyin; perdeleri yırtıp yakan dolunay göründü.
Otlak, sulak bir yer burası, çöktürün develerinizi; öyle nimetler var burada ki sayıya sığmaz.
Sevgide çekilen cefada binlerce vefa var; sevgiyle susmada güzel güzel konuşma lezzeti var.
A ulular biz sustuk, susmadaki sırrı anlayın artık; doğrusunu daha da iyi bilir Allah.
Benden Ayrılma Demedim mi? (Gölpınarlı, III, 250; Furûzânfer, 1725)
Demedim mi sana, gitme oraya; seni tanıyan, bilen benim ancak; şu yokluk serabında yaşayış kaynağı benim ancak.
Kızsan da, bin yıllık yola gitsen de sonunda gene bana gelirsin; varacağın yer benim ancak.
Demedim mi sana, dünya hallerine, dünya şekillerine râzı olma; senin râzı olacağın otağın, şekillerini düzen benim ancak.
Demedim mi sana deniz benim, sen bir balıksın; karaya, kuruluğa gitme; arı duru denizin benim ancak.
Demedim mi sana, kuşlar gibi tuzağa gitme; gel, kanatlarına uçuş gücünü veren benim ancak.
Demedim mi sana yol kesenler var, seni soğuturlar, buz gibi ederler; havandaki ateş de benim, ıssılık (hararet) da benim ancak.
Demedim mi sana, kötü huylar verirler sana; beni kaybedersin; hâlbuki senin arı duru kaynağın benim ancak.
Demedim mi sana; “kulun işi gücü hangi sebeple düzene girer acaba?” deme; sebepsiz, cihetsiz yaratıcı benim ancak.
Gönlünde bir ışık varsa bil bakalım, nerede evinin yolu; ilâhi huyluysan eğer, bil ki ev sahibin benim ancak.
Bizi sosyal medyada paylaşın: