“Ya Rab, nasıl ulaşalım Senin rızana…”diye bir düşünce geçiriyorsak içimizden, bir umulmadık bir umman gelir önümüze. O yaradan ki Ekmel-i Kâinat Fahr-i Âlem Muhammed’i (s.a.s) yarattı, bizi nasıl sevdiğini kanıtladı. O sevdi, “Habibim” dedi. Biz de seversek oluruz O’nun mahbubu elbet... Olmaz O’nsuz denizde yol alan, varmaz O’nsuz yollara çıkan, “İstersen yevm-i mahşerde şefaat; Kıl Habib-i Kibriyâ’ya salevât” diyoruz ve O’nun bizim için ne kadar çok önemi olduğunu tekrarlıyoruz.
Kur’ân’da önceki milletlerin nasıl ki bir düşmanla karsılaştıklarında, “Ya Rab, âhir zamanda göndereceğin son Nebî’nin yüzü suyu hürmetine bize yardım et!” niyazlarını hatırlarsak, bizler de O’na ümmet olduğumuz nisbetle bu yakarışlarımızı daha bir yükseğe çıkarmalıyız.
Öyle ki; Abdullah Demircioğlu Hocaefendi’nin, “Le kad kâne lekum fî Rasûlillâh; Kur’ân’da buyurur Hz. Allah; Aşkım Sanadır ya Resûlallah; Ya Habiballah, Ya Şefîa’l-Muznibîn” şiiri;
Fuzulî’nin “Saçma ey göz aşkdan gönlümdeki yâre su, kim bu denli tutuşan odlara kılmaz çare su” serpintisi varsa, Resûlullah âşıkları için bizler de bu yazımızda aşkı donmuş uzuvlara, dinmiş organlara, felçli hastalara şifa olan İmam Bûsirî’nin “KASİDE-İ BÜR’E”sinden bahsedeceğiz.
Bilindiği üzere İmam Bûsirî’nin tam ismi, Ebû Abdullah Şerefüddin Muhammed b. Said b. Hammad b. Muhsin el-Bûsirî’dir. Kendisi Peygamber Efendimize (s.a.s) yazdığı şiirleri ile ün salmıştır. Meşhur İslâm âlimlerinden ve velilerindendir. Mısır’ın Behnesâ şehrine bağlı Behşim’de, Hicrî 1 Şevval 608’de (7 Mart 1212) doğdu. Aslen Berberî olan İmam Bûsirî Fas’taki Hammad Kalesi’ndeki Habnunoğullarındandır. Hafızlıktan sonra öğrenimine Kahire’de devam etmiştir. Yazdığı eserlerle İslâmî ve tâli ilimlere, Arab dili ve edebiyatına ne kadar hâkim olduğunu göstermiştir. Bir müddet vezir Zeyneddin Ya’kub İbn Zübeyr’in yanında görev yaptıktan ve Kahire’de çocuklara Kur’ân dersleri verdikten sonra ayrıldığını ve çeşitli diyarlar gezdiğini şiirlerinden ve kaynaklardan öğrenmekteyiz. İskenderiye’de seksen küsur yaşında vefat ettikten sonra kendi ismiyle anılan camiin içerisindeki sağ maksûreye gömülmüştür.
Muhammed Bûsirî Ebu’l-Hasan eş-Şazelî Hazretlerinden inâbe almış ve onun vefatından sonra yerine geçen Ebu’l-Abbas Ahmed el-Mürsî’ye intisâb etmiştir. Mürşidi Ahmed el-Mürsî’yi medh u senâ eden, onun, zamanın kutbu ve imamı olduğunu belirten mersiye yazmıştır. İhvanı büyük mutasavvıf İbn Atâullah Allah aşkını işlerken, kendisi Rasûl sevgisini işlemiştir. (DİA, VI, 468-470)
İmam Bûsirî haksızlığa karşı son derece duyarlı birisiydi. Ömrünün sonuna doğru nüzul hastalığı geldiğinden, bedeninin yarısı hareketsiz bir süre yaşamıştır. Yüce Allah’a hastalığına şifa vermesi için, Rasûllâh’ı vesile kılarak çok dua etmiştir. Ecmelü’n ve Ekmelü’n-nâs olan Peygamber Efendimizi medh u sena eden meşhur Kaside-i Bür’e’sini hazırlamış, rüyasında Peygamber Efendimize sunmuş ve şifa bulmuştur. İmam Bûsirî’nin, bu şiirini hazırlayışındaki samimiyeti hususundaki bilgileri ve şiirdeki gizemleri kıymetli hocamız Abdullah Demircioğlu ile yaptığımız söyleşi ile anlamaya çalışalım.
“Kaside nedir, diyecek olursak; Kaside, sevgisi olan kişileri medh u senâ etmekten ibarettir. Arab cahiliye devrinde başlamış, Osmanlılara kadar devam etmiştir. Sultanlara haddi aşacak derecede medh u senalar yapılmış olup, bunlar zaman zaman zulme dahi sebep olmuştur. Osmanlılarda tek tük aşırı giden kaside yazarları olmuştur ama padişahların itibar etmemesiyle pek tutulmamıştır.
Bizim İslâmî kasidelerde ayrı bir durum var. Peygamber Efendimizi (s.a.s) medhetme hususu var. Burada riya söz konusu olamaz, beklenti ancak sevaptır. Cenab-ı Allah’a yakınlık O’nun rızasını kazanmaktır. Çünkü Resûlullah’ı zaten Cenab-ı Allah medh u senâ etmiştir.
İmam Bûsiri, nüzul hadisesi/felç olunca rüyasında Peygamber Efendimize (s.a.s) okumuştur. O’da çok memnun olmuş ve Hırka-yı Şerifi, İmam Bûsirî’ye bağışlamıştır. Ve uyandığı zamanda İmam Bûsirî bu hastalığında iyileşmiştir. O günden bugüne bu kaside müslümanlar arasında şöhret bulmuş, nüzul hastalıklarına tedavi için okunmuştur. Bu bir samimiyettir ve ihlâstır. Eldeki dayanağımız İmam Bûsirî, Nâbî gibi kimselerin ihlâsıdır ve yalan söylemiyor olmalarıdır. O’nun için Hadis ilminde de çok itimad edilen sahabilerden hadisler toplanmıştır. Binlerce hadis bizlere rivayet edile gelmiştir. Bir de dinimizde yalan söylemenin yasak oluşu vardır. Peygamber Efendimiz kendi hadisleri hakkında “Men kezebe ‘aleyye mutammiden fe’l-yetebevve’ mak‘adehû mine’n-nâr / Bana kasten yalan söyleyen kişi Cehennemdeki yerini hazırlasın” buyuruyor. Gerçek müslüman, Resûlullah’a bu iftirayı yapamaz. Rüyasında görmediği bir şeyi gördüm diyemez. Rüya hususu da ayrı bir durumdur. Bunları İmam Bûsirî biliyor. Aşk düşmüş gönüllerine. İslam’la meşbu olmuş/kanmış bir kişi hiç yalan söyler mi?”
Bu bağlamda İmam Bûsirî’nin aşkından bir nebze almayı ümit ederek 161 beyitten oluşan aşk ırmağı, feyiz denizinden bir nebze olsun istifade etmeyi düşünerek on bolümden oluşan kasidesini peyderpey aktaracağız. Burada Abdullah Efendiyle yaptığımız söyleşi ışığında feyizlenmeyi arzuluyoruz. Resûlullah’ın aşkıyla yanmayı ayıplayanlara, O Fahr-i Kâinat’ı sevmeyi bidat sayanlara bir cevap ve doğru yola ileten bir delil olacağı ümidiyle devam ediyoruz. Kaside-i Bür’e’nin nasıl oluştuğuna dair söyleşimize devam ederek bereketlenelim;
“Birinci bölüm Resûlullah’a olan aşkını ele almaktadır. 12 beyitten oluşmaktadır. Bu bölüm Peygamber Efendimizin sevgisini, aşkını muhabbetini anlatan bölümdür.
E min tezekküri cirânin bi zî selemin
Mezecte dem‘an cerâ min mukletin bi demi
(Ey benim dertli gönlüm! Selem ağaçlarının süslediği vadideki komşuları hatırladığın için mi gözlerinin ak ve karasından akan yaşı kan ile karıştırmaktasın?)
Açıklama:
Gözlerinin yaşla dolduğunu ve neden dolduğunu soruyor kendisine. Burada “Zî selem” deniliyor. Manası, “Selamet yeri.” Bu mevki sana hatırlatıldığında Medine-i Münevvere aklına geliyor. Bundan dolayı kanla dolan gözyaşlarını gözünden boşaltıyorsun.
Bu bölümden bir tane daha tercüme edebiliriz. (3. Beyit)
Fe mâ li ‘ayneyke in kultekfufâ hemetâ
Ve mâ li kalbike in kultestefik yehimî
(Ey gönül! İki gözüne ne oldu ki, onlara “kendinizi tutun, ağlamayın” dedikçe o iki göz daha çok kanlı yas akıtıyorlar?
Ve kalbinde de ne oldu ki, “sakin ol, kendi gel” desen de, o aldırmayıp ölçüsüz sevgisi, hayranlığı ve delicesine aşk ve muhabbeti artıyor?)
Açıklama:
Senin iki gözüne ne oluyor ki, sen ona “artık yeter ağlama, gözyaşı dökme” dediğin zaman; o gözyaşlarını yine fışkırtarak akıtıyor.
Senin kalbine de ne oluyor ki, yani “artık hüzünlenme, kederlenme, gam yapma” dediği zaman; elemi daha fazla, kederi gamı düşüncesi daha fazla oluyor, coştukça coşuyor.
Açıklamalarıyla feyizyâb olduğumuz Abdullah Efendi’nin, Kaside-i Bür’e hakkındaki değerli yorumlarını aktardıktan sonra gelecek sayımızda ikinci ve diğer bölümlerden bahsedebilme temennisiyle veda ediyor,
Hasta kullara, samimi dua ve yakarışlarınızı esirgememenizi diliyoruz.
Bâkî selamlar...
Tufan DOĞAN (Zuhûr Dergisi 12. sayısından alıntıdır.)