Muridan
Divan-ı Kebir’den...

Divan-ı Kebir’den...

“Ben ilahi tecelli ile yerinden kopmuş, parçalanmış bir dağ gibiyim.” • Bu nefisten, heva ve hevesten kurtuldum. Bunların dirisi de bela, ölüsü de bela. Hâlbuki ben, ister diri olayım, ister ölüp gideyim, yerim, yurdum Allah’ın lütfundan başka bir yer değildir. • Ey susmak! Benim özüm sensin, sevdiğimin perdesi de sensin. Susmanın en değersiz lütfu, insandan korkunun da, recânın/ümidin de yok olup gitmesidir. İnsan kaderin getirdiklerine karşı susarsa, şikâyet etmezse, onda ne korku kalır, ne de recâ... • Beni kederlerle, belalarla yıkmadıkça, harap etmedikçe… Allah, bendeki gizli hazineyi hiç bana verir mi? Beni coşkun bir sele kaptırmadıkça, nasıl olur da beni çeker, ihsan denizine götürür!

• Ben aynayım, ben aynayım. Ben gevezelik eden, söz söyleyip duran kişi değilim. Ben sustuğum için siz benim gönül feryadımı duyamazsınız. Ancak kulaklarınız göz kesilirse benim perişan halimi görür, anlarsınız.
 
• Rüzgârda el sallayıp duran ağaç gibi el sallamaktayım. Gökyüzünde dönüp dolaşan ay gibi çarh etmedeyim. Yeryüzünde yaşadığım için çarhım. Yeryüzü kokuyor, yeryüzü rengindeyim ama ben topraktan yaratılmış olsam da, bende ilahî emanet bulunduğu için benim çarhım, gökyüzünün çarhından daha temiz, daha hoş...
 
• Ey söyleyen arif, söyle! Söyle de hakikati söylediğin için sana dua edeyim. Çünkü her seherde dua vakti gelince güzelleşirim. Hoş, neşeli bir hal alırım. Adeta mest olurum.
 
• Ben abamı, hırkamı senden esirgemem, padişahtan ne gelirse, padişah ne lütfederse yarısının yarısı benimdir.
 
• Hakikat kadehi, sonsuzluk kadehi, bana padişahın kendi eliyle sunulmaktadır. O şarabın bir yudumunu içen dilenci güneş çeşmesi kesilir de nura susamış olanlara nur suları ikram eder.
 
• Benim boğazım hasta, konuşamayacağım, ben sustum. Ey güzel sözler söyleyen arif! Sen söyle… Çünkü sen Davud seslisin, bense ilahî tecellî ile yerinden kopmuş, parçalanmış bir dağ gibiyim.
 
“Gül de senin lütfunla çorak yerler yeşersin, mezarlar bahçe haline gelsin!”
 
• Ey perdenin arkasından ışığı, nuru görünen sevgili! Senin ışığın, sıcaklığın bize yaz mevsimi oldu, bizim de yaz mevsimi gibi gönlümüz sıcak. Gel bizi al, gül bahçemize kadar, çek götür!
 
• Gel, gel de senin lütfunla çorak yerler yeşersin, mezarlar bahçe haline gelsin. Koruklar tatlılaşsın, üzüm olsun, ekmeğimiz pişsin.
 
• Ey can güneşi, ey gönül güneşi, ey güzelliği ile güneşi bile utandıran güzel! Gel, gel de bizim zavallı halimizi gör, şu balçık beden, canı nasıl tutmuş bırakmıyor?
 
• Yüzünün sevdası ile dikenlikler, nice defalar gül bahçesi haline geldi de güzel yaratma gücüne olan imanımızı artırdı.
 
• Ey ebedî aşk! Şu gönlümüzde kendini gösterip, canımızı balçık zindanından kurtararak, tek olan, eşi olmayan Allah’a yönelttin.
 
• Ey nurlar saçan sabahımız! Gamlı ve kederli olduğumuz zamanlarda gönlümüzdeki gam dumanlarını dağıt, bize şevk ver, neşe lütfet. Talihimizin karanlık gecesinde; bir gündüz, görülmemiş, işitilmemiş, şaşılacak bir gündüz meydana getir.
 
• Nerede o gözler ki onu izlesin; nerede hakikatleri duyacak kulak, burhanlar düşünecek akıl?
 
• ‘Cüzler, KÜLLE gidiyor. Reyhan reyhana, gül güle kavuşuyor, her şey bizim dikenliğimizin hapishanesinden kurtuluyor.’ diye can diyarından davul sesleri gelmeğe başladı.

Top