“Allah’ın izniyle büyük bir topluluğa galip gelen nice az topluluklar vardır. Allah sabredenlerle beraberdir.” (Bakara, 249)
Tarih, insanlığın hafızasıdır. Yine tarih, insanoğlunun yaratıldığı andan itibaren kıyamete kadar geçirdiği ve geçireceği süreçtir. Bu sürecin bir aktörü insanın kendisi ise şüphesiz diğer aktörü şeytandır. Diğer bir ifadeyle tarih, insanlığın dünyada geçirdiği süreçte şeytana aldanmasının veya ona galip gelmesinin vakıalarıyla doludur.
Tâlût kıssası da bunlardan birisidir.
Kıssaya değinmeden önce Kuran’ın tarihe ve tarihsel sürece bakışını kısaca belirtmekte zaruret vardır. Şurası muhakkaktır ki, Rabbimiz, insanlığın yürüyüşünde taraf olduğunu belirtmekte ve tarafını Hakk olarak açıkça zikretmektedir. (Nahl, 128) Hak yolunda olanlar sâlih idealler ve inançlarla yüklü olduğu sürece onları yeryüzünde idareciler kılacağını müjdelemektedir. (Nûr, 55) Ancak idealden, ahlaktan ve dinden yoksun bozuk bir toplum haline gelinirse iktidar nimetinin onların elinden alınacağını hatırlatmaktadır.
İnsanlığın yürüyüşünde ‘Hakk’ her zaman üstündür, ancak belirli zamanlarda ‘bâtıl’ güçlü veya üstte olarak görülebilir. Ancak Rabbimiz şartların değişmeye mahkûm olduğunu vurgulamakta (Hac, 47-48); iman ve sabır ile şartlar ne olursa olsun mücadeleye devam edilmesi gerektiğini telkin etmektedir. (Nûr, 55) Tarihsel değişimlerin de yavaş ve beklenmedik biçimde, ayrıca yavaş bir nedenler birikimi çerçevesinde gerçekleştiğinin altını çizmektedir. Diğer taraftan zaman algısının Allah ile insanlar arasında farklı işlediğini ifade etmektedir. (Hac, 47-48)
Rabbimiz ayrıca bir toplumu yeterince bilmez halde, uyarmadan (En‘âm, 131) ve ahlaki durum yeterli olduğu müddetçe helak etmeyeceğini izhar etmektedir. (Hûd, 117) Ne zaman ki toplumda adaletsizlik, kibirlenme, zulüm ve baskı artarsa; ticari irtikâp, maddi değerlerin amaç edinilmesi husule gelirse; emr-i bi’l-maruf ve nehy-i ani’l-münker yerine getirilmezse (A‘raf, 4-5; Hûd, 116) işte o zaman kolaylık ve bolluk (lüks) içinde yaşayanların sayısını çoğaltarak tarihsel dönüşümün başlatılacağını haber vermektedir. İşte o vakit de azabın veya çöküşün geri alınmayacağı beyan etmektedir. (En‘âm, 65)
Tâlût ile Calut mücadelesi, Kuran’da yer alan tarihi vakıalar arasında önemli ibretleri barındıran bir kıssadır. Vakıayı kısaca hatırlarsak şunları söyleyebiliriz:
Tâlût, Hz. Musa’dan sonra Amalikalıların köleleri haline gelen İsrailoğullarının, bu durumdan kurtulmak hususunda dönemin peygamberinden, komutası altında savaşmayı taahhüt ettikleri komutandır.
Tâlût’un ayırıcı hususiyeti, kendisini Allah’ın İsrailoğullarına komutan tayin etmiş olmasıdır. İsrailoğullarından müteşekkil ordunun başına geçen Tâlût, Calut ile karşılaşma anına kadar Allah’ın yönlendirmesi altında hareket eder.
İlk emir uzun yolculukta Ürdün Nehri’nden geçilirken suyundan içilmemesi, şayet içilecekse de çok az içilmesi yönündedir. Bu nehirden geçilirken büyük bir kitle emri ciddiye almaz ve uzun yolculuğun getirdiği susuzluğunu dindirmek sadedinde kana kana içerler.
İkinci emir nehir suyundan içenlerin ordudan ayrılması hususundadır. Geri kalan ordu uzun ve meşakkatli bir yolculuktan sonra Calut’un ordusu ile karşılaşır. Ancak Tâlût’un ordusunda, rakip ordunun sayısal çokluğu karşısında bir kopuş daha yaşanır ve ordudan ayrılmalar gerçekleşir.
Bu şekilde rivayetlerde 300 küsur civarında kalan Tâlût ordusu ile 80.000 civarında olan Calut ordusu karşı karşıya gelir. Neticede inanan, yolculuğun her safhasında Allah’ın ve atadığı komutanının emri doğrultusunda hareket eden bir avuç inanmış insan, kendilerinden yüzlerce kat fazla sayıda olan orduya karşı savaşır ve galip gelirler. Hz. Davut’un Calut’u öldürmesi ile dağılan düşman ordusunun karşısında Tâlût ordusu, Allah’ın izni ve yardımı ile muzaffer olur. (Bakara, 246-252)
Hülasa ederek zikrettiğimiz bu olayın günümüze yansımalarını şöyle ifade edebiliriz:
Tâlût ve ordusunun yolculuğu, insanoğlunun dünya yolculuğuna benzemektedir. Bu yolculuk devam ederken Allah yerine getirilmesini veya getirilmemesini istediği emirler vermektedir. Bu emirler arasında her yerine getirilmesi istenilen yükümlülüklerin insanoğlu tarafından çiğnenmesi, onun hak yoldan sapma veya ayrılmayı kaçınılmaz kılmaktadır. Tıpkı Tâlût’un ordusunda emri çiğneyenlerin ayrılması gibi. Ancak en zor anlarda dahi Allah’ın buyruklarının yerine getirenler az topluluklar olsa da çok kalabalık topluluklara Allah’ın izniyle galip gelmektedirler. Bu Rabbimizin Sünnetullahı’dır. Durum böyle olmakla birlikte buraya kadar ifade ettiklerimizden hareketle yakıcı ve yıkıcı soruyu soralım:
Bugün İslam dünyası olarak masiva nehirlerinden su içmeye mi devam ediyoruz? Diğer bir ifadeyle, sayısal çokluğumuz olduğu halde Allah’ın yapmayın dediklerini mi yapıyoruz?
Esasen bu kıssa bize ashab-ı kiramı bir kez daha anlamaya sevk etmelidir. Zira onlar topu topu 500 kişi olarak Medine’ye hicret ettiler. Medine’de 1500 kişi oldular ve daha yarım asır geçmeden dönemin iki süper gücü olan Sasani ve Bizans’ı dize getirdiler. Bu sayede İslam’ı dünyaya ve zamanımıza taşıdılar. Görülüyor ki, Allah’ın vaadi tekrar tahakkuk etmiştir:
“Allah’ın izniyle büyük bir topluluğa galip gelen nice az topluluklar vardır. Allah sabredenlerle beraberdir.” (Bakara, 249)
Yine bu kıssa bize güncel bir çatışmada savaşanların inanç ve ahlakının, tek başına fiziki ve maddi unsurlardan çok daha önemli olduğunu göstermektedir. Ayrıca sayısal güce güvenmenin de anlamsız olduğunu teyit etmektedir. Zira çatışma da önemli olan, nicelik değil, niteliktir. Ve son olarak, kararlılığın zaferin elde edilmesinde başlıca unsurlardan birisi olduğunu hatırlatmaktadır.
O halde, Tâlût ordusu ve ashab-ı kiram gibi benzer olaylarla karşılaştığında dökülmeyen, yasakları çiğnemeyen, sabreden, davayı bırakıp gitmeyen, galibiyetin azlık-çoklukla ilgili olmadığını idrak eden, bu hususta Allah’ın yardımının en büyük etken olduğunu bilen, az da olsa inanmış topluluklar yetiştirelim.
Abdulkadir MACİT
Bizi sosyal medyada paylaşın: