Muridan
İlim-İrfân Terkibi ve Medeniyetimiz

İlim-İrfân Terkibi ve Medeniyetimiz

Efendim, yurdumuzun dört bir yanında kabirlerini ziyaretle şereflendiğimiz, feyizlendiğimiz tasavvuf büyükleri var. Bu mana sultanlarının, kâmil insanlar yetiştirmenin yanı sıra sosyal ve ekonomik hayata katkılarının ne denli çok olduğu da malum. Birçoğu İslâmî ilimlerin zahirine ve batınına vakıf olmanın ötesinde pozitif ilimlere de vakıflar. Edebiyat, tıp, astronomi, matematik alanlarında eserler kaleme alan ve postnişin olan ulemamızın sayısı hiçte az değil. Bu zenginlikler nasıl yok oldu ya da yok olmaya yüz tuttu, diye insan düşünmeden edemiyor. Üstat Necip Fazıl’ın deyimiyle “ham ve kaba softalar” ne zaman türedi maalesef ki efendim içi boşaltıldı bu değerlerin.

Değerli dostlar!

Derdimiz büyük, büyük olmaya da burada dertleşmek yerine o değerli insanlardan bahsederek yaramıza merhem sürelim isterim. Mustafa Kara Hocamızın kaleminden, “Horasan Erenleri”nden bahsedelim. İlimle irfânın terkibini yapan ulemâmızı analım. Osmanlı Medeniyetinin temel taşı olan dergâhların ne denli önemli olduğunu Geyikli Baba’yı anarak görelim.

Din ve kültür tarihimizle ilgili olan herkes bu terimi tanır ve bilir: Horasan Erenleri… Bu terim ile Doğu dünyasından Anadolu’ya daha sonra Balkanlara doğru yürüyen Allah dostları kastedilir.

Aslında Horasan bölgesi bugün için İran, Afganistan, Türkmenistan devletlerince paylaşılan geniş bir coğrafyanın adıdır. Genel de İslâm kültür ve medeniyetinin mayalandığı en bereketli topraklardan olan Horasan, Tasavvuf dünyasının da “olmazsa olmaz” meydanlarından biridir.

Bu bölge ilk sûfîlerden bir kısmını bağrından çıkardığı gibi, pek çok hemşehrisini de uzak diyarlara göndermiştir. Emevî ve Abbasî asırlarında bir başka ifade ile tarikatlar henüz tarih sahnesine çıkmadan farklı mezhepler coğrafi bölgelere göre isimlendiriliyordu: Medine, Bağdat, Basra, Horasan ekolü gibi…

Horasan mektebinde fütüvvet ve melâmet önde idi. Bu hareketin ilk temsilcileri 9. yüzyılda bu bölgede yetişmiş, söz konusu tasavvufi anlayış, Merv, Herat, Belh, Nişabur gibi şehirlerde mayalanmıştı.

Öncü şahsiyetler de şunlar: Hamdan Kassâr, Ebû Turâb, Nahşebî, Şakik Belhî, Ahmed b. Hadreveyh, Bayezid-i Bistamî, İbrahim b. Edhem…

10. yüzyıldan sonra bu ahlak seferberliği Horasan erenleri vasıtasıyla Anadolu’ya taşınmıştır. Selçuklularla birlikte bu topraklarda yaşayan insanlara sunulan tasavvufi neşve, onların gönüllerine başka kapılar açmış, böylece iç ve dış dünyadaki “ayet”leri okumaya başlamışlardır. Şakik Belhî’nin hemşehrisi Mevlana Celaleddin’in yedi yüzyıl önce Konya’da kurduğu “gönül devleti”, gücünden hiçbir asırda hiçbir şey kaybetmemiştir. Ahmed Yesevî’nin hemşehrileri ise Bursa’dan hem Tilemsan’a hem de Tiran’a gönül dolusu selam göndermişlerdir.

Moğollarla savaşırken şehit düşen Necmeddin-i Kübrâ’nın müridi Necmeddin Dâye, meşhur eseri Mirsâdü’l-’İbâd’ı Sivas’ta kaleme alırken; Hacı Bektaş-ı Velî, Makalât’ı ile aynı “eser”in ikmali için çaba harcıyordu.

“Güneşin doğduğu yer” anlamına gelen Horasan’dan, yani doğudan batıya olan ışık ve nur akını asırlarca devam etti. Med-cezirlerin ardı arkası kesilmedi. Abdülkadir Geylânî’nin Bağdat’ta Ahmed Rifâî’nin Basra’da, Burhâneddin Nakşibendî’nin Buhara’da yaktığı meşale yedi iklim dört köşeyi aydınlattı.

Bu bölgede yetişen insanların sesi ve nefesi Anadolu ve Balkanlara ulaştığı gibi eserleri de intikal etmiştir. Ahmed Yesevî’nin Türkçe Dîvân-ı Hikmet’i, Molla Cami’nin Farsça Nefahâtü’l-Üns’ü, Abdülkerim Kuşeyrî’nin Arapça Risâlesi gibi yüzlerce eser bu alışverişe güç kazandırmış, hâl ile kâlin/sözün muhteşem terkibine zemin hazırlamıştır.

Osmanlı asırlarında tasavvufî kültürün hâkimiyeti kendini hissettirmiş gönül adamlarının mahabbetli sesi, meveddetli nefesi toplumun her kesimine huzur ve umut bahşetmiştir.
Bakü’de Yahya Şirvânî’den, Kahire’de İbrahim Gülşenî’den, Hindistan’da İmam Rabbânî’den, Şam’da Hâlid-i Bağdâdî’den feyz alanlar bu topraklarda ilimle irfânın fikirle felsefenin, hikmetle bedî‘i sanatların doyumsuz terkibini yapmış ve insanlara sunmuşlardır.”

Değerli dostlar, “Hiçbir Müslüman devleti, Osmanlılar kadar bütün din, ilim, tarikat ve tasavvuf mensubunu bu denli İslâm davasına bağlayamamış; onların devletin kuruluşunda bu ölçüde rol oynadıkları tarihte görülmemiş; tarikatlar arasında bu derece sağlam bir ahenk vücuda gelmemiş; hiçbiri Türk-İslâm davası uğrunda birleşmemiştir.” der tarihçi Osman Turan.

Efendim; Osmanlıyı Osmanlı yapan bu ruh olmasa, tabirimi hoş görün Osmanlı cansız bir beden olur, suyu verilmemiş kılıca dönerdi. Osmanlının kılıcına suyunu veren, bu yüce medeniyete ruhunu üfleyen bu nefesten bahsedelim, çınarın köklerine inelim,  Orhan Gâzi devri Osmanlı evliyâsından olan, Âzerbaycan’ın Hoy şehrinde doğmuş, Geyikli Baba namıyla meşhur büyük evliyayı da analım. Görünmeyenin önemini idrak edelim.

Geyikli Baba tasavvuf yolunda kemâl derecesine ulaştıktan sonra İslâmiyet’i yaymak için çarpışan ve gayret eden Osmanlı mücâhid gâzileri arasına katılıp Bursa’nın fethi sırasında bir geyiğe binmiş ve elinde altmış okkalık bir kılıç olduğu halde en ön saflarda çarpışmıştır. Kalenin fethinde pek çok kerâmetleri görüldü. Bu sebepten kendisine “Geyikli Baba” denildi. Fetihten sonra Ulu Dağına yerleşti. Buradaki dergâhında kendi hâlinde yaşar, gelenlere dinini öğretir, şehre inmezdi. Diğer taraftan Orhan Gâzi ise Bursa’nın fethinde yardıma gelen evliyânın gönlünü almak, onların bereketli duâlarına kavuşmak için bir imâret yaptırdı. Onları Bursa’ya dâvet etti. Bu arada Bursa’nın fethinden sonra bir daha görmediği Geyikli Babanın da gelmesini istedi ve:

“Eğer gelmezse, ben varıp elini öpeyim.” dedi. Geyikli Babayı arayıp buldular. Sultânın sözünü arz ettiler ve Bursa’ya dâvet ettiler. Geyikli Baba bu dâvete rızâ göstermedi.

“Sakın Orhan da gelmesin! Dervişler gönül ehli olurlar, gözetirler. Öyle bir vakitte varırlar ki, vardıkları zamanda ettikleri duânın kabûl olmasını arzu ederler.” buyurdu.

“Bâri Orhan Gâzi’ye duâ et.” dediklerinde;

“Biz onu hâtırımızdan çıkarmıyoruz. Her zaman devletine duâ ile meşgulüz. Onun İslâmiyet’e hizmeti sebebiyle, sevgi ve muhabbeti kalbimizde taht kurmuştur.” diye haber gönderdi.

Aradan zaman geçti. Geyikli Baba, dergâhının yanından bir ağaç dalı keserek omzuna alıp yola revân oldu. Doğru Bursa Hisarına vardı. Pâdişâh sarayına girip, avlu kapısının iç tarafına, getirdiği dalı dikmeye başladı. Sultan Orhan Gâzi’ye haber verdiler.

“Bir derviş gelmiş, saray avlusuna ağaç diker.” dediler.

Sultan çıkıp hâli gördü. Bu dervişin Geyikli Baba olduğunu bildi. Geyikli Baba, ağacı dikince doğruldu ve Orhan Gâzi’ye;

“Bu hatıramız burada kaldığı müddetçe, dervişlerin duâsı senin ve neslinin üzerindedir. Senin neslin ve devletin bu ağaç gibi kök salacak, dalları çok uzaklara ulaşacak, evlatların Dîn-i İslâm’a çok hizmet edecekler.” deyip; “Kökü sâbit, dalları ise göktedir...” meâlindeki, İbrâhim sûresi 24. âyet-i kerîmesini okudu. Az sonra da geldiği gibi gitti. Diktiği ağaç ulu bir çınar oldu. O ağacın bugün Bursa’da Hazret-i Üftâde’ye giden Kavaklı Cadde’deki çınar ağacı olduğu söylenmektedir.

Bir zaman sonra Orhan Gâzi, Geyikli Baba’ya iâde-i ziyârette bulundu. Ona;

“İnegöl ve çevresi senin tasarrufunda olsun.” dedi.

“Mülk ve mal Cenâb-ı Hakk’ındır, ehline verir, biz onun ehli değiliz. Mal, mülk ve sebeplere meyletmek, emir ve sultanlara gerektir. Bizim gibi fukara kısmına, Allah adamlarına yakışmaz.” diye cevap verdi. Pâdişâh ısrar edince, kendisine hibe edilen yerlere bedel olarak, dergâhının çevresinden az bir miktarını dervişlere odunluk kabul edip, Sultân’ın gönlünü aldı. Orhan Gâzi memnun ve razı olup, pek çok duâ aldı.

Geyikli Baba bundan sonra yine Ulu Dağındaki dergâhında ibâdet ve zikirle meşgûl oldu. Sayısız talebe yetiştirdi. Kendisinden nasihat almak ve duâsına mazhâr olmak isteyen pek çok kişi dergâhına gelirdi. Uludağ’ın doğu eteklerinde İnegöl yakınlarında vefât edip oraya defnedildi. Orhan Gâzi tarafından kabri üzerine türbe yaptırıldı. Sonradan yine Orhan Gâzi tarafından türbe yanına bir câmi ve dergâh ilâve edildi. Sevenleri çevresinde bir köy meydana getirdiler. Kurdukları bu köye “Baba Sultan” adını verdiler.

Taşköprüzâde merhum, Şakâyık-ı Nu‘mâniyye’sinde, Osmanlı’nın gül bahçesinde yetişen, Nu‘mân’ın (İmâm-ı A‘zam’ın) bülbüllerini anlatırken, Geyikli Baba’dan da söz eder ve kabrini ziyâretle şereflendiğini söyler.

“Kabrini ziyâret ettim. Kabrin yakınında bir mezar daha gördüm. Türbedârdan bu mezarın kime âit olduğunu sordum. Germiyanoğullarından saltanat sahibi bir kimseyken saltanatı terk edip, Geyikli Babanın hizmetine giren bir büyüğün mezarı olduğunu söyledi.” demekte ve zamanında Geyikli Babaya gösterilen itibarı ifâde etmektedir.

Geyikli Baba gazileriyle savaşlara da katılıp büyük hizmetler yapardı. O günlerde Bursa kuşatma altında ve müslüman askerler zor durumdayken Geyikli Baba imdada yetişir. Rumlar, devasa bir geyik üzerinde altmış okkalık bir kılıçla savaşan bu nur yüzlü cengâveri görünce kalplerini bir korku kaplar, psikolojik olarak yıkılırlar ve teslimi konuşmaya başlarlar. Geyikli Baba ordunun içinde de boş durmaz maneviyatı yükseltmek için sohbetler yapar. Özellikle Ashâb-ı Kirâm’dan ve Ehl-i Beyt’in büyüklük ve asaletinden bahseder, askerlerle ilgilenirdi.

Evet efendim; bedendeki ruh gibi, İslâm organizmasının kalbi, yüreği olan yüce şahsiyetler nurunu, âlemlere nur olan Peygamberimizden alıp gönüllere akıtmışlar, tarihimize damgasını vurmuşlar. O nura hissedar olalım ki günümüz, tarihimiz gibi şanlı olsun. Toplumumuz bu ruhla şekil bulsun, ahlakımız onların ki gibi olsun. Ne kadar da çok ihtiyacımız var değil mi!

Vesselam.

 

Kaynaklar:

Âşıkpaşazâde Târihi, s.196

Şakâyık Tercümesi, s.31

Kâmûsü’l-A’lâm, V, s.3943

Nefehâtü’l-Üns, s.690

Bursa Evliyâları, s.63

Güldeste-i Riyâz-i İrfân, s.220

Tâcü’t-Tevârih, V, s.9

İslâm Âlimleri Ansiklopedisi, X, s.127

Feyz Araştırma Ekibi, 190. Sayı

Yeni Dünya, 2007-Ocak

 

Zuhur Dergisi - Yusuf Selim

Top