Bize, senin izince gitme bahtiyarlığını lütfeden Allah’a sayısız hamdü senâlar, sana sonsuz salâtü selâmlar olsun, Efendim…
Ey on sekiz bin âlemin Mustafâ’sı,
Sen kâinâtın gözbebeği, varlığın iftihar kaynağı, peygamberlerin sultanısın… Senin kıymetini en iyi bilen, seni eşsiz güzellikte yaratandır. Seni herkesten çok seven ve sana “habibim” diyendir. Sana verdiği değeri anlatmak için “Ey Peygamber! Hayatına yemin olsun” diye ömrüne yemin eden Kâinâtın Rabbidir (Hicr 15/72)…
Ey Canların Canı, Gönüllerin Sultanı,
Sen, sevgilerin en değerlisine lâyıksın. Bunun için Cenâb-ı Mevlâ, seni “canımızdan çok sevmemizi” emretti(Ahzâb 33/6)… Sana itaat etmeyi, kendine itaat etmekle bir tuttu ve “Peygambere itaat eden, Allah’a itaat etmiş olur.” buyurdu (Nisâ 4/80). Ümmetinin en büyük emeli sana itaat etmek ve seni canından da çok sevmektir, Efendim…
Ey Rahmet Pınarı Efendimiz,
Kâinâtın Rabbi sana “Resûlüm! Seni bütün kâinata rahmet olarak gönderdim.” diye hitap ettiği halde (Enbiyâ 21/107), kendilerini kurtarmaya geldiğin kimseler, sana olmadık hakaretler etti. Canını yaktı, dişini kırdı, kalbini incitti ve seni defalarca öldürmek istedi… Buna rağmen sen onların kurtuluşu için dua ettin. Onların soyundan hayırlı nesiller gelmesini diledin… Onların haline onlar için gözyaşı döktün. Ve böylece rahmet peygamberi olduğunu defalarca gösterdin.
Ey Allah’ın Habibi,
Kâinâtın Rabbi sana büyük değer verdiğini her vesileyle gösterir, gönlünü incitmemeye çalışırdı. Tebük seferine çıkılacağı sırada, savaştan kaçmak için bahane uyduran münafıklara izin vermiştin. Allah Teâlâ, onlara izin vermemen gerektiğini sana hatırlatırken bile, gönlünü incitmemek için, “Allah seni affetsin” diye söze başlamış, ardından da, “Neden kimin doğru söylediğini, kimin yalancı olduğunu anlayıncaya kadar beklemedin de onlara izin verdin?” buyurmuştu (Tevbe 9/43).
Ey Peygamberler Sultanı,
En son gönderilen peygamber sen olduğun halde, Cenâb-ı Hak senin adını hep en başta andı ve şöyle buyurdu: “Biz vaktiyle peygamberlerimizden bir söz almıştık; senden, Nuh’tan, İbrahim’den, Mûsâ’dan, Meryem oğlu İsa’dan. Onların hepsinden sağlam bir söz aldık” (Ahzâb 33/7)… Senin herkesin baş tacı olduğunu Allah Teâlâ her fırsatta böyle hatırlatırdı.
Ey eşsiz mi’râcın sahibi,
Allah Teâlâ rüzgârı Süleyman peygamberin emrine vermişti. Bu sayede o, sabah bir aylık, öğleden sonra bir aylık yol giderdi (Sebe’ 34/12). Kâinâtın Rabbi Senin emrine ise Burâk’ı verdi. Sen de ona binip gecenin bir kısmında yedi kat gökleri dolaşıp geldin. O gün sabah namazını Mescidinde Ashâb-ı Kirâmınla birlikte kıldın. Çünkü sen Cenâb-ı Hakk’ın Habib-i Ekrem’isin. Büyüklüğünü ve güzelliğini hayal bile edemediğimiz âlemleri Kâinâtın Sahibi senin önüne serdi… Sana cennetini, cehennemini gezdirdi. Hiçbir gözün görmediği, hiçbir kulağın duymadığı olağanüstü halleri ve manzaraları sana gösterdi…
Salâtü selâm sana olsun ey Nebî,
Hz. Mûsâ, çölün kavurucu sıcağında susuzluktan perişan olan kavmine su aradığı zaman, Allah Teâlâ ona “Asânı taşa vur.” buyurmuştu. O da asâsını kayaya vurunca, oradan on iki pınar fışkırmaya başlamıştı (Bakara 2/60). Senin sahâbîlerin susuzluk çektiği zamanlarda ise Allah Teâlâ mübarek parmaklarından suları fışkırtmıştı… Yüzlerce insan o sudan içmiş, hayvanlarını sulamış, kaplarını doldurmuştu (Buhârî, Vudû’ 32, 46; Menâkıb 25)... Elbette suyun kayadan fışkırması da bir mucize, parmaklardan fışkırması da… Ama iki mucize arasında kıyas edilemeyecek kadar fark var… Şüphesiz sen Cenâb-ı Mevlâ’nın özel ikrâmlarına mazhar olmuş yüce bir Peygambersin…
Ey benim şefkat çağlayanı Efendim,
Sen şefkat ve merhametin timsâlisin… Hz. Nuh insanları yıllarca Allah’ın dinine davet etmiş, fakat sözlerine pek az kimse kulak vermişti. Sonunda o büyük peygamberin sabrı tükenmiş, “Yâ Rabbi! Yeryüzünde dolaşan tek bir kâfir bırakma.” diye beddua etmişti (Nuh 71/26). Kavmin sana olmadık kötülükleri yaptıkları halde “Allah’ım kavmimi bağışla! Çünkü onlar doğruyu bilmiyorlar.” diye onlara hayır dua etmiştin (Buhârî, Enbiyâ 54; Müslim, Cihâd 105)… Sen Allah’ın habibi sıfatıyla Hz. Nuh gibi dua etseydin, belki şimdi yeryüzünde hiçbirimiz olmazdık… Ama sen hiç kimseye benzemezsin, ey Sevgili Efendim… Hz. Nuh “kavminin arasında 950 yıl kaldığı” halde (Ankebût 29/14) ona sadece birkaç kişi inanmıştı. Yirmi üç yıllık peygamberlik hayatı boyunca sana yüz binden fazla insan iman etmişti. Çünkü sen Cenâb-ı Hakk’ın mücessem rahmetiydin…
Ey bizim eşsiz tevazu sahibi Efendimiz,
Şeref ve mertebe itibariyle sana denk olmayanlarla oturmak istemeseydin, hiç kimseyle oturmazdın… Sana denk olmayan biriyle evlenmeyecek olsaydın, seninle evlenecek bir kimse bulunmazdı… Ama sen tevazuun emsalsiz örneklerini gösterdin. İpekli kumaşlara iltifat etmeyip yünden dokunmuş kaba kumaşlar giydin. En güzel Arap atlarına binme imkânı varken merkebe ve katıra binmekten çekinmedin. En mükellef sofralarda en güzel yemekleri yiyebilecekken, köleler gibi yere oturup yemek yedin. Sahip olduğun her şeyi ihtiyaç sahiplerine dağıttın ve aç kalmaktan hiç korkmadın.
Ey gözümüzün nuru,
Hz. Îsâ ölüleri diriltirdi. Seninle ise ölüler konuşurdu. Hayber yahudisi bir kadın, âlemlere rahmet olan mübarek vücudunu yok etmek istemiş, kızartıp zehirlediği bir koyun kebabını sana ikrâm etmişti. Daha ilk lokmayı ağzına attığında o koyun dile gelmiş, “Beni yeme zehirliyim.” diye seni uyarmıştı (Ebû Dâvûd, Diyât 6; Dârimî, Mukaddime 11). Dağlar, taşlar bile senin yüce kadrini bilir, sana selâm verir ve kendilerince seni severlerdi…
Ey biricik kurtarıcımız,
Keşke bütün insanlar senin kadrini bilse, sana tutunsa, izine düşseydi. O bahtsızlar, mübarek vücudunun kendileri için ne büyük devlet olduğunu bilemedi. Onları bitip tükenmeyecek bir azabın girdabından kurtarmaya çalıştığını fark edemedi. Halbuki onlar, Cehennemin korkunç ateşinde kıvranmaya başladıkları zaman “Yazıklar olsun bize!” diyecekler. “Keşke Allah’a itaat etseydik, keşke Peygambere itaat etseydik!” diye inleyecekler (Ahzâb 33/66). Sana itaat etmedikleri için yanıp yakılacaklar. Fakat ellerindeki o altın fırsatı kaçırmış olacaklar…
Kurban olduğum Efendimiz,
Ashâbına hitap ederken yaslandığın hurma kütüğü bile senin kadrini bizden iyi biliyordu. Onu bırakıp yeni minberin üzerinde konuşmaya başladığın gün, mübarek sırtını öpmeye alışmış o kütük bile senin ayrılığına dayanamadı. Öksüz bir çocuk gibi, ıstırap çeken bir canlı gibi inlemeye başladı. Ancak sen gelip de onu kucakladığın zaman hıçkırıkları dindi. Biz bir kütük kadar bile olamadık. Senden ayrı kalmanın acısını duyamadık, yeterince ağlayıp inleyemedik…
Ey Livâü’l-hamd sancağının sahibi,
Âhiret günü, Livâü’l-hamd sancağı senin elinde bulunacak. İnsanların can derdine düştüğü o dehşetli günde, herkes sancağının altında toplanacak. O gün şefaat etme şerefi ilk defa sana verilecek. Allah’ın habibi ve gönüllerin tabibi olduğunu herkes bir kere daha görecek…
Bize, senin izince gitme bahtiyarlığını lütfeden Allah’a sayısız hamdü senâlar, sana sonsuz salâtü selâmlar olsun, Efendim…
Prof. Dr. Yaşar KANDEMİR
***
Kaynak: Siyer-i Nebi
Bizi sosyal medyada paylaşın: