Allah korkusu kalpte kuvvetlenince kabz, daha çok kuvvetlenince heybet adını alır. Ümit (reca) hali kuvvetlenince bast, daha kuvvetlenince üns ve naz halini alır.
Tasavvuf ıstılahlarından heybet ve üns; kabz ve bastın üstünde iki hâldir. Nitekim kabz havfın üstünde bir mertebe, bast da recanın üstünde bir derecedir (4).
Heybet kabzdan daha yüksek, üns ise bastdan daha mükemmel bir hâldir. Heybetin hakkı gaybettir. Heybet sahibi olan her sâlik gaybet hâlinde bulunur. Heybet sahibi olan sâlikler gaybetteki durumlarının değişik oluşlarına göre farklılıklar gösterir. Kiminin gaybeti uzun, kiminin kısa sürer. Ünsün hakkı ise Hakk ile sahv durumunda olmaktır. Üns sahibi her sâlik sahv sahibidir. Sahv sahipleri şirb (haz, zevk, içme, meşreb ve) hallerindeki değişik durum-
Allah korkusu kalpte kuvvetlenince kabz, daha çok kuvvetlenince heybet adını alır. Ümit (reca) hali kuvvetlenince bast, daha kuvvetlenince üns ve naz halini alır.
Bu makamların en üst mertebesi; sâlik kızgın ateşler içine atılsa bile, üns hâlinin bozulmaması ve kederin hissedilmemesidir, denilmiştir.’
Cüneyd (r.a.) der ki: “Serî’nin şöyle dediğini işitirdim: Kul o hadde ulaşır ki, kılıç ile yüzüne vurulsa acısını hissetmez.”
Kalbimde, acaba böyle olur mu? şeklinde bir şüphe vardı. Nihayet aşikâr bir surette anladım ki hâl böyle imiş.
Ebu Mukatil Akki’nin şöyle dediği nakledilir: “Şibli’nin yanına gittim. Cımbızla kaslarındaki saçları yoluyordu. Dedim ki: Efendim siz nefsinize karşı böyle davranıyorsunuz ama onun elemini ben kalbimde duyuyorum!”
Bana dedi ki: “Yazıklar olsun sana! Bana hakikat tecelli etmiştir. Böyle davranmamın sebebi budur, kendime acı çektiriyorum, belki bunun ızdırabını duyarın da hakikatle arama bir perde çekilir diye. Fakat ben ızdırap duymuyorum. Hakikatle arama da perde çekilmiyor, hakikati temaşaya takatim da yetmiyor” (ilk anda hakikati görme böyle ızdıraplara sebep olur).
Heybet ve üns hâli her ne kadar yüce hâller ise de hakikat ehli bunları eksiklik sayarlar. Çünkü bu hâller kulun değişmesi manasını taşırlar. Temkin ehli olanlar, hâllerin değişmesi mertebesini aşmışlardır. Onlar için ne heybet, ne üns, ne şuur, ne de his bahis konusu olur.
Ebu Said Harrâz’dan nakledilen meşhur hikâye şudur:
Harrâz diyor ki: “Bir kere çölde yolumu kaybetmiştim, çölde dolaşırken şu şiiri okuyordum: Çölde şaşkın şaşkın dolaşıyorum, hayretten, ben kimim bilmiyorum. Sadece halkın benim ve cinsim hakkında söyledikleri (kulluk ve ihtiyaçla ilgili) şeyleri hatırlıyorum. Şaşkın şaşkın bu memleketin cin ve insini dolaşıyorum da, cin ve insten bir şahıs bile bulamadığım için kendime ve hayretime dönüp bakıyorum.
“Bu şiiri okurken hatiften bir sesin bana şöyle dediğini işittim: Ey varlığının ve vecd hâlinin en yükseği olarak (hakikata ulaştıran) sebepleri gören! Bayağı-çöl, şaşkınlık ve üns hâli ile ferahlık duyan! Gerçekten vücûd (vecd) ehli olsaydın bütün maddî âlemden, arş ve kürsiden de kaybolurdun. Hâli terk ederek Allah ile bulunsaydın cinni de insi de hatırına getirmekten korunmuş olurdun. (Allah ile olan üns, heybet ve bast gibi hâlleri, ne ins ve cinni, ne de çölü ve Arşı hatırlayabilir, onlar vecd hâlinde sadece Allah’ı hatırlarlar).
Kul, bu hâlden daha üstün olan hâle ancak (vecdin ileri bir merhalesi olan) vücûd ile yükselebilir.