Şefkat dolu kucağı bütün çocuklara açık olan Efendimiz, ensâr-ı kirâmın yani Medine’li Müslümanların çocuklarına ayrı bir muhabbet beslerdi.
Kendisini ve muhâcir arkadaşlarını sıcak bir ilgiyle karşılayan ve ellerindeki her imkânı onlarla paylaşmaya çalışan bu fedakâr insanlara duyduğu sevgiyi, onların çocuklarına “Vallahi sizi çok seviyorum” diye daha bir cömertçe sunardı. Bu şanslı çocukların başında şüphesiz Enes İbni Mâlik gelirdi.
İŞTE BENİM SÜNNETİM
Sabahtan akşama kadar emrine âmâde olan Enes’e, yavrucuğum anlamında “yâ büneyye” diye hitap ederek bilmesi gereken İslâm edebini öğretirdi. Meselâ evine giren bir insanın önce ev halkına selâm vermesi gerektiğini hatırlatarak:
“Yavrucuğum! Ailenin yanına vardığın zaman selâm ver. Böylece hem sen hem de aile fertleriniz berekete nâil olursunuz.” buyururdu. Çünkü kendisi de öyle yapardı. Gönüllere huzur veren tatlı sesi, Allah’ın selâmını terennüm ettiği zaman, işitenlere derin bir haz verirdi.
Herkesin çocukluk günlerinde arkadaşlarıyla veya yalnız başına kıldığı namazlarda, yapılmaması gereken davranışlarla ilgili çeşitli hâtıraları vardır. Fahr-i Cihân’ın hizmetine başladığı zaman dokuz yaşında küçük bir çocuk olan Enes, namaz kılarken sağa sola bakmış olmalı ki, Sevgi Çağlayanı Efendimiz ona bu kusurunu pek tatlı bir şekilde hatırlattı:
“Yavrucuğum! Namaz kılarken sağa sola bakınma. Çünkü namazda sağa sola bakınmak bütün sevapları alıp götürür. Kendini tutamıyor, mutlaka bakman gerekiyorsa, farz namazlarda değil nâfile namazlarda bak” dedi (Tirmizî, Cum’a 59).
Herkese hoşça bakmayı, hoş geçinmeyi, kimseye karşı gönlünde kin, haset ve nefret beslememeyi tavsiye eden Peygamberler Sultanı, Enes’e:
“Yavrucuğum! Sabahtan akşama, akşamdan sabaha kadar gönlünde kimseye karşı kin beslemeden durabiliyorsan, bunu yapmaya çalış”, buyurdu; sonra da sözünü şöyle tamamladı:
“Yavrucuğum! İşte bu benim sünnetimdir. Benim sünnetimi kim canlı tutarsa beni seviyor demektir. Beni kim severse, cennette benimle beraber olur” (Tirmizî, İlim 16).
Birbirine bağlı bu iki öğüt, Müslümanın şahsiyetini inşâ eden iki temel unsurdur. Müslüman asla kin tutmaz. Ummanlar gibi geniş olması, herkesi sarıp kucaklaması gereken gönlünü kin hastalığı ile çölleştirmez. Çünkü kin, durduğu yerde durmayan, başka rahatsızlıklar üreten bir mânevî hastalıktır.
Bu hastalığa yakalanan kimse, Müslüman kardeşini kendine hasım görür; onun uğradığı her zarara sevinir; onunla barışmaya yanaşmadığı gibi, gıybetini yapıp aleyhinde konuşmaktan, böylece günahlarını kat kat artırmaktan çekinmez. Kin insanı dinden çıkarır. İşte bu sebeple Resûl-i Kibriyâ Efendimiz, Enes’e, kinden uzak durmanın kendi sünneti olduğunu, bu hastalığa gönlünde hiçbir an yer vermemesini tavsiye etmiştir.
Müslümanı Müslüman yapan ikinci ana unsur, Peygamberinin sünnetine uygun olarak yaşamasıdır. Çünkü Peygamber, Kur’ân-ı Kerîm’in canlı tefsiridir. Daha açık bir söyleyişle o, yaşayan, nefes alan, konuşan canlı bir Kur’an’dır. Onun sünneti bilinmeden ve tatbik edilmeden, Kur’an’a göre yaşanamaz. İşte bu sebeple yavrularımızı dünya devine yem olmaktan kurtarmak için onlara Peygamber sünnetini öğretmeli ve ona göre yaşamalarını sağlamalıyız. Böylece hem dünyada gerçek anlamda mutlu olmalarına, hem dünya sermayesini iyi kullanmalarına ve nihayet âhirette İki Cihan Güneş’iyle beraber olmalarına imkân hazırlamalıyız.
Küçükken Enes’in başının iki yanında iki perçemi, yani iki top saçı sarkardı. Enesler’in evine gittiği birgün Nebiyyi Ekrem Efendimiz, ileride Hâdimü’n-Nebî diye anılacak olan bu yavrunun başını okşayıp ona dua ettikten sonra, “Şu perçemleri kesin”, buyurdu. Bu şekilde saç bırakmanın yahudi âdeti olduğunu söyledi (Ebû Dâvûd, Tereccül 15).
Efendimiz aleyhisselâm, yeni yeni şahsiyet kazanmaya başlayan bir çocuğun sağlam bir Müslüman karakterine sahip olması için onun yabancılara, hele yahudi ve hıristiyanlara benzememesine pek önem verirdi. Tevâzû bakımından sular gibi yerde akmasını istediği Müslümanın, şahsiyet itibariyle selviler gibi hür ve dikbaşlı olmasını arzu ederdi. İslâm şahsiyetini bulamadığı, daha doğrusu kendi öz kimliğini bulmasına imkân verilmediği için gayr-i müslimleri taklid eden gençleri, ciğerpârelerimize kötü örnek olan acaip saçlı, garip kılıklı kimseleri gördükçe içim yanar. Onlara daha genç bir fidanken, İslâmiyet’in insan tabiatına uygun hayat tarzı öğretilseydi hiç böyle mi olurlardı, diye duygulanır, hüzünlenirim.
RESÛLULLAH’IN SIRRI
Enes henüz küçük bir çocukken o da diğer arkadaşları gibi sokakta oynardı. Kendisine bir hizmet düşerse, çağırıldığı zaman koşar gelir ve isteneni yapardı. Bazan Efendimiz oyuna dalmış olan Enes’in yanına kadar gider, mübarek elleriyle gözünü kapatır, bu suretle belki de onun çok sevdiği oyundan birdenbire kopup üzülmesini istemezdi. Yine birgün Enes çocuklarla oynuyordu. Efendimiz onların yanına kadar giderek, ileride her biri şahsiyetli birer insan olacak bu yavrulara selâm verdi. Sonra da Enes’i bir hizmete gönderdi. Bu hizmet sebebiyle o gün Enes eve biraz geç döndü. Tanınmış hanım sahâbîlerden biri olan annesi Ümmü Süleym ile aralarında şu konuşma geçti:
"Niye geç kaldın, oğlum?"
"Resûlullah bir hizmete göndermişti; onun için geciktim."
"Neymiş bu hizmet?"
"Söyleyemem, sır."
"Âferin oğlum. Resûlullah’ın sırrını hiç kimseye söyleme!"
Gerçekten de Enes bu sırrı kimseye söylemedi. Aradan yıllar geçtikten sonra, bu tatlı hâtırayı gözleri nemlenerek anlattığı tâbiîn muhaddislerinden talebesi Sâbit el-Bünânî’ye dedi ki:
"Eğer bu sırrı bir kimseye söyleyecek olsaydım, vallahi sana söylerdim, Sâbit!"
Sultân-ı Enbiyâ Efendimiz vefat ettiği zaman on dokuz yaşlarında bir delikanlı olan Enes, belki de Efendimiz’in son günlerinde ondan bir istirhamda bulundu:
"Yâ Resûlallah! Âhirette bana şefaat et" dedi. Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem:
"Ederim" buyurdu. Fakat Enes, işi garantiye almak istiyordu:
"Yâ Resûlallah! Kıyamet günü seni nerede arıyayım?" diye sordu. Fahr-i Cihân Efendimiz:
"Beni ilk önce sıratta ara" buyurdu.
"Seni sıratta bulamazsam?"
"O zaman mîzanda ara."
"Ya mîzanda da bulamazsam?"
"O takdirde beni havuzun civarında ara. Mutlaka bu üç yerden birinde bulunurum" (Tirmizî, Kıyâmet 9).
Enes, Nebiyyi Muhterem Efendimiz’in duası sayesinde uzun yıllar yaşadı. 103 yaşında vefat etti. 93 (711-712) yılında Basra’da en son vefat eden sahâbi Enes oldu. Tam on yıl Resûlullah’a hizmet etme şerefini elde etmiş; nice bir devlete nâil, nice bir sırra vâkıf olmuş bir insanın Resûlullah hasreti de bir başka olur. Nitekim yıllar arayı açtıkça, Enes’in özlemi de artmaya başladı. Rüyasında her gece Efendimizi gördüğü halde ona doyamazdı. Huzuruna çıkıp “Yâ Resûlallah! Küçük hizmetkârın geldi!” deme arzusuyla kavrulurdu. Hz. Peygamber’e ait bir çubukla, bir saç telini yanından hiç ayırmazdı. Ölünce kabre bunlarla birlikte konulmayı isterdi. Vefat ettiği zaman, vasiyeti üzerine bu çubuk, kefeniyle böğrü arasına, saç teli de dilinin altına kondu.
ACI HATIRALAR
Enes, Resûlullah Efendimiz’in sünnetini en iyi bilen ve en mükemmel yaşayanlardan biriydi. Kıldığı namaz, Resûlullah’ın namazına en fazla benzeyen sahâbî diye onu gösterirlerdi. Ashâb-ı kirâm yıldızlar gibi birer birer kaybolup giderken, Enes sünneti öğrenip yaşamak isteyenlere kutup yıldızı gibi yol ve yön göstermeye devam etti.
Fakat zâlim Haccâc onu pek fena şekilde incitti. 74 (693) yılıydı. Emevilerin kapı bekçisi olan vali Haccâc, Enes’i aşağılayarak halkın gözünden düşürmek istedi. Buna kulp olarak da onları Hz. Osman’a yardım etmemek ve dolayısıyla ölümüne sebep olmakla suçladı. Üzerinden tam kırk yıl geçmiş bu olayda Enes’in hiçbir menfi rolü olmamıştı.
Haccâc-ı Zâlim Enes’e ağır hakaretler yaptı. Sonra da Resûlullah’ın kim bilir kaç defa okşadığı nârin boynuna damga vurdu. Öfkesini alamamış olmalı ki, devlete baş kaldıran âsilere yardım ediyorsun diye onun bütün malına el koydu.
Enes İbni Mâlik halife Abdülmelik’e bir şikâyet mektubu yazarak bu haksızlıkları haber verdi. Halife, Haccâc-ı zâlim’e ağır hakaretlerle dolu bir mektup yazdı:
"Yemin olsun ki, sana bir tekme vurmak istedim ki, onunla cehenneme kadar uçup gidesin! diye başlayan bu mektubuna: “Allah seni kahretsin!” diye devam etti. Sonra da Enes’in mallarını iade etmesini ve kendisinden özür dilemesini emretti. Ayrıca Enes üzerindeki emirlik hakkını kaldırdığı Haccâc-ı Zâlim, halifenin emirlerini aynen uygulamak zorunda kaldı.
Bu acı hatırada bizim için dersler vardır. İnsan başına gelen sıkıntılara bakıp da kendini kapıp koyvermemelidir. Peygamber-i Zîşân’ın takdir ve taltifine mazhar olmuş pekçok insanın çektiği acıları düşünerek teselli bulmalıdır.
Hayat fâni, ömür sınırlıdır. Dünyaya gelen herkes, günü ve saati gelince vedâ edip gidecektir. Önemli olan, hayatın sayılı günlerini, Allah’ın emrettiği, Nebîler Sultanı’nın öğrettiği şekilde sünnet-i seniyyeye uygun olarak yaşamaya çalışmaktır. Mevlâ hepimizin muîni olsun (Âmîn, yâ Muîn).
Prof. Dr. M. Yaşar Kandemir
kaynak: siyerinebi