Abdulkadir Geylânî, 470 (1077)’de Hazar Denizi’nin batısındaki Gilan eyalet merkezine bağlı Neyf köyünde doğdu. Babası Ebu Salih Musa dır. Kendisinin çok dindar bir kimse oluşundan başka fazla bir bilgimiz yoktur. Şeceresi Hz. Ali’ye kadar uzanır. Bu münasebetle “Evlâd-ı Rasul”dür. Babası, o devirde Bağdat’taki meşhur unvanı Zengi Dost (zenci dostu)’tur. Annesi Ümmü’l-Hayr Emetü’l-Cebbar Fatıma’dır. Mubarek validesinin de velilerden olduğu kabul edilmiştir.
Abdulkadir Geylânî küçük yaşında babasını kaybetti. Annesinin ve dedesinin himayesinde büyüdü. İlim öğrenmeye son derece istekliydi. On yaşlarında okula başladı. Gelip giderken kendisini meleklerin himaye ettiğini söylerdi. Daha genç yaşta iken istek ve arzusu Bağdat’a gitmek ve orada tahsiline devam etmekti. Çünkü o devirde Bağdat bir ilim ve kültür merkeziydi. 18 yaşına geldiğinde annesinden izin alarak Bağdat’a gitti. Oradaki meşhur âlimlerden ilim öğrendi. Bu ilimler arasında hadis, fıkıh ve edebiyatı sayabiliriz. Kısa zamanda usul, fürûh ve mezhepler hakkında mükemmel bir ilime sahip oldu. İşte burada iken Bağdat’ın mutasavvıflarıyla yakın dostluklar kurdu. İlmini, takvasını beğendiği ve takdir ettiği Ebu’l-Hayr Muhammed b. Müslim ed-Debbâs vasıtasıyla tasavvufa intisap etti. Onu bu ilimde mürşid ve şeyh olarak kabul etti. Daha sonraları kendisine tahsis edilen medresede hadis, tefsir, kıraat, fıkıh ve nahiv gibi ilimleri okuttu. Vaaz vermeye başladı. Epey zaman vaaz ve nasihat yaptıktan sonra bundan da bıkarak inzivaya çekildi. Denildiğine göre tam 25 yıl bu inziva hayatında kaldı. İnziva esnasında bir kimse kendisine yedirip içirmedikten sonra hiçbir şey yememeye ahdetmişti. Tam aradan 40 gün geçti, o ahdini bozmadı. Açım açım sesleri geldiği ve rahatsız kaldığı haldeyken bu durumu mürşidi Ebu Said El Mahrumi’ye malum olmuş, onu alarak evine götürmüş kendi eliyle yedirip doyurduktan sonra kendisine şeyhlik hırkasına giydirmişlerdir.
Abdulkadir Geylânî Hazretlerinin tasavvufu, şeriata titizlikle bağlı kalma esasına dayanır. Bağlılarına Kuran ve sünnete uymalarını şiddetle tavsiye eder. O; “Bir zahitte görülecek deruni haller, İslam şeriatının dışına taşmamalıdır” derdi. İnanarak konuşurdu ve sözleri çok tesirli idi. Vaazlarını dinlemek için gelenler camilere sığmadığı için açık havada vaaz ederdi. Nakledildiğine göre onun sesini arkadakiler de öndekiler gibi işitebilirdi. Kendisine “Bazullah” yani “Allah’ın şahini" denirdi. Çünkü karşılaştığı kimseler mübarek sözlerinin tesiri altında kalırdı. Yine o, “Bazu’l-Esheb” yani “avını kaçırmayan şahin” unvanıyla da anılırdı. Ona bu unvan, şeyhi tarafından verilmiştir.
Abdulkadir Geylânî vefat edeceği sırada oğullarına şöyle dedi: “Yanımdan ayrılın, çünkü zahirde sizinle, batında sizden başkası –Allah u Teâlâ- ile birlikteyim” buyurdular. Vefat ederken iki defa “Refik-i A‘lâ” -size geliyorum, size geliyorum- buyurdu. “Ölüm acısı kâfirlere çok şiddetlidir, müminlere ise hafif olacaktır. Böyle olduğu halde Peygamberimiz bile vefatında acı hissetmiştir” buyurmuşlardı. Son nefeslerinde ise Abdulcebbar’a “Bütün uzuvlarım acı içindedir, yalnız kalbimde hiç acı ve elem yok. Kalbim, Allah u Teâlâ ile beraberdir” buyurmuşlardır. O büyükler bile ölüm anında acı ve elem duyarlarsa ya bizim halimiz ne olur? diye düşünmeliyiz.
Vefatı büyük bir üzüntüyle karşılandı. Cenaze namazını kılmak üzere o güne değin görünmemiş bir kalabalık toplandı. Cenaze namazını oğlu Abdulvehhab kıldırdı. O kadar insan toplanmıştı ki kalabalık sebebiyle ancak gece defnedilebildi. İnsanlar büyük kalabalıklar halinde ziyaretine geldiler. Bu ziyaretler günlerce devam etti.
Abdulkadir Geylânî’nin kız ve erkek birçok evladı vardı. Nesli onlar vasıtasıyla dünyanın çeşitli yerlerine Mısır, Kuzey Afrika, Endülüs, Irak, Suriye ve Anadolu’da yayılmıştır. Onun yayınlanmış ve yayınlanmamış birçok eseri mevcuttur.
Kuddûse Sırrıhu (Allah sırlarını takdis eylesin)
ABDÜLKADİR GEYLANİ HAZRERTLERİNİN KERAMETLERİ
Abdulkadir Geylânî daha doğmadan büyük veli olacağına dair kerametler görülmüştür. Babası rüyasında Peygamber Efendimizi (s.a.v), ashâb-ı kiramı ve sair evliyayı görmüş, Peygamber Efendimiz, kendisine evladının çok sâlih bir kimse olacağını haber vererek şöyle buyurmuştur: “On iki imam dışında bütün veliler doğacak olan oğluna itaat edecekler, onun ayaklarını boyunlarına koyacaklar. O yüksek derecelere kavuşacak, kendisine itaat etmeyenler Allah u Teâlâ’ya yârenlik devletinden mahrum kalacaklardır.” Ondan sadır olan keramet kadar kimseden keramet meydana gelmemiştir.
On yaşında okula giderken meleklerin de kendisi ile beraber yürüdüklerini görür, onların: “Yer açın, evliyadan birisi geliyor” dediklerini duyardı.
Temiz bir hanım Abdulkadir Geylânî Hazretlerine talebe olmuştu. Bu kadın şehirden uzak bir yerdeyken, ihtiyaç gidermek için bir mağaraya girdi. Meğer kendisini bir ahlaksız takip ediyordu. O da kadının peşinden mağaraya girip ona tecavüz etmek istedi. Kadın kaçıp saklanacak yer bulamadı. O anda Gavsü’l-Azam’ın ismini söyleyerek “Yardım et ey Gavs-ul Azam!” diye içten gelerek samimiyetle mürşidini çağırdı. O anda Pir Abdulkadir Geylânî dergâhta abdest alıyordu. Ayaklarında tahtadan nalınlar vardı. Onları çıkarıp mağara tarafına savurdu. Nalınlar mütecaviz adamın kafasına kadar ulaştı ve adam ölüne kadar kafasına vurdu. Böylece kadın, kurtulmuş oldu. Sonrasında kadın, nalınları alarak Gays’a getirdi ve başından geçenleri olduğu gibi anlattı. Kendisine ihlasla talebe olanların, müridlerinin tevbesiz vefat etmemeleri için dua etti ve duası kabul olundu: “Allah’ım! Ceddim, Habibin Muhammed (a.s.) ve kullarından takvaya erenlerin hatırı için hiçbir müridimin/talebemin ruhunu tevbesiz alma…”
Tabiplerin tedavi edemediği hastalar ona gelirler, duası ve bereketi ile şifa bulup giderlerdi. Bir defasında Halife Müstenci’nin akrabasından karnı şiş bir hastayı getirdiler. Elini sürüp dua ettiğinde Cenab-ı Allah’ın izniyle o kişi iyileşiverdi.
Bir kadın Abdulakadir Geylânî hazretlerinin büyüklüğünü işitince oğlunu ona getirir ve onun terbiyesinde yetişmesini arzular. Abdulkadir Geyleni bu genci yanına alır, nefsin istediklerini yapmamasını kendisine emreder. Aradan epey zaman geçer. Kadın çocuğunu görmeyi arzu eder, kalkar dergâha gelir. Bir de ne görsün? Çocuğu bir deri bir kemik değil mi? Bu hal kadına çok dokunur. O öfkeyle Abdulkadir Geylânî Hazretlerinin yanına varır. Bakar ki pir hazretleri oturmuş sofrada tavuk yemektedir. Hiddeti biraz geçen kadın edebini takınarak: “Efendim, siz burada tavuk yersiniz, benim oğlum ise arpa ekmeği yemekten iğne ipliğe dönmüştür” diye çıkışır. Bunun üzerine Gavsu’l-Azam hiç istifini bozmadan sofradaki tavuğun kemiklerine mübarek elleriyle dokunarak “kum bi-iznillah (Allahın izniyle kalk)” der demez tavuk hemen dirilir. Bunun üzerine hadiseyi hayret ve ibretle seyreden kadına yönelerek: “Senin oğlun da böyle olduğu zaman dilediğini yesin” diye cevap verir.
Yine bir gün bir cemaatle terasta otururlarken, Buhara tarafına dönerek güzel bir koku alır ve “Benim vefatımdan sonra dünyaya Muhammedî meşrep birisi gelir. Bana mahsus nimetlere kavuşur. Onun kalbine kelime-i tevhidi nakşediyorum” der. Aradaki zaman 157 senedir. Evliyanın büyüklerinden ve mürşid-i kâmillerin en meşhurlarından olan bu zat, Muhammed Bahaeddin Nakşibendî’dir.
Tarikatları; hak tarikatlar, evvelce hak tarikatlar olduğu halde sonraları bozulan tarikatlar ve tamamen sapık tarikatlar olmak üzere üçe ayırabiliriz. Sapık olanlarına aslında tarikat bile denilmez. Onlara tarikat adını vermek gerçek tarikatlara hakarettir. Onlar İslamiyet’i temsil edemez, İslam adına konuşamaz ve İslam’a inanmayanlar da onlara bakarak İslam ve Kuran hakkında hüküm veremezler. Gerçek tasavvuf nurunu Allah katında değerli olan yüce velilerden alır. Onun için tasavvufu şöyle anlatırlar:
ŞERİAT = TARİKAT = HAKİKAT = MARİFET
Şeriatın temelinde oturmayan tarikatta hakikat ve marifet adına hiçbir hayr beklenemez. Böyle olanlar bir İslam mutasavvıfının dediği gibi havada uçup denizleri yürüyerek geçseler, onlara önem verilmez. Havadaki uçan kuşlar ve daha başka varlıklarla denizin üstünde yüzen diğer yaratıklar da bunu yapmaktadırlar. Abdulkadir Geylânî şeriata sıkı sıkıya bağlı olmayı mensuplarına emretmiştir. Bu bağlamda o; kötü arkadaşlardan uzak durmayı, dine ve dünyaya yararlı olmayan faydasız şeyleri bırakmayı, su-i zanda bulunmamayı, duaya devam etmeyi, ahiret işlerini öne almayı, yapılan nasihatleri kabul etmeyi ve sabrı tavsiye etmektedir.
Kendisinden sayısız kerametler sudur etmesine rağmen şöyle buyururlardı: “Kerametler ancak bir hayr ve bir hikmet için gösterilir. Kerametlerini gizlemeyen dünyaya düşkündür. Bana veya halifelerime bağlı olup keramet derecesine ulaşan ve maksatsız keramet izhar edenin yüzü iki dünyada kara olur.”
Abdullah Demircioğlu Hocaefendi