Muridan
Mihenk Taşı

Mihenk Taşı

Yazık sana! Onlardan olduğunu iddia ediyorsun. Göster ala­metini? Bilelim. Laf çokluğu burada iş görmez. Hakk'a yakın oldu­ğuna delil göster.

Bu konuşma pazar sabahı Ribât’ta yapıldı.

Konuşma tarihi: Hicrî 2 Zilkade 545, Milâdî 1150.

 

Ey evlat! Hak Teâlâ hem yüce, hem de celallidir. O'nu iyi iste. İyi dilemeyi bilmiyorsun. İraden, O'na karşı sıhhatini yitirmiş. Hakk'ı arayan başka davayı bırakmalı. İki davayı bir arada yürütmek kolay olmaz. “Hakk'ı istiyorum” deyip başkasının peşinden koşan, isteğini iptal etmiş olur.

Halk arasında dünyayı isteyen çoğaldı. Bu âlemin ötesini isteyen azdır. Tam ve doğru olarak Hakk'ı talep eden azdan daha azdır. On­ların azlığı pahalı cevherin azlığından da ileridir. Her şey parçalanır ve tahlil edilirse, onların içinden belki bir tane çıkar. Her kabile o zatı kendine mal etmek ister. Onlar yer derinliğinde saklı olan değer­li madene benzerler. Yeryüzünde onlar sultandır. Kulları ve bölgeleri onlar kucaklar. Onların hürmetine bela kullara gelmez. Onların gönlü hoş olsun diye yağmur yağar. Sema onlar için bereket yağdırır. Yer onlar için nebat bitirir.

Onlar bir çağlayan gibidir. İlk devirlerinde, bir dağdan öbürüne geçerler. Yerlerinde oturamazlar; coşar, taşarlar. Bir diyardan öbü­rüne; ondan da başka yana. Her nerede tanınacak olurlarsa hemen orayı bırakıp giderler. Bu durum onların devamlı hâlidir. Tabii, se­bepsiz değildir; bu yaptıkları işle kötü şeylerin kendilerinden uzak durmasını temin ederler. Kalpleri çağlayan olur.

Hak katından gelen askerler, onları muhafazası altına alır. On­ların her biri Hak tarafından esirgenir. Her çeşit ikramı görür; kö­tü şeylerden esirgenirler. Sonunda da halka gönderilirler.

Halk onların emri altındadır. O büyüklerin her biri kendi çapın­da bir idarecidir. Bunlar, aklın ötesinden gelen emirle olur. Akıl bu­rada yol bulamaz. Akıl ve mantık burada biraz durgun gözükür. As­lında hem akıl çalışır, hem de mantık; ama yolun aslına ermeyenler için böyle denir.

O büyükler halk için birer doktor sayılır. Zaten hakikî varlığı sezemeyen herkes birer hastadır. Kendini az hasta sayan onların peşi­ne koşmalıdır.

Yazık sana! Onlardan olduğunu iddia ediyorsun. Göster ala­metini? Bilelim. Laf çokluğu burada iş görmez. Hakk'a yakın oldu­ğuna delil göster. Onlar, hem Hakk'a yakın, hem de lütfe ermiş kişilerdir. Sende bunlar var mı? Ne arasın? Hak katında hangi derece­ye sahipsin? Makamın nedir? O yüce divanda ismin ne? Nasıl lakap almışsın?

 

 

     Ey evlat! Her gece yemekten sonra kapın kapanmalı. Mubah ye, bu helâldir. Dünya ve âhiret yatağını bırak. Hakk'a yakın ol. İşte Hak yakınlığının alameti budur.

 

 

 

 

Yalnız kaldığın zaman ülfetin kiminle? Tek olduğun zaman kim yoldaşın? Bunları iyi tanı, bilmiyorsan öğren. Yalan deme, sonra yü­züne vururlar.

Yalancı, senin birlikte oturduğun kimse şeytandır. Şeytanlıktan başka ne düşünebiliyorsun? Şahsî ve tabiî, sefil arzularından başka neyi biliyorsun ki? Düşündüğün dünyalık. Konuştukların hep in­sancıl şeytanlar ve kötü arkadaşlar. Dedikodudan başka ne yapar­sınız? Hep sağa sola söz atmakla meşgulsünüz.

Bizim davamızın bir temeli vardır, yükseldikçe birçok esaslara dayanır. Mücerret dava ve hezeyanla olmaz. Bu bapta konuştuğun bir hevesten ibaret, sana yararı dokunmaz. Hak önünde sakin ol. Ken­dini iç âleme ver. Yanlış edebi bırak. Hele anlattığımız mesele üzerin­de hiç konuşma. Konuşman gerektiği zaman teberrüken bu yolun yolcularını ve hâllerini anlat. Kendinden bahsetme, iç âlemin karan­lık olduğu hâlde dıştan mamur görünmek olmaz. Bir söz ki, iç hâle uymaz, dıştan konuşulur, işte o hezeyandır. Bu durumu Peygamber (s.a.v) Efendimiz’in, “İnsanların etini yiyerek gölgelenen oruç tutmadı.” hadîs-i şerifi güzel anlatır. Sonra Peygamber (s.a.v) Efendimiz’in şu hadîs-i şerifi de önemlidir: “Oruç tutmak yalnız yemeyi, içmeyi terk değildir.” Yalnız bu yetmez. Buna yanlış hareketleri, iç hâlle işlenen hata­ların terkini de eklemek gerektir. “Gıybetten sakınınız, o odunu kül eden ateş gibi, bütün iyi­liklerinizi kül eder.” hadîs-i şerifleri, iç âleme yapılacak ihtimamı pekâlâ anlatır.

Gıybeti âdet edinen, iflah olmaz. Bir kimse, bu kötü huyla meş­hur olsa, kimse yüzüne bakmaz. Kötü niyetle kimseye bakmayınız. Hele şehevî bir arzu olunca. O bakışlar, kalbinize, isyan tohumu eker. Elbette ki, sonu iyi olmaz. Dünya ve âhirette saadet getirmez.

Yalan yere yemin etmekten kendinizi koruyunuz. Bu âdet, ülke­leri yıkar, harabeye çevirir. Malın bereketini götürür. Bunu âdet edi­nen, davasızlar ve dinsizler gibi olur.

Yazık sana, yalan yeminle mal satmaktasın. İmanın çürüyor, haberin yok. Aklın bu durumu çabuk kavramıyor. Allah ismi üzerine yemin ediyorsun. Üzerine yemin ettiğin şeyin değeri var mı ki? Şu ülken ve cümle cihan, o yüce isme nasıl karşılık olabilir? Bütün söy­lediklerin hata ile dolu. “Şu, şundan iyidir” derken bir de yalancı şahitlik yükleniyorsun.

Bu, doğruca iflastır. Hâlbuki kendini doğru sanıyorsun. Yakında gözlerine körlük gelir. Yerinden kalkamaz, kötürüm olursun.

Allah'ın rahmeti üzerinize olsun, edepli olunuz. Hak katında edepli ve terbiyeli olanlar kurtulur. Hakikî terbiyeyi bu âlemde bu­lunuz, öbür âlemde ateşe atıldıktan sonra her şey faydasız olur. Say­makta olduğumuz şeyler, ahlâk kaidelerinin çok azıdır. Bunların en az beşte birini yapmaya hazırlanmayan için ne oruç fayda verir, ne de öbürleri. Haddizatında oruç ve namazın aslı bozulmaz, fakat ecri ve mükâfatı olmaz, esas gaye ele geçmez.

 

 

     Ey evlat! Belki de yarın yeryüzünden ismin silinir, cismin ze­mine geçer. Ve sen, eli boş olursun. Bu bir an meselesidir. Belki he­men, belki de biraz sonra olur, yarına kalmaz. O hâlde bu gaflet niye? Niçin bu gaflet uykusu? Kalpleriniz nasıl böyle kararmış? Sanki birer taş kesilmişsiniz.

 

 

 

 

Ben sizi kurtarmak için konuşuyorum. Aynı nasihatleri başkala­rı da yapıyor. Fakat siz aynı şey üzerinde durmaktasınız. Kur'an si­ze okunuyor. Peygamber Efendimiz’in sözleri ve geçmişteki büyüklerin âdetleri size anlatılıyor. Fakat sizde bir vurdum duymazlık devam edip gidiyor. Hiçbirinden ibret almıyorsunuz. Yaptığınız hatalardan uzak durmak aklınıza gelmiyor. İşleriniz şeklini değiştirmiyor. Vaaz yapılan her ülke mübarektir; fakat öğüt tutmayan halkı en kötü insanlardır.

 

 

      Ey evlat! Allah dostlarına ihanet nazarı ile bakma. Allah'ı az biliyorsun. Bu az bilgi, Hak dostlarını gözünde küçültüyor. Onlar da seni bırakıp gidiyorlar. “Bizden niçin ayrı duruyorlar?” diye kızıyorsun. Ama bilmiyorsun ki, onlar seninle duramazlar. Nefsini bilmiyorsun. Bilsen bile çok az. Bu az bilgi, insanların kadrini bilmekten de seni mahrum kılıyor. İnsanları bilemiyorsun. Âhireti ne kadar az bilsen, Hak bilgisi de sana o kadar uzak olur.

 

 

 

 

 

 

     Ey dünya ile uğraşan, yakında hüsran başlıyor. Pişman olacak­sın. Bu pişmanlık, önce dünyada başlayacak. Sonra öbür âlemde. Burada birse, öbür âlemde birkaç. Her şeyin kaybolur. Utanırsın.

 

 

 

 

Utanırsın ve nihayet iflas fermanını alır gidersin. Öbür âlem başla­madan nefsini hesaba çek. Allah'ın hilmine aldanma. O'nun kerem sofrası seni azdırmasın. O'nun hilmi ve keremi seni kapladı. Onun, yâni verilen nimetin hakikî manasını ve niçin verildiğini öğrenmedin. Kötülük üzere kaldın. İsyan, hata, zulüm aldı yürüdü. İsyan, küfrün habercisidir. Ev­velâ Hakk'a isyan, peşinden küfür gelir. Nasıl ki, ateşli hastalık da ölümün habercisidir. Hayat parlak devam eder. Peşinden sıcak has­talık, hararet kırkı aşar, sonra ölüm! Ölmeden önce dön. Ölüm me­leği gelmeden hatalarına pişman ol.

 

 

     Gençler! Tevbe ediniz. Hak Azîz ve Celîl’dir. O'nun kuvvetini gör­müyorsunuz, hâlbuki O, her an sizi tecrübe etmekte ve ayılmanız için size ufak yollu belâlar göndermekte. Bu, tevbe etmeniz ve O'na dön­meniz içindir. Hâlbuki aklınızı başınıza almıyor, hata üzerinde ısrar ediyorsunuz.

 

 

 

 

İptilâ bir imtihandır, herkese nasip olmaz. Herkes iptilânın ne­den ve nereden geldiğini fark edemez, ancak binde bir kişi anlar. An­layınca Hakk'a döner.

İptilâ, zamanımızda yanlış anlaşılıyor gibi. Hataları yapanlara da müptela diyorlar. Bu yanlıştır. Bu büyük bir hata sayılır. Meselâ; yalan söylemeye alışık olanlar için müptela denir mi? Büyük girda­bın içine yuvarlanmış, felâket çukuruna düşmüş denir. İptilâ insanı ayıktırmak için gelir. Anlayan için iyi olur. Yalan gibi kötü itiyat, felâket getirir. Nimet ve iyilik getirmez. Derece arttırıp şerefli kılmaz. İptilâ bazı tatlılıklar doğurur. Bunları duyan büyük insanlardır.

Allah yolunda toplu duran, iptilâya uğrar; sabrettikleri için şah­ları yanında dereceleri artar. Her an ayrılıklarında yüce duygular beslerler. Her uğradıkları felâket, onların derecelerini arttırır. Başla­rına gelecek ne olursa olsun, hep Hakk'ı isterler. O yüce varlık onlara yüz gösterdikten sonra başka ne isterler? Onlar bu inancı kalplerinde saklarlar. Bu inanç özünü kaybettiği an, her şey iflâs eder. Onların gayesi, o yüce varlığa ermekten başka değildir. Şaştıkları an, helak içinde olduklarına kanidirler.

Allah’ım, bizden helaki kaldır. Sana yakınlık ver. Dünyada kalplerimiz Sen’den yana olsun. Öbür âlemde ise, gözlerimizle varlığını görmeyi bize nasip eyle.

 

 

Ey cemaat! Allah’ın rahmetinden ümit kesmeyiniz. O'nun genişlik kapısı açılır. O'nun uzağı olmaz. O'nun iyilik kapısına az zamanda varırsınız.

 

 

 

 

Ümitsizliğe kapılma. Yapan Allah'tır. Bir darlık gelir, az sonra geçip gider. Sen sabırlı olmaya bak. Belâdan kaçma. Sabırlı ol, ufak tefek sıkıntılar temel kaideler arasındadır. Her şeyin kökünde bunlar çıkar. Peygamberlik hâlini ele al; içinde bela ve sabır vardır. Velayet hâlini al; içinde darlık, yanında da sabır mevcuttur. Belalar da onun­la def olur. Belanın olmadığı yerde sabır da bulunmaz. Beladan ka­çan sabrı bir yana atar. Sabrı bırakan, cümle manevî hâllerden mah­rum yaşar. Sabrı bırakıp kaçman, velayet, marifet, Hakk'a yakınlık hâllerinden uzak olmayı arzu etmen demek olur.

Sabra yapış ve çalış. Sırrın ve kalbinle Rabb’ine yönelmek isti­yorsan böyle yap. Bilgi sahipleri, veliler ve ebdal -velilerden bir kı­sım- peygamberlerin varisleridir. Peygamberler her varlığın üstün­dedirler; varisleri ise daima önlerinde el pençe divan durmaktadırlar. Daima Hak ve hakikate halkı davet ederler. Bunlar, peygamberler­den aldıklarını satarlar.

İman sahibi, yalnız Allah'tan korkar. Başkasından ne korkar, ne de bir şeyler bekler. Onun kalbine Hak tarafından kuvvet ve kudret konmuştur. O kuvvet sayesinde Hakk'a yaklaşır. Kalbi Hak’ta, kalı­bı ise yerdedir. Allah Teâlâ onları haber verirken şöyle buyurdu: “Onlar, katımızda sevilmiş ve seçilmişlerdir.” (Sâd, 38/47)

Onlar zaman ve mekâna göre seçme insanlardır. İç âlemleri te­mizdir. Vücutları sağlam ve nur gibidir. Bu sebepten halka minnet etmezler. Bütün alışılmış şeyleri bir yana atarlar. Onlar, öncü olarak yürümektedirler. Her şeyi ve işe yaramaz ne varsa hepsini öteye bıra­kırlar. Onlar, insanların kötülüklerinden daima kaçar, giderler. Yal­nızlıktan hoşlanırlar. Harabeleri seçerler. Deniz sahillerini gezerler. Kimsenin bulunmadığı yerler hoşlarına gider. Mamur şehirler, onla­ra garip gelir. Sahraların yetiştirdiği otları yerler. Gıda için onlar bitkiyi kaynatır, suyunu içerler. Halk arasında vazifeleri bitince ka­çarlar. Bir yabancı gibi köşelere sığınırlar. İşte bunu yaptıkları için Hak yakınlığını kazanırlar. O'nunla ülfet eder ve sevmeye gayret ederler. Onların binaları peygamberlerin binaları ile durur. Doğrular ve şehitler onlara birer komşudur. Bununla beraber iç âlemleri Hak’la doludur. O'na hizmet ve ibadet etmekten geri durmazlar. Geceleri ve gündüzleri O'nun uğruna geçer. Aşıkların rahatı, ülfeti, sevenlerin huzuru Hak’la olur.

 

 

     Ey evlat! Dünyada her şey lazım. Tatlının yeri var. Acı da ge­rek. İyiliğin ve fesadın da bir gereği bulunur. Dert olur, safa vardır. Tam safa hâlini istiyorsan kalbinden halkı çıkar. Her varlığını Hakk'a bağla. Dünyadan kalbini çek. Çocuklarını Rabb’ine emanet et, ona teslim et. Kalbini her şeyden temiz olarak çıkar. Âhiret kapı­sına yönel, yönel ve içeri girmeye gayret et.

 

 

 

 

Her şey bir gayeye matuftur, onun için yapılır. Bu dünyayı bı­rakıp öbür âleme yönelmek, Hak Teâlâ'yı bulmak içindir. Âhiret âle­mine geçtiğinde aradığını bulamazsan hemen kaç, O'na yakınlığı ara. O'nu bulduğun takdirde her şeyi bulmuş sayılırsın. Allah Teâlâ’yı seven, gayrini neyler? Cennet, derece ve makam arayanlar için­dir. Manevî tüccarlar onu ararlar. İşte bunun için dünyayı bir yana atan öbür âlemde arzusunu bulur.

İşte, bu manaları dile getiren bir âyet-i kerime: “Orada nefislerin hoşlandığı, gözlerin bakmakla zevk alacağı şeyler vardır.” (ez-Zuhruf, 43/71)

Her şeyin derununda gizli manalar vardır. Onları anlamak icap eder. Her şeyin keza kendine göre bir şeyi anışı vardır. Kalbin anışı nasıldır? Sırrın anışı nasıldır? Mana âlemi ne gibi anılar taşır? Bun­ları anlamaya gayret et.

Cennet; oruç tutanlar, namaz kılanlar, kötülükleri bir yana ata­rak şahsî kötü duyguları bırakanlar içindir. Oruç içinde oruç vardır. Bahçe içinde bahçe vardır. Ev içinde ev vardır. Birine varmak için öbürünü terk etmek lazım gelir.

Sizden iş istiyorum, söz değil. Söz etmeden iş tutunuz.

Allah'a arif olanlar, her işlerini Hak için yaparlar. Başlarında demir dövülse, ses etmeden vazifelerine devam ederler. Yerde gezer­ler. Yeryüzü her an değişir, başka şekle bürünür, ama onlar buna aldırış etmezler.

Hak ehli, yalnız Allah'ı bilir, başkasını görmez. Başkasının sözünü işitmez.

Onların kalbi vardır. Dilleri konuşmaz. Onlar kendilerini yok et­mişlerdir, başkaları da onlara göre yok gibidir. Bu hâlleri Allah'ın di­lediği zamana kadar uzar. Allah dilerse onların kalbini lisan yapar. Onlar köklerinden ayrılmış gibi şahlarına çekilirler. Rahmetle, şef­katle Hak varlığına ererler. Zaten onlar Hak içindir, başkasına ola­mazlar. Yalnız öz varlık için seçilmişlerdir. Musa Peygamber’in hâli de böyle idi. Hak Teâlâ ona şöyle hitap etti: “Seni varlığım için seçtim.” (Tâhâ, 20/41)

Ve Hakk'ın varlığını dile getiren bir âyet-i kerime: “Ona benzeyen şey yoktur. O, bizzat işitir ve görür.” (eş-Şûrâ, 42/11)

Allah, dilerse güçlüğü olmayan rahatlık verir. Gariplik bilmeyen ünsiyet verir. O'nun verdiği nimette yokluk yoktur. Öfkesiz ferahlık vardır. Acısız tatlı bulunur. Yokluğa varmayan mülk bulunur. Allah dilerse her şey olur. “İşte bu makamda (ve bu hâlde) nusret ve hâki­miyet hak olan Allah'ındır. O, sevapça da hayırlı, akıbetçe de hayır­lıdır.” (el-Kehf, 18/44)

Bulunduğun dünya hâlinde rahatlığı pek bulamazsın. Çünkü orası keder ve üzüntü yuvasıdır. Ondan oldukça uzak ol. Derhal kal­bini ondan çek. Mânevi elini ondan uzak tut. Gücün yetmezse yalnız öz varlığına nüfuz edeni bırak, kuvvet bulunca da hepsini.

Evet, neyin varsa ihtiyaç sahiplerine dağıt. Zavallılara ver. Kim­sesizlere yağma et. Senin için olan, seni bırakıp bir yana gitmez, üzül­me.

Daireyi, kalbin ve sırrın sıhhati için çevir. Onların temizliği için bir sınır kur. Unutma ki, onlar bilgi ve amelle düzelir. Amelde ihlâs şarttır. Hakk'ı aramakta doğru olmak başta gelir. Aziz ve Celil olan Hak, doğrulukla aranır.

 

Ey evlat! Söylerler ki; “Her şeyi incelikleri ile öğren, sonra ayrıl.”

 

 

İlk başta dış hâline gerekenleri öğren; sonra onu bırak. İç âle­mine lazım olanları belle. Dış emirleri yerine getir, Hakk'a yakın olursun. Zahirde beyan olunan emirleri yapmak dış âleme nur verir. İç âlemine ait olanı yapmak ise ruhu aydınlatır. Teferruatı öğrenme­ye hacet yoktur. Bir temel kurulunca gerekenler onu takip eder.

İç âlemini süsle, dış hâlinde yaptığın ibadet, içini aydınlık kılar. Bu aydınlık Rabb’inle senin aranda olur. Her ne zaman bildiğinle amel edersen, hak yola girmiş olursun. Seninle O'nun arasında kapı­lar açılır, perdeler kalkar. Çünkü seni zatına seçmiştir.

“Rabbimiz, bize dünyada iyilik ver, âhirette iyilik ver. Ateş aza­bından cümlemizi koru.” (el-Bakara, 2/201)

Top