Yıl 1699... Osmanlı, Karlofça'da Avusturya, Lehistan ve Venedik ile ayrı ayrı barış anlaşmaları imzalamıştı. Bu antlaşmadan kısa bir zaman sonra, 14 temmuz 1700 senesinde de, Rusya ile karşılıklı olarak silah bırakılmasına karar verildi.
Ruslarla yapılan ve tarihe " İstanbul muahedesi" adıyla geçecek olan yirmi beş yıl sürmesi kararlaştırılan bu yeni antlaşmaya göre Azak Kalesi ve etrafındaki bu kaleye bağlı diğer kale ve hisarlar; Koban taraflarında bulunan önemli bir bölge Ruslara bırakıldı. Özü Suyu üzerindeki Doğan (Togay), Gâzi Kerman, Şahin Kerman, Nusret Kerman Hisarları yıkılmak üzere, o bölge tamamıyla Osmanlılara iâde olundu. Bu antlaşmada ayrıca Rusların İstanbul'da, sürekli olarak "Kapı Kethüdası" ismiyle bir elçi bulundurmaları ve bunun diğer devletlerin daimî elçileriyle aynı hakka sahip olması kabul edildi.
Bütün bu savaşlar, sulh girişimleri veya antlaşmalar yapılırken elimizden çıkarmak zorunda kaldığımız muhteşem Azak Kalesinde, Hasan Azakî ismiyle bir merd-i Hudâ yaşamaktaydı. Tarihimizde gördüğümüz onlarca gönül erlerinden birisi olan Hasan Efendi, kale ve çevresinde yaşayan müslüman Türklerin sevip saydığı, münzevî meşhurlardan bir Alperen idi. Kendi köşesinde, halvetinde yaşar, isteklilerine Hak ve hakikat yolunu gösterirdi. Halvetiyye'den İstanbul erenlerinden Hasan Ünsî (İstanbul 1723) tarafından yetiştirilmiş, Hakk'ın dostluğunu kazanmış bir sırlı zât idi. O, bu Kale'ye de Ünsî Efendi'nin emir ve arzularıyla gelmişti. Bir uç beyi kadar cesûr, yerdeki karıncayı incitmeyecek kadar da, hassas bir gönül ehli idi…
İşte, 1700 senesinde Ruslarla İstanbul'da söz konusu antlaşmanın yapıldığı bir ortamda, Azak Kalesi'nin içinde böyle bir zat yaşıyordu. Ruslar antlaşmayı yaptılar yapmasına ama, Kale ve çevresini güzellikle boşaltmak şöyle dursun, Müslüman Türklere yapılan muameleler savaştan da beterdi. Sert müdahalelerin yanında, açlık ve sefalete maruz kalmışlar, perişan olmuşlardı…Halk ve askerler bu sıkıntılara dayanamayıp firar etmişler, Kale'de sadece üç beş dervişiyle Hasan Efendi kalmıştı. Kalan dervişler de telaşa düşüp Şeyh Hasan Efendi'nin yanına gelmişlerdi.
Konunun bundan sonraki faslını İbrahim Has (ö. İstanbul 1762)'ın XVIII. asrın güzelim İstanbul Türkçesiyle yazdığı Tezkire'sinden takip edelim:
"Kâfirler Azak Kalesi'ni muhâsara etmeğe mübâşeret eylediği zaman Kale'deki insanlar firâr etmeğe başladılar. Şeyh Hasan'a dervîşleri:
"Bizler de gidelim, sonra esîr oluruz!" dediler:
Şeyh onlara:
"Benim Şeyhim Şeyh Hasan el-Ünsî (k.s.). Bana, "Var, Azak'a otur!" dedi. Kâfîr geldiği zaman firâr eyle, demedi. Biz çıkmayız, gidenlere kapı açıkdır." Diye cevap verdi.
Bu söz üzerine, dervîşlerden bir nicesi gitti. Nihâyet Kale, kâfirler tarafından alındı. İçeride ne var ne yoksa yağmaladılar. Kâfirlerin Casar'ına:
"Şurada bir kimse var, birkaç dervîşiyle oturuyor. Cümle firâr etdiler. Bu kimse firâr etmedi" diye haber verdiler.
Casar, Şeyh Hasan'ı önüne getirip:
"Halk kaçtılar. Sen niçin gitmedin?" diye sordu.
Şeyh evvelki dediği gibi dedi.
Casar:
"Yâ! Esîr olurum diye korkmadın mı?" dedi:
Şeyh Hasan:
"Biz Allah kuluyuz, her nerede olursa olsun!" şeklinde cevap verdi.
Casar yine:
"Ne istersin murâdını hâsıl eyleyim!" dedi.
Şeyh dedi:
"Tâifeniz bizi rencide etmesin ve aldıkları akçamızla bize taâm versin!"
Casar dedi:
"Her kim sizi zerre kadar rencide ederse, katleylerem. Her ne talep ederseniz versinler, vermeyenleri de katlederim."
Bir nice zamandan sonra Kale İslâm'a müyesser oldu. Daha sonra irâdetleriyle Azâk'tan çıkıp Kırım'da Kefe'ye geldi. Orada Şeyh Mehmed Kefevî ile pîrdeş idiler. Hânkâhında sâkin oldu. Akça ile taâm alalım, dediklerinde münkirler taâm vermediler ve bir kimse dahi taâm getirmedi. Birkaç gün aç kaldılar. Âkıbet Şeyh Hasan Azâkî, Şeyh Mehmed'e dedi:
"Bu halk dâimâ böyle eziyyet üzereler midir?"
Şeyh Mehmed:
"Böyledir" dedi
Şeyh Hasan:
"Yâ! Bilmez misin, Sarı Saltuk eski Kırım'a ne eyledi?" diye sordu.
Şeyh Mehmed dedi:
"Bilirim, lâkin o bizim elimizden gelmez! Gelirse yine sizin elinizden gelir!"
Hemen Şeyh Hasan, hırkasını çıkarıp eline bir süpürge aldı, sokakları süpürmeye başladı. Kaç sokak ve çarşı süpürdü. Sonra süpürgeyi yerine koduğu gibi taûn hastalığı zâhir oldu. Her ne kadar yer süpürdü ise orada kimse kalmadı, cümlesi helâk oldu ve boş hânelerine dahi kimse itibâr etmedi. Az zaman içinde harâb oldu. Bir daha mâmûr olmadı hâlâ harâbdır (k.s.).[2]
İşte, Hasan Azakî'nin serencamı böyle idi.
Hasıl-ı kelâm, bu kıssadan çıkaracağımız pek çok netice vardır. Fakat en önemlisi Osmanlıyı ayakta tutan manevî gücü göstermesidir. İşte bu güce sahip olan alperenleri yetiştiremezsek, daha çok kaleler terkedilmek zorunda kalınacaktır.
Başka kalelerin terkedilmemesi için Hasan Azakî gibi çağdaş alperenlerin yetiştirilmesi gerekmektedir.
Mustafa Tatcı
Bkz. İbrahim Hâs, Tezkiretü'l-Hâs, Süleymaniye Ktp. HM. Ef. Bl. Yz. Nu: 4543, telif: M. 1751.
Bizi sosyal medyada paylaşın: