Murâkabenin hakîkati, Rakîb’i (murâkabe edeni) gözetmek ve himmetini tamamen ona çevirmektir. Başkasından ötürü herhangi bir işten sakınan bir kimseye ‘Filan adamı murâkabe edip onun tarafını gözetti’ denir. Bu murâkabeden gaye, kalbin bir durumudur. O durum, marifet çeşitlerinden birinin meyvesidir. Azalarda ve kalpte birtakım ameller meydana getirir. Hal’e gelince… O; kalbin, rakibi (murâkabe edeni) gözetmesi, onunla meşgul olması, ona iltifat etmesi, onu mülahaza etmesi ve ona dönmesidir. Bu hali meyve olarak veren marifet, Allah’ın kalplerdeki gizliliklere muttali olduğunu, kulların amellerini murâkabe ettiğini, her nefsin yaptığını tespit etmek suretiyle o nefsin üzerinde kâim olduğunu bilmektir. Allah hakkında bedenin görünür kısmının insanlara açık olduğu gibi hatta bundan daha açık bir şekilde kalbin sırlarının Allah’a açık olduğuna inanmaktır. İşte bu marifet yakîne dönüştüğünde yani şüpheden uzak olduğunda kalbe galebe edip kalbi kontrol altına alır.
Evet, ölümü bilmek gibi birtakım ilim vardır ki içinde şek ve şüphe olmadığı halde kalbe galebe çalmaz. Marifet bu şekilde kalbi istila ettiğinde, kalbi murâkabe edenin yönüne çeker, kalbin himmetini murâkabe edene çevirir!
Bu marifeti, yakîn haline getirenler, mukarreblerin ta kendileridir. Bunlar da sıddîklar ise ‘Ashâb-ı Yemin’e bölünürler. Bu bakımdan bunların murâkabesi iki derece üzerindedir:
Birinci Derece
Birinci derece, sıddîklardan olan mukarreblerin murâkabesidir. Bu murâkabe tâzim ve iclâl murâkabesidir.
Kalp, celâli düşünmekte tamamen dolar, Allah’ın heybeti altında kırılır. Orada asla başkasına bakma imkânı kalmaz. Bu murâkabe öyle bir murâkabedir ki onun amellerinin tafsilatı hakkında tartışmayı uzatmayacağız. Çünkü o sadece kalpte tahakkuk eden bir murâkabedir. Azalar ise mubahlara bile bakmaktan muattal olurlar. Nerde kaldı mahzurlulara bakmak? Azalar taatlarla harekete geçirildiğinde, kendileriyle iş görülen aletler gibi olurlar. Artık doğruluk yolları üzerinde korumasında herhangi bir tespit ihtiyacı kalmaz. Bilakis çobanın tamamını elde eden, güdüleni düzeltir. Kalp ise, çobandır. Ne zaman ki ma‘bud ile dolarsa, azalar, zorluk olmaksızın istikamet üzerinde cereyan eden aletler olur.
Bu kimse himmeti bir olan ve dolayısıyla Allah Teâlâ tarafından diğer himmetlerin (derdin)den korunan bir kimsedir. Bu dereceye vâsıl olan bir kimse, bazen halktan gafil olur. Öyle ki gözlerini açtığı halde yanında hazır olanı görmez. Kulağında sağırlık bulunmadığı halde kendisine söylenileni dinlemez. Bazen mesela oğlu yanından geçer, oğluyla konuşmaz. Hatta seleften bazısının üzerinde, bu hal cereyan ediyordu. Kendisini kınayan bir kimseye dedi ki: ‘Yanından geçerken beri dürt!’ Bu durum, uzak sayılacak bir durum değildir; zira sen bunun benzerini dünya sultanlarını tazim eden kalplerde bile görürsün(!) Hatta sultanın hizmetkârları, sultanlara kalplerini şiddetli bir şekilde kaptırdıklarından, sultanların meclislerinde başlarından geçenlerin farkında olmazlar. Hatta bazen kalp basit bir işle meşgul olur, o hususta düşünceye dalıp gider. Çoğu kez varmak istediği yeri geçer ve peşine düştüğü işi unutur!
Abdülvahid b. Zeyd’e (Basra’lı bir âbiddir) şöyle soruldu: ‘Sen bu zamanda haliyle meşgul olup da halktan uzaklaşan birini biliyor musun?’ Cevap olarak dedi ki: ‘Ben bilmiyorum! Ancak bildiğim bir kişi vardır. O da şu saatte sizin yanınıza gelecek’.
Bu sözünden az bir zaman sonra Utbetü’l-Gulâm içeri girdi. Abdülvahid b. Zeyd ona dedi ki: ‘Ey Utbe! Nerden geliyorsun?’ ‘Filan yerden geliyorum’ dedi. Onun geldiği yol çarşıdan geçerdi. Abdülvahid ona ‘Yolda kimlerle karşılaştın?’ dedi. O ‘Hiç kimseyi görmedim!’ dedi.
Hz. Yahya bir kadının yanından geçti. Kadını iteledi. Kadın yüz üstü yere düştü. Bunun üzerine Yahya’ya (a.s) ‘Niçin böyle yaptınız?’ dediler. Hz. Yahya ‘Ben onu duvar sandım!’ diye cevap verdi.
Bir kişi şöyle anlatıyor: ‘Ok ile yarışan bir cemaatin yanından geçtim. Biri onlardan uzak oturuyordu. Yanına vardım. Onunla konuşmak istedim. Bana dedi ki:
- Allah’ın zikri daha hoştur.
- Tek başınasın!
- Beraberimde rabbim ve iki melek vardır!
- Şu kişilerden hangisi yarışı kazandı?
- Allah kimi affetmişse o!
- Yol nerede?
Göğe doğru işaret ederek kalkıp yürüdü ve şöyle dedi:
- (Ey rabbim!) Senin kullarının çoğu senden uzaktır!
İşte bu, Allah’ın müşahedesiyle kalbi dolan bir kimsenin sözüdür. Bu kimse ancak Allah’tan konuşur. Ancak Allah yolundaki konuşmayı dinler. Bu bakımdan böyle bir kimse dil ve azalarının murâkabesine muhtaç değildir; zira onlar ancak onda bulunan mânâ ile hareket ederler!
Şiblî, Ebu Hüseyin en-Nûri itikâfta iken huzuruna vardı. Onu sakin, görünüşü güzel ve hareketsiz bir halde gördü. Kendisine ‘Sen bu sükûnet ve murâkabeyi nerden aldın?’ diye sordu. Ebu Hüseyin ‘Bizim bir kedimiz vardı, ondan! O kedi avlanmak istediğinde deliğin kapısında nöbet bekler, kılı dahi kıpırdamazdı’ dedi.
Ebû Abdullah b. Hafif şöyle anlatır: Mısır’dan çıkıp Ebû Ali el-Ruzubarî’yi ziyaret etmek için, Ramle’ye gitmek istedim. Zâhid diye bilinen Mısırlı İsa b. Yunus bana dedi ki: ‘Sur’da (Şam’da bir yerdir), bir genç ile bir ihtiyar vardı. İkisi murâkabe hali üzerinde bir araya gelmişlerdi. Eğer onlara gidersen onlardan istifade edersin!’ Bu söz üzerine aç ve susuz olduğum, belime bağlı bir bez ve omuzlarımda bir şey olmadığı halde, Sur’a gittim, camiye girdiğimde kıbleye yönelmiş oturan iki şahıs gördüm. Kendilerine selâm verdim. Bana cevap vermediler. İkinci, üçüncü defa selâmı tekrarladım. Yine selâmıma karşılık vermediler. Bunun üzerine, ‘Neden benim selâmımın cevabını vermiyorsunuz!’ dedim. Bunun üzerine, genç olanı, başını kaldırarak bana baktı ve şöyle dedi: ‘Ey Hafif’ln oğlu! Dünya azdır. Azdan da ancak azı kalmıştır. O halde, azdan çoğu edin! Ey Hafif’ln oğlu! Senin meşguliyetin ne az imiş ki boşalıp bizimle birleşmeye vakit buldun?’ O bu sözüyle beni tesiri altına aldı! Sonra başını önüne eğerek murâkabeye daldı! Ben onların yanında öğle ve ikindiyi kılıncaya kadar kaldım. Dolayısıyla açlığım, susuzluğum ve yorgunluğum kalmadı. İkindi zamanı olunca şöyle dedim: ‘Bana nasihat et!’ Bunun üzerine başını bana doğru çevirerek şöyle dedi: ‘Ey Hafif’ln oğlu! Biz musibetzedeleriz. Bizde nasihat dili yoktur’. Böylece onların yanında üç gün kaldım. Ne yedim, ne içtim, ne uyudum. Onların da bir şey yediğini ve içtiğini görmedim. Üçüncü gün olunca kalbimden dedim ki: ‘Bunların ikisine yemin verdireyim ki bana nasihat etsinler! Umulur ki onların nasihatlerinden faydalanırım!’ Bunun üzerine genç, başını kaldırıp bana şöyle dedi: ‘Ey Hafif’ln oğlu! Görünüşü sana Allah’ı hatırlatan, heybeti kalbine düşen, diliyle değil, fiiliyle sana nasihat eden bir kimsenin arkadaşı ol! Selâm sana! Kalk! Bizden ayrıl!’
İşte bu, kalplerine Allah’ın iclâl ve tâzimi galebe çalmış, kalplerinde Allah’tan başkasına yer kalmamış ve murâkabeye dalmış kimselerin derecesidir.
İkinci Derece
İkinci derece ashab-ı yemin den olan muttakî kimselerin murâkabesidir. Bu kimselerin, Allah’ın zâhir ve bâtınlarına muttali olmasının yakîni kalplerine galebe çalmıştır. Fakat celâlin mülâhazası, onları sarhoş etmemiştir. Onların kalpleri normal bir derecede kalmıştır, hallere ve amellere bakacak genişliktedir. Ancak o kalpler amelleri işlemekle beraber, murakabeden boşalmazlar. Evet! Bunlara Allah’tan utanmak galip gelmiştir ve onlar ancak Allah hususundaki tahkik ve tespitten sonra ilerler veya gerilerler. Kıyamette kendilerini rezil edecek her şeyden çekinirler. Çünkü onlar Allah’ın dünyada kendilerine muttali olduğunu bilirler. Kıyameti görmeye ihtiyaç duymazlar.
İki derecenin değişikliği, müşahedelerle bilinir; zira sen halvet halinde, bazen birtakım ameller işlersin. Yanına bir çocuk veya bir kadın geldiğinde bilirsin ki bu gelen senin haline muttalidir. Ondan utanır, oturmanı düzeltir, hallerine dikkat edersin. Bu dikkatin gelenin büyüklüğünden değil, utanmaktan ileri gelir; zira gelenin müşahedesi, her ne kadar, seni sarhoş edecek ve kalbini tamamen kaplayacak derecede değilse de o müşahede sende hayali kabartır. Bazen de sultanlardan biri yanına gelir veya büyüklerden biri içeri girer. Dolayısıyla girenin büyütülmesi senin bütün kalbini kaplar. Öyle ki onunla meşgul olmak için içinde bulunduğun her şeyi terk edersin. Bu davranışın ondan utandığın için değildir.
İşte Allah’ın murâkabesinde kulların mertebeleri böyle değişik olur. Kim bu derecede olursa o, bütün hareket, sekene, kalbindeki düşünce ve mülâhazalarında murâkabeye muhtaçtır. Kısacası; bütün tercihlerini mülâhaza etmelidir. Onun burada iki bakışı vardır: Biri amelden önce, diğeri amel hakkındadır.
Amelden öncesine gelince, kişi kendisine görünen ve yapılmasından ötürü kalbini harekete geçiren şeyin sadece Allah rızası mı olduğuna, yoksa hevâ-i nefiste, şeytanın peşine takılmaktan mı ibaret olduğuna dikkat etmelidir. Bu bakımdan kişi hakkın nûruyla bu durum kendisine inkişâf edinceye kadar bunu tahkik ve tespite çalışmalıdır. Eğer sadece Allah için bir şey ise onu yapmalı, Allah’tan başkası içinse Allah’tan korkup, O’ndan çekinmelidir. Ona rağbet ettiğinden dolayı da nefsini kınamalıdır. Nefsine, nefsinin kötü fiilini, rezil olması hususunda çalışmasını ve eğer Allah, nefsin yardımına yetişmeseydi kendi kendisinin düşmanı olduğunu hatırlatıp tanıtmalıdır.
Bu tespit, beyanın hududuna varıncaya kadar işlerin başlangıcında farzdır. Hiç kimse, böyle bir tespit yapmaktan müstağni değildir; zira haberde şöyle vârid olmuştur:
Ne kadar küçük olursa olsun, kulun hareketlerinin her birinde, kul için üç defter neşredilir: Birinci defter ‘neden?’ İkinci defter ‘nasıl?’ Üçüncü defter de ‘kim için?’ defteridir.
Neden’ln mânâsı; ‘Neden bunu yaptın? Acaba Mevlân için bunu yapmak, senin üzerine farz mıdır? Veya hevâ-i nefsin için mi buna meylettin?’ Eğer kişi, bu sualden kurtulursa; yani o hareketi yapmak Mevlâsı için gerekli ise, (bu takdirde) ikinci defterden sorulur. Bu bakımdan kendisine denilir ki: ‘Sen bunu nasıl yaptın?’ Zira Allah’ın her amelde bir şartı ve bir hükmü vardır. O şart ve hükmün kaderi, vasfı ve sıfatı ancak bir ilimle bilinir! Bu bakımdan ona şöyle denir: ‘Sen nasıl yaptın? Kesin bir ilimle mi? Yoksa cehalet ve zanla mı?’ Eğer kişi, bu sualden kurtulursa üçüncü defter açılır. O da ihlâsın istenilmesidir. Bu bakımdan kendisine şöyle denir: ‘Bunu kim için yaptın? Acaba sırf Allah’ın cemâli ve Lâ ilâhe illâllah sözüne vefa göstermek için mi yaptın? ki o zaman senin ecrin Allah’a düşer veya mahlukların görmesi için mi yaptın? Eğer öyleyse ecrini o kimseden al! Veya acelece verilen dünyayı elde etmek için mi yaptın ki bu takdirde dünyadan olan nasibini sana tam olarak veririz veya unutarak, gaflet hâlinde mi yaptın ki bu takdirde senin amelin yanar, çaban boşa gider ve ecrin yok olur. Eğer benim gayrim için bunu yapmışsan benim azabıma ve ikabıma müstehak olursun. Zira benim kölemdin, verdiğim rızkı yer, benim nimetimle yaşardın. Sonra benden başkasına çalışırdın.
Beni dinlemedin, oysa şöyle demiştim:
“Allah’tan başka taptıklarınız sizin gibi kullardır.” (A’râf, 194)
“Sizin Allah’tan başka taptıklarınız size rızık veremezler. Siz rızkı Allah’ın katında arayın. O’na ibadet edin ve O’na şükredin.” (Ankebût, 17)
“İyi bilin ki, hâlis (katıksız) din yalnız Allah’ındır.” (Zümer, 3)
Kul, bu sorulara muhatap olacağını ve bu kınamalara maruz kalacağını bildiğinde sorguya çekilmeden önce nefsini sorguya çeker. Sorulan suallere cevaplar hazırlar. Kulun cevabı, doğru olmalıdır. Bunun için de tedkik ettikten sonra yapmalı veya yapmamalıdır. Düşündükten sonra ancak parmağını veya kirpiklerini kıpırdatmalıdır.
Hz. Peygamber (s.a) Hz. Muaz’a hitaben şöyle demiştir:
“Kişi, gözüne çektiği sürmeden, parçaladığı çamurdan ve kardeşinin elbisesine dokunmasından bile sorulacaktır.”
Hasan Basrî (r.a) şöyle demiştir: ‘Ashab-ı kirâmdan biri bir sadaka vermek istediğinde önce tedkik eder. Eğer Allah içinse verirdi’.
Yine Hasan şöyle demiştir: ‘Niyetinin ve himmetinin yanında durup düşünen bir kula Allah rahmet eylesin! Eğer niyeti Allah için ise (bu takdirde) düşündüğünü yapar. Eğer Allah’tan başkası için ise yapmaz’.
Sa’d (r.a), Selman-ı Fârisî’ye (r.a) şöyle nasihat etmiştir:
‘Kasdettiğin zaman kasdının yanında Allah’tan kork!’ (İmam Ahmed, Hâkim)
Muhammed b. Ali (r.a) şöyle demiştir: ‘Mü’min bir kimse bir işi yapmak istediğinde duraklar, yavaşça hareket eder. Niyetini tedkik eder. Gece odun toplayan bir kimse gibi değildir’.
İşte bu, murâkabe mertebesine ilk bakıştır. Bu bakıştan ancak kuvvetli ilim, amellerin sırlarını, nefislerin gizliliklerini ve şeytanın hilelerini çözen bir marifet sahibi kurtulabilir. Bu bakımdan şahıs nefsini, rabbini ve düşmanı olan İblis’l tanımadığında, hevâ-i nefsine uygun geleni bilmediğinde, hevâ-i nefse uygun gelenle Allah için sevdiği şeyin arasını ayırt etmediğinde, niyeti hâlis, düşünce ve hareketinde Allah’ı razı etmediğinde bu murâkabede sağlama varamaz. Çokları Allah Teâlâ’nın hoşuna gitmeyen hareketlerde bulunur. Oysa iyilik yaptıklarını sanırlar (!)
Öğrenilmesi mümkün olan bir hususta cahil olan bir kimsenin mazur olduğunu zannetme! Böyle bir kimse nasıl mazur olabilir? İlim öğrenmek her müslümana farzdır. Âlimin iki rek’at namazı âlim olmayanın bin rek’atından daha üstündür. Çünkü âlim kişi, nefsin âfetlerini, şeytanın hilelerini ve aldatma yerlerini bilir, onlardan korunur. Cahil ise, bunu bilmez. Öyleyse ondan nasıl sakınabilir? Bu bakımdan cahil bir kimse daima zahmet içerisindedir. Şeytan da bundan ötürü sevinmekte ve tepinmektedir. Cahillik ve gafillikten Allah’a sığınırız. Çünkü cahillik her şekavetin başı ve her zararın temelidir.
Her kulun üzerinde Allah’ın hükmü (şudur ki) o kul bir şeyi yapmak istediğinde nefsini murâkabe etmeli, azalarıyla çalışmak istediğinde kendisini kontroldan geçirmelidir. Öyleyse bu kul, o işin Allah için olduğunu, ilim nûruyla anlayıncaya kadar yap-maktan çekinir veya o hareketin hevâ-i nefis için olduğunu bilip ondan sakınır, kalbini o hususta düşünmekten meneder ve böyle bir işi yapmayı hatırından bile geçirmemeye dikkat eder; zira bâtıldaki ilk tehlike bertaraf edilmedikçe, bâtıla dalma isteğini artırır. Bu istek himmetin bâtıla yönelmesini gerektirir. Himmetin yönelmesi ise niyetin kesinleşmesini gerektirir. Kesin niyet ise, o bâtılı bilfiil yapmayı, o bâtılı bilfiil yapmak ise, helâk olmayı ve Allah’ın gazabını gerektirir. Bu bakımdan şerrin tohumunu daha ilk kaynağında yok etmek gerekir. O da insanın hatırına gelendir; zira hatırdan sonraki merhalelerin hepsi ona tabidirler. Kul üzerinde bu müşkilleşince, iş karanlığa bürününce artık bir daha da o kula ilim nûruyla düşünmek mümkün olmaz. Hevâ-i nefis vasıtasıyla şeytanın kandırmasından Allah’a sığınmalıdır.
Eğer kişi ictihâd etmek ve kendi kendine düşünmekten aciz kalırsa, din âlimlerinin nûruyla ışıklanmaya gitmelidir. Şeytandan kaçtığı gibi dalâlete saptıran ve dünyaya yönelten âlimlerden kaçmalıdır. Hatta onlardan daha fazla kaçmalıdır; zira Allah Teâlâ Hz. Dâvud’a vahiy göndererek şöyle buyurmuştur:
Dünya sevgisinin sarhoş ettiği ve sevgiden uzaklaştırdığı bir âlimi benden sorma! Bu gibi âlimler insanların yollarını kesen kimseler gibidir.
Bu bakımdan dünya sevgisiyle, oburluğun şiddeti ve dünyaya dalmaktan ötürü kararmış kalpler Allah’ın nûrundan perdelidirler; zira kalp nûrlarının ışıklanma yeri rubûbiyyet huzurudur. Bu bakımdan o huzura arkasını çeviren oradan nasıl ışık alabilir? O huzurun düşmanına yönelen, o huzurdan nefret edene aşık olan oradan nasıl nûr edinir? O düşmanlar da dünyanın şehvetleridir.
Bu bakımdan mürîdin himmeti, ilmi güzelce yapması eğer dünyayı tamamen istemeyen âlimi bulamazsa dünyadan yüz çevirmiş veya dünyayı az isteyen bir âlimi aramaya koyulmaktır.
Nitekim Hz. Peygamber (r.a) şöyle buyurmuştur:
“Allah Teâlâ, şüpheler vârid olduğunda tefrik edici gözü, şehvetler hücum ettiği anda kâmil olan aklı sever!” (Ebu Nuaym)
Dikkat edilirse Hz. Peygamber, ayırt edici göz ile kâmil aklı bir araya getirmiştir; zira onların ikisi, hak nazarında birbirinden ayrılmazlar. Bu bakımdan şehvetlerden alıkoyucu aklı olmayan bir kimsenin şüphelerde tefrik edici gözü olamaz.
Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur:
“Kim bir günah işlerse, bir daha dönmemek üzere ondan bir akıl ayrılıp gider!”
Zaten insan zayıf akıl ile saadete ermiştir, onun miktar ve oranı nedir ki insan bir de onu günahları işlemek suretiyle mahvetmeye yelteniyor?
Amellerin âfetlerini bilmek şu zamanlarda tamamen yok olmuştur. Çünkü insanlar bu ilimleri terk etmişlerdir. Şehvetlerinin arkasından gitmekte, kabaran husumetlerde halkın arasında hakem olacak ilimlerle meşgul olmaktalar ve bir de ‘İşte fıkıh ilmi budur’ derler. Dolayısıyla dinin fıkhı olan bu ilmi, ilimler cümlesinden çıkarmışlardır. Sadece dünya fıkhına tecerrüd etmişler, o fıkıh ki onunla din fıkhına yer açılsın diye kalplerden meşgul edici şeylerin bertaraf edilmesi kastedilir. Bu bakımdan dünya fıkhı ancak şu bahsettiğimiz fıkıh vasıtasıyla din fıkhının bir parçası olabilir.
Siz bugün öyle bir zamandasınız ki sizin bu zamanda en hayırlınız en fazla acele edeninizdir. Sizin üzerinize öyle bir zaman gelecektir ki o zamanda en hayırlınız, tahkik yapanınız olacaktır.
Ashâb-ı kirâmdan bir grup, Irak ve Şam ehline karşı olan savaşlara katılmaktan çekinmiştir. Çünkü mesele onlar için çözülmez bir vaziyettedir. Sa’d b. Ebî Vakkas, Abdullah b. Ömer, Usâme b. Zeyd, Muhammed b. Mesleme ve diğerleri gibi...
Bu bakımdan şüpheli şeylerde duraklamayan bir kimse, hevâ-i nefsinin arkasına giden ve görüşünü beğenendir. Böyle bir kimse Hz. Peygamber’in şu hadîsiyle vasıflandırdığı kimselerdendir:
“İtaat edilen bir cimriliği, arkasından gidilen bir hevâ-i nefsi ve her görüş sahibinin kendi görüşünü beğendiğini gördüğünde, sadece nefsinle ilgilen!”
Kim tahkik ve tetkik etmeksizin, bir şüpheye dalarsa, o şu ayete ve şu hadîse muhalefet etmiştir:
“Hakkında bilgi sahibi olmadığın bir şeyin ardına düşme!” (İsra, 36)
“Zandan sakın! Muhakkak ki zan, sözün en yalanıdır.”
Hz. Peygamber bu zan ile, delilsiz bir zannı kasdetmiştir. Nitekim avam tabakasından bazı kimseler kendisine müşkil gelen bir meselede kalbinden fetva ister ve zannın arkasına takılır. Bu işin zorluğu ve büyüklüğü hakkında Hz. Ebubekir şöyle dua etmiştir: ‘Yârab! Bana hakkı hak olarak göster. Onun arkasında gitmeyi nasip eyle! Bana bâtılı bâtıl olarak göster. Ondan sakınmayı nasip eyle! Beni şüphede bırakma ki hevâ-i nefsime tabi olmayayım’.
Hz. İsa (a.s) şöyle demiştir: İşler üç durumdadır:
1. Doğruluğu tebellür etmiştir. Ona tâbi ol!
2. Yanlışlığı belli olmuştur! Ondan sakın!
3. Senin için müşkil olan iştir. Onu bilene havale et!
Hz. Peygamber bir duasında şöyle demiştir:
“Ey Allah’ım! Din hususunda ilimsiz konuşmaktan sana sığınıyorum.”
Bu bakımdan Allah’ın kulları üzerindeki en büyük nimeti ilim ve hakkın keşfedilmesidir. İman ise hakkın keşfi ile ilmin bir çeşidinden ibarettir.
“Allah’ın sana lütfu cidden büyüktür.” (Nisâ, 11)
Allah Teâlâ, bu lütuftan ilmi kasdetmiştir.
“Eğer bilmiyorsanız ilim ehlinden sorun!” (Nahl, 43)
“Muhakkak ki bize düşen, doğru yolu göstermektir.” (Leyl, 12)
“Sonra onu açıklamak da bize aittir.” (Kıyâme, 19)
“Allah dileseydi hepinizi doğru yola iletirdi.” (Nahl, 9)
Hz. Ali şöyle demiştir:
“Hevâ-i nefis, körlüğün ortağıdır. Şaşkınlık anında durup düşünmek Allah’ın tevfîkindendir. Üzüntüyü kovalayıcı olarak yakîn ne güzeldir! Yalanın neticesi pişmanlıktır. Doğrulukta selâmet vardır. Nice uzak vardır ki yakından daha yakındır. Dostu olmayan bir kimse gariptir. Sıddîk, o kimsedir ki gaybi doğrudur. Kötü zan seni dosttan mahrum bırakmasın. Sehâvet ne güzel ahlâktır! Hayâ her iyiliğe sebeptir. Kulpların en kuvvetlisi takvâdır. Kendisine yapıştığın sebebin en kuvvetlisi o sebeptir ki seninle Allah arasındadır. Dünyadan ancak kendisiyle ahiretini tamir ettiğin miktar senindir. Rızık ikidir: a) Senin kendisini kovaladığın rızık, b) Bizzat seni arayan rızık. Eğer sen ona varmazsan o sana gelir! Eğer sen, elinde isabet alandan irkilirsen, sana varmayan için irkilme! Olanla olmayan üzerine delil getir! Zira eşya birbirine benzer. Kişiyi, elinden kaçmayacak bir şeyin elde edilmesi sevindirir. Elde edilmesi mümkün olmayanın elden kaçması üzer. Bu bakımdan dünyadan elde ettiğinle pek fazla sevinme! Dünyanda elinden kaçanın arkasından da gam yeme! Senin sevincin Allah’ın huzuruna gönderdiğin, üzüntün de geride bıraktığında olsun. Meşguliyetin himmetin ahiret için olsun!”
Hz. Ali’nin bu sözlerini nakletmekteki gayemiz, şaşkınlık anında tevakkuf etmenin gerekli olduğunu belirtmektir. Tevfîk Allah’tandır.
O halde, murâkabe edenin birinci bakışı niyet ve hareketindeki bakışıdır. O hareketin Allah için mi, yoksa hevâ-i nefis için mi olduğunu tedkik etmesidir.
Nitekim Hz. Peygamber (r.a) şöyle buyurmuştur:
Şu üç haslet kimde varsa, o imanını kemâle ulaştırmıştır: a) Allah hakkında hiçbir kınayanın kınamasından korkmaz. b) Amelinden hiçbir şeyle riyakârlık yapmaz. c) Kendisine iki şey arz olunduğunda onların biri dünya, diğeri ahiret için olursa ahireti dünyaya tercih eder. (Ebu Mansur Deylemî)
Hareketlerinde kendisine keşfolunanın çoğunun mübah olmasıdır. Fakat bu onu ilgilendirmez. Hz. Peygamber’in şu hadîs-i şerîfi için onu terk eder.
“Kendisini ilgilendirmeyeni terk etmek, kişinin güzel Müslümanlığındandır.”
Murâkabenin ikinci bakışı, amele başladığında olan bakışıdır. Bu da ancak keyfiyetini tedkik etmekle olur ki Allah’ın ameldeki hakkını yerine getirsin. Onu tamamlamak hususundaki niyetini güzelleştirsin. Onun suretini kemâle erdirsin. Mümkün olduğu en güzel şekilde onu yapabilsin. Bu durum, bütün hallerinde ondan ayrılmaz. Çünkü o bütün hallerinde, hareket ve sükûndan uzak değildir. Bu bakımdan Allah Teâlâ bütün bunlarda murâkabe ettiğinde niyet, güzel fiil ve edebin gözetilmesiyle ibadetini yapmaya muktedir olur. Mesela eğer oturuyorsa kıbleye doğru oturması uygundur.
Meclislerin en hayırlısı o meclistir ki onunla, kıbleye yönelinir.
Bağdaş kurmamalıdır; zira sultanların huzurunda bağdaş kurarak oturulmaz. Oysa sultanların sultanı (Allah) onun durumuna muttalidir.
İbrahim b. Edhem şöyle demiştir: “Bir defasında bağdaş kurarak oturdum. Gaipten şöyle diyen bir ses işittim: ‘Sultanlarla böyle mi oturuyorsun?’ Bundan sonra bağdaş kurarak oturmadım”.
Eğer yatıyorsa, kıbleye yönelik olduğu halde sağ kolu üzerinde yatmalıdır. Bununla beraber ilgili yerlerde zikrettiğimiz diğer edeplere de riayet etmelidir. Bütün bunlar murâkabeye dâhildir. Hatta def-i hacet yaparken bile murâkabeyi yerine getirmek için, onun hedeflerini de gözetmelidir. Durum bu olunca, kul ya ibadet veya masiyet veya mübah içerisinde olmaktan uzak olamaz. Öyleyse ibadet, ihlâs, ikmâl, edebe riayet etmek, ibadetleri âfetlerden korumak ile murâkabesi tamam olur. Eğer masiyet içindeyse murâkabesi tevbe, pişmanlık, günahtan çekinmek, hayâ ve düşünmekle iştigal etmekle olur.
Eğer mübahın içinde ise, murâkabesi edebe riayet ettikten sonra nimetin içinde nimet vereni müşâhede edip nimet verene şükür etmekle olur!
Kul, bütün hallerinde sabrı gerektiren bir beladan uzak değildir. Aynı zamanda şükrü gerektiren bir nimetten de emin değildir. Bütün bunlar murâkabedendir. Hatta kul, her durumda üzerinde olan bir ilâhî farîzadan kurtulamaz. Bu farîza ya derhal yapması gereken bir fiildir veya terk etmesi gereken bir mahzurdur veya Allah’ın affına acelece varmak için teşvik edilen bir mendubtur o mendub hususunda Allah’ın kullarıyla yarışır veya bir mübahtır ki onda bedenin sıhhati, kalb salâhı, ibadetin yardımcısı vardır. Bunların her birinin murâkabenin devamıyla gözetilmesi gereken bir sınırı vardır.
“Bunlar Allah’ın hudutlarıdır. Kim Allah’ın sınırlarını aşarsa nefsine zulmetmiş olur.” (Talâk, l)
Bu bakımdan kul nefsini bütün vakitlerinde şu üç kısım hakkında tedkik etmelidir: Ne zaman ki farzlardan boşalıp faziletleri yapmaya kudreti yetiyorsa, amellerin en faziletlisiyle meşgul olmak için onları araması gerekir; zira elde etmeye kudreti olduğu halde, fazla kâr elinden kaçan bir kimse zarar etmiş sayılır! Kârlar ise, faziletlerin meziyetleriyle elde edilir. Bundan ötürü kul, dünyasından âhireti için azık edinir.
“Dünyadan olan nasibini unutma!” (Kasas, 77) Bütün bu, bir saatlik sabır ile mümkün olur; zira saatler üçtür:
A) Geçmiş bir saattir ki ister meşakkat, ister saadet içerisinde geçsin, onun içinde kula bir zorluk yoktur.
B) Gelecek bir saattir ki daha gelmemiştir. Kul, o saat gelinceye kadar yaşayıp yaşamayacağını bilmez ve yine o saate Allah Teâlâ’nın ne gibi bir hüküm vereceğini de bilmez!
C) Kesinleşen bir saattir ki onun içinde nefsiyle mücâhede etmesi ve o saatte rabbini murâkabe etmesi gerekir.
Mü’min bir kimsenin sadece üç şeye tamahı olur: 1. Ahiret için azıklanmaya, 2. Bir maîşet için ıslâha, 3. Haram olmayan bir şeyden lezzetlenmeye... (İmam Ahmed, İbn Hibban ve Hakîm)
Bu mânâdaki şu hadîse de uymalıdır:
Akıllı bir kimsenin dört saatinin olması gerekir: a) Rabbine münacât ettiği saat. b) Nefsini hesaba çektiği saat. c) Rabbinin yarattığı mahlukât üzerinde tefekkür ettiği saat. d) Yemek ve içmek için boşaldığı saat. (Daha önceki hadisin bir parçasıdır. Bk. Irâkî)
Zira kendisi için bu saatte, diğer saatlere yardım eden bir durum vardır. Çünkü orada azaları yemek ve içmekle meşguldür, o saatte amellerin en faziletlisi olan bir amelden boş olmamalıdır. O amel de zikir ile fikirdir; zira yediği yemekte (mesela) öyle acayiplikler vardır ki eğer onları düşünür ve sezerse, bu seziş onun için azalarla yapılan amellerin çoğundan daha üstündür. Burada insanlar birçok kısımlara ayrılır. Bir kısmı vardır ki ona basiret ve ibret gözüyle bakarlar. O yemek sanatının acayipliklerinde, hayat sahiplerinin onunla nasıl yaşadıklarına, Allah Teâlâ’nın onun sebeplerini takdir etmesinin keyfiyetine ve ona teşvik eden servetlerin yaratılışına ve o hususta şehvete teshir edilen aletlerin yaratılışına bakıp düşünürler. Bu makam, akıl sahiplerinin makamıdır.
Bir kısım vardır ki o yemeğe, nefretle bakarlar. Onda mecburiyet yönünü düşünürler. Ondan müstağni olmayı isterler. Fakat buna rağmen nefislerini mecbur ve onun şehvetlerine müsahhar olarak görürler. Bu makam zâhidlerin makamıdır.
Bir kısım vardır ki sanatın içinde sanatkârı görür. Ondan Yaradanın sıfatlarına terakki ederler. Bu bakımdan onun müşahedesi fikrin birçok kapılarını hatırlamaya vesile olur. Onun sebebiyle, onlar için o kapılar açılır. Bu makam ise, makamların en yücesidir. Bu makam âriflerin makamlarından ve muhiblerin alâmetlerindendir zira muhib olan bir kimse dostunun sanatını, kitabını, telifini gördüğünde, sanatı unutur, kalbiyle sanatın sahibiyle meşgul olur. Oysa kulun içerisinde kıvrandığı her şey Allah’ın sanatıdır. Eğer kendisi için melekût kapıları açılırsa ustaya bakması için geniş bir imkân olur. Fakat bu durumun meydana gelmesi cidden nadirdir.
Dördüncü bir kısım vardır, o yemeğe rağbet ederler ve obur davranırlar. O yemekten ellerinden kaçan kısım için üzülürler. Hazır bulunan kısımla sevinirler. Onlardan hoşlarına gitmeyenleri kötülerler. Yapanı zemmederler. Hem pişirileni, hem de pişireni kınarlar. Pişirilenin de pişirenin de fâilinin Allah olduğunu, Allah’ın izni olmaksızın, onun mahlûklarından bir şeyi kötüleyenin Allah’ı kötülemiş olduğunu bilmezler.
Hz. Peygamber (s.a) şöyle buyurmuştur:
“Dehr’e/zamana küfretmeyiniz! Çünkü Allah Teâlâ, dehrin/zamanın ta kendisidir!” (Müslim, “Allah dehr’in sahibi ve dehr’in içinde cereyan eden hâdiselerin mûcidi” demektir. Bu, müteşabih hadîslerdendir.)
İşte bu ikinci murabete, amelleri daimî ve kesintisiz bir vaziyette murâkabe etmekle meydana gelir. Bunun izahı oldukça uzundur. Bizim söylediklerimizde esasları bilen bir kimse için yol üzerinde uyarma vardır.