Fatih Sultan Mehmed bir gün atının üzerinde ilerlerken karşısına bir derviş çıkmış. Elini şöyle bir kaldırmış, duâ eder vaziyette demiş ki: “Devletlû hünkârım, sevgili padişahım! Bizim duâmız sayesinde sen İstanbul’u fethettin.” Fatih gülmüş: “Belî! Derviş baba doğru söylersin fakat bunun da hakkını unutma“ diyerek kılıcını göstermiş.
Şimdi doğrudur Fatih’in verdiği cevap, isabetlidir. Bu türlü muazzam başarıların sağlanması için iki kuvvete ihtiyacımız var; maddi kuvvet, manevi kuvvet. Yani duâ da olacak, kılıç da olacak. Bugünkü şartlar muvacehesinde söyleyecek olursak: Denizaltı, tank da olacak, füze de olacak. Moral gücü dediğimiz en mükemmel dinî inancımız da olacak. Yani “zülcenâheyn” olmak icap ediyor. Tek kanatlı kuş uçamadığı gibi tek taraflı, tek yönlü çabalar da netice vermiyor. Bunu bildiği için Fatih hem imanî hem de teknik yönden kendisini ve etrafındakileri mükemmel bir şekilde yetiştirmişti.
Yani o zamana kadar tarihte görülemeyen, Bizans’ın kalın surlarını yıkabilecek topları ilk defa kendisi icat etti. Urban Usta’ya bunu yüklerler, ama işin aslı, doğrusu Fatih’in bu topları ilk defa icat etmiş olmasıdır ki; bunların en büyüğü “şâhî”dir. Üç yüz kiloluk gülle atacak kadar kuvvetlidir. Ve bu gülleler sayesinde surdan bir gedik açıldı.
Surda bir gedik açtık mukaddes mi mukaddes
Ey kahpe rüzgar! Artık ne yandan esersen es
diyor ya şâir… Şimdi maddeten bu kadar güçlü ve kuvvetli olan Fatih, manen de derunî olarak da iç dünyası son derece zengin bir insandı.
Manevî Fatih, maddî Fatih kadar; hatta maddî Fatih’ten daha önemlidir. Eğer Akşemseddin hazretlerinin manevî takviyesi, zerk ettiği moral gücü, teşviki, takdiri, tergîbi olmasaydı, hasbel beşeriyye belki Fatih vazgeçme durumuna dahi gelebilirdi. Nitekim zaman zaman böyle ümitsizliğe kapıldığı anlar olmuştur. Bunu hisseden Akşemseddin hazretleri Fatih’i teşcî ve teşvik etmiştir.
“İstanbul’un her ne kadar maddî anlamda fatihi II. Mehmed’dir, Fatih Sultan Mehmed’dir” diyorsak da az önce belirttiğim gibi Fatih’in de iki yönü vardır. Maddî yönü, manevî yönü. Bir kere o devrin tasavvufî ilimleri de dahil olmak üzere fıkıh, hadîs, kelâm, tefsir gibi İslâmî ilimleri biliyor idi. Beş vakit namazını kılıyor, diğer dinî feraizi yerine getiriyor, hocalarla, gönül sultanlarıyla, şeyhlerle sohbet yapmaktan büyük bir zevk alıyor.
Osmanlı padişahlarının hemen hepsi ilme, irfana, kitaba kütüphaneye düşkündür. Fakat bunların içinde Fatih’in müstesna bir yeri vardır. Nasıl olmasın ki, padişahlar içerisinde, hatta bütün İslâm tarihinde Hz. Peygamber’in müjdesine mazhar olan yegâne hükümdar... “Konstantiniyye mutlaka bir gün fethedilecektir. Onu fetheden komutan ne güzel komutandır, onu fetheden asker ne güzel askerdir” hadîs-i şerîfindeki sırra, müjdeye mazhar olmuş bir hükümdar olduğu için, Fatih’in başka hiç bir özelliği, başka hiç bir sıfatı bulunmasa, bu kendisine yeter de artar. Nitekim oğlu da bu özelliği ve güzelliği devam ettirmiş. Yine bu kadar Osmanlı padişahının içinde velî lâkabıyla anılan da onun oğlu Bayezid-i Velî, II. Bayezid’dir.
O sülâle öyle geliyor. O’nun oğlu Yavuz Sultan Selim ne diyor? “Ben hiç bir muharebeye Peygamberimiz’den izin almadan gitmedim“ diyor ve “Ne zaman gitsem önümde O’nu gördüm” diyor. Peygamberler peygamberini (s.a.s) gördüm diyor. İşte ölüm döşeğinde nedîmi Hasan Can’a soruyor: “Hasan! Bu ne haldir?” Hasan Can da cüretkarlıkta bulunuyor, “Allah ile olma ânıdır hükümdarım” diyor. Ve o hasta yatağından, ölüm döşeğinden ayağa kalkıyor “Bre Hasan! Sen bizi kiminle biliyordun bu zamana kadar? Biz hep Allah’la beraberdik zaten” diyor.
Demek ki işte böyle maddeten ve manen donanımlı olduğu için Fatih ve diğer ricâl-i devlet (vezirleri, komutanları, Zağanos, Çandarlı Halil ve diğer paşalar) böyle oldukları için, defalarca kuşatıldığı halde alınamayan İstanbul’u, Konstantiniyye’yi aldı. Konstantin Polos’u İstanbul, İslâmbol, Âsitâne, Dersaâdet yaptı. Dersaâdetin mesut insanları yüzyıllardan beri İstanbul’da Fatih’in eserlerine bakarak gözlerini dinlendiriyorlar.
Meselâ Fatih Camii’ni, Sahn-ı Semân medreselerini, diğer müesseseler olan imarethanesini, medreselerini, kervansaraylarını, diğer sosyal kuruluşlarını Fatih Sultan Mehmed, o cami etrafına, şehir içinde şehir olmak üzere yaptırdı. Aradan bu kadar yıl geçtiği halde 557 yıldır Fatih’in eserleri İstanbul’da hala hizmete devam ediyor. Büyüklük bu değil mi? İbnü’l-Emîn Mahmud Kemal bey diyor ki:
“Semere-i hayat, hayır ile yâd edilmektir. Bakınız Fatih 554 yıldır hayırla yâd ediliyor. Kıyâmete kadar da hayırla yâd edilecektir. Ve bu insanlar ölmemiştir, ömrü sânîlerini yaşıyorlar, ikinci ömürlerini. Zaten insan ölmez, tebdîl-i mekân eder. Yunus Emre ne diyor? ‘Ölürse tenler ölür, canlar ölesi değil.’
İstanbul’un fethinde sahabe-i kirâm efendilerimiz de bulunmuşlardır. Fetih hadîsine kulak veren sahâbelerin bir çoğu bu kutlu hâdisede bulunmak için can attılar ki bunların başında Eyyûb Sultan hazretleri geliyor. Bu meyanda tabi Eyyûb Sultan hazretlerinin dışında da sahâbiler buraya geldi. Ama kabul etmek lazım ki, tarihin hayli eski devirlerinde meydana gelen bu olayı bugün sağlam belgelerle gün ışığına çıkarmak biraz zor. Şu bir gerçek, Ordinaryus Profesör Doktor Süheyl Ünver hocamız başta olmak üzere “İstanbul’da Sahâbe Kabirleri” ismiyle kitap yazanların kıymetli eserlerinden öğrendiğimize göre bunlar ikiye ayrılıyor. Bir, gerçekten şu sahâbe kabridir dediğimiz kabrin içinde gerçek sahâbenin bulunması, bir de makamların olmasıdır. Böyle çoktur. Mesela Yeraltı Camii’nde üç tane sahâbe kabri var: Amr b. As, Süfyan b. Üyeyne. Bir zat daha var, fakat orası makamdır.
Biz biliyoruz ki onlar başka bir yerlerde, eski deyimle söyleyecek olursak, irtihâl-i dâr-ı bekâ etmişlerdir. Türk milletinin büyüklüğüne bakınız ki İslâm’ın kahraman ordusu, ismiyle müsemma olan bu milletin dine, dindarlara ve dine hizmet edenlere duyduğu saygının derecesine bakınız ki bu zatları kendi topraklarında, kendi illerinde, ilçelerinde, köylerinde görmek için onlara makamlar izafe etmişler. Dolayısıyla siz o makamı o gözle, o niyetle, o düşünceyle ziyaret ederseniz, o niyetle Fâtihâ okursanız, netice hiç değişmez. Yine müspet neticesini elde edersiniz. Mühim olan zaten, insan kendi kalbini kendi gönlünü ilahî makam haline getirince dünyadaki bütün makamları ve mevkîleri ilahî makam olarak görür. O gözle bakmak lazım. Malûm şair ne demiş: “Görenedir görene, körenedir körene.” Dolayısıyla İstanbul’daki sahâbe kabirleri meselesine ben şahsen böyle bakıyorum.
Ama tabii Eyyûb Sultan hazretleri bir başka. Çünkü “Şerefü’l mekan, bi’l-mekîn / Bir mekânın şerefi, orada bulunan zâttan gelir” deniliyor. İstanbul’un manevî şerefi de Eyyûb Sultan hazretlerinden geliyor. Dolayısıyla başta Eyüp semti olmak üzere İstanbul, bu manada uhrevî bir beldedir. Eyyûb Sultan hazretleri, Mekke’den Medine’ye göç edince altı ay Peygamberimizi evinde misafir etmişti. Altı ay evinde Peygamberler Peygamberini misafir eden Eyyûb Sultan hazretlerini İstanbul toprakları yüzyıllardan beri sînesine ve bağrına bastığı için İstanbul; Mekke, Medine, Kudüs’ten sonra İslâm’ın dördüncü mukaddes şehridir. O bakımdan şu anda İstanbul’da en fazla ziyaretçi çeken türbelerin başında Eyyûb Sultan hazretleri geliyor. Oraya gidip de manevî bir haz duymayan, manevî bir inşirah duymayan -kadın, erkek, çoluk, çocuk hiç fark etmez- insan yoktur. Ve orası da hakîkaten İstanbul’un en önemli manevî câzibe merkezlerinden biri, hatta birincisi. Onun için eskiden İstanbul’un içinde Eyüp ilçesi Mekke, Medine gibi kutsal kabul edilirdi.
Meselâ İkinci Wilhelm, Alman kralı Kaiser Wilhelm gelince, Eyüp’ü gezmek istedi. Fakat Eyüp’e sokmak istemediler gayrimüslim olduğu için. Abdülhamid’den rica etti. Abdülhamid de aynı hassasiyeti belirtince İkinci Wilhelm dedi ki: “Yahu bu ülkenin hükümdarı siz değil misiniz?” Abdulhamid’e. “Evet” dedi, “Bu ülkenin hükümdarı benim ama” dedi “Eyüp bölgesinin hükümdarı Eyyûb Camii’nin imamıdır. Ondan izin almak lâzım” dedi. Yani Eyüp bölgesi, sırf o mübârek şahsa duyulan hürmetten dolayı Mekke, Medine gibi kabul ediliyor ve oraya gittikleri zaman padişahlar atlarından iniyorlardı. Eyüp’e yaklaştıkları zaman cülus merasimi için Eyyûb Sultan hazretlerinin huzurunda kılıç kuşanacak padişahlar değil mi? Yürüyerek gidiyorlardı, çünkü orada hayvana binmeyi veya bir vasıtaya binmeyi edebe mugayir kabul ediyorlardı. Osmanlı padişahları zaten bu kadar edepli insanlar oldukları için kurdukları devlet ebed müddet oldu. Bir edep, bir de ebed…
Eyyûb Sultan hazretlerinin tabii menkıbeleri, gönlümüzde kurduğu taht o kadar zengin, engin ve rengin ki cümleler kifâyetsiz kalıyor. Ama dediğim gibi Tanpınar’ın tabiriyle, Eyüp uhrevî bir beldedir. Sadece bizim için değil, yabancıların da dikkatini çekmiş. Bir Fransız yazarı Pier Loti’nin, Cloth Farrel’in, diğer yabancı seyyahların alâkasını çekmiş. Meselâ oradan Eyyûb Sultan mezarlığına çıkıyoruz. İşte orada Pier Loti Kahvesi var. Pier Loti Yolu var.
Onlar da hayran olmuşlar. Tabii gayrimüslim de olsalar, içinde nihayet bir nokta var ki, onlar da bazı şeyler hissediyorlar. Onlar da aynı saygıyı göstermişler ve Eyyûb Sultan hazretlerinin üzerine ilk defa Bizans krallarından biri -yanılmıyorsam Büyük Konstantin- bir mezar yaptırıyor. Çünkü bu adam hissetmiş, bir ışık inip çıktığını görmüş. Merak etmiş ve öğrenmiş, bu kim diye. Bu kabrin, müslümanların çok önem verdiği bir zât olduğunu duyunca üzerine mezar yapmış. Hemen yanı başına da kuyu açtırmış. Buradan su içsinler diye. Ona da ayazma diyorlar. “Kutsal su” manasına geliyor. Bizanslılar, zamanında o sudan içip şifâ bulduklarına inanırlarmış. Şimdi, güneş doğunca güneşin ışığı siyah, beyaz, kırmızı, çirkin, güzel, bağ, bahçe, insan, müslüman, kâfir ayırmıyor değil mi? Herkesi nurlandırıyor. Bu şahsiyetler de manevî güneş oldukları için, kanatlarının altına, himmetlerinin altına herkesi alırlar. Ama derece derece alır, o ayrı. Eyyûb Sultan hazretlerine duyulan muhabbeti de böyle çözmek lâzım. Gayrimüslimler de duyabilir. Kaldı ki bizim çok duymamız gerekiyor, çünkü kişi sevdiğiyle beraberdir. Bunları ne kadar çok sever, ne kadar çok ziyaret edersek, hissemize o kadar fazla alırız. Onun için başta İstanbullular olmak üzere, sık sık Eyyûb Sultan hazretlerini ziyarete bu vesileyle davet edelim.
Sahâbe efendilerimizin, evliyaullâhın, gönül sultanlarının fetih esnasında vesile oldukları olağanüstü hâdiselerin kerâmetvarî, doğrudan keramet kabul edilebilecek hâdiselerin olduğunu biliyoruz. Cibalî Baba başta olmak üzere, dışarıdan atılan gülleleri gerisin geriye surların dışına atması, “Gâvurcuklarıma dokunmayın!” demesi, sonra Fâtih’in ricası üzerine Akşemseddin’in, bu zâtın bir an önce rûhunu Cenâb-ı Hakk’ın alması için duâ etmesi, ondan sonra fethin müesser olması gibi daha nice hâdiselerin olduğunu biliyoruz. Şimdi bunları bazı insanlar akıl, mantık dışı bulabilirler. Ama kabul etmek lazım ki akıl, mantık da tek başına bir ölçü değil. Hz. Mevlâna ne buyuruyor? “Akıl, bu vadide çamura batmış bir eşektir” diyor. Bazen öyledir evet, akıl son derece kıymetlidir. Dinî olmayanın aklı da yoktur. Bu da doğrudur. Kur’ân’la teyit edilmiştir. Fakat şu da bir gerçektir ki, akıl bütün meseleleri çözemez. Çünkü bir de kalp var, duygu var. Fetih hâdisesi maddî açıdan akılla çözülmüştür. Manevî açıdan da bu türlü hâdiselerle ve böyle gönül sultanlarının himmetiyle çözülmüştür.
Dursun GÜRLEK
(zuhurdergisi.com'dan alıntıdır)