O’nu bulana, O’na kavuşana kadar her şey bir şeydi… Ne zaman ki O hayatıma girdi,O’ndan başka ne varsa hiç oldu… O her şey oldu… Bir O kaldı hayatımda bir de ben… İşte burada açığa çıktı asıl problem… O’nun olduğu yerde “ben”im olmam söz konusu bile olamazdı… Bir arabayı bile iki şoför süremezken, bu nasıl olacaktı… O’nunla olmak her şeyden üstündü… Ama O’nun istekleri ve benim isteklerim; O’nun varlığı ve benim varlığım… Bu ikilik; işi çıkmazlara sokardı…
Mecnûn; Leylâ’nın kapısına gitti… Dedi ki:
-Ey Leylâ…
Leylâ içerden:
-Sen de kimsin? diye sordu…
Mecnûn:
-Leylâ; benim ben… Seni seven Mecnûn…
Leylâ hayretle:
-Burada iki “ben”e yer yok, dedi…
Mecnûn gitti… Bir sene sonra geri geldi… Tekrar kapısını çaldı Leylâ’nın… Aynı soru yine geldi Leylâ’dan: “Sen kimsin?”
Mecnûn dedi ki: “Leylâ’yım… Sen’im… Sen ne dersen o var… Ben ve ben ne dersem o yok…”
Aşkta; bir âşık, bir mâşuk bir de aşk vardır… Âşık, sevdiğine kavuşmak, hep O’nunla olmak ister… Burada bir âşığın istekleri, bir mâşukun, sevilenin istekleri vardır… Halbuki Sevilen bir şey ister ki belki o şey âşığa zor gelir… Sevgili dâima naz etmek ister… Bunu da âşığının sevgisini ölçmek, sevgisinin sâfiyetini denemek için yapar… Ayrıca güzel olanın tavrı nazdır… Güzellik bazı zaman, görünmek ama ele geçmemek ister… Âşığının çile çekmesi hoşuna gider… Seven, Sevilenin iradesinde kendi iradesinden fani olamazsa, geçemezse bu ona ağır gelir… Çünkü Sevgili bazen ayrılık, bekletmek, âşığı hasretle yakmak, özletmek ister...
Şâir ne güzel demiş:
Yüzü güzel olanın nazı da ne güzeldir
Bir gözüyle kovarsa, bir gözüyle “gel” der…
Bir gözüyle sayısız cilve eder, naz eder
Diğeriyle dâima, yeniden özür diler…
Allâh’a âşık kişiler vardır… Bu aşk; onları yakmış, kavurmuştur… Önce iradelerini, arzu ve heveslerini; sonra taleplerini tüketmiştir… Tâ ki; ortada sadece Sevgilinin iradesi kalsın… Bu garip âşıklar dâima O’nu; gerçek Güzel’i görmek şevkiyle yanar tutuşurlar… Ama bu iş onların talebiyle değil; O’nun (c.c) iradesiyle gerçekleşir… Ne zaman ki; “Sen ne zaman istersen o zaman” derler… İşte bu bir nevi vuslattır… Vuslat; ilmin mânevî zevkle tatlandığı bir duygudur, kalbde mekan tutar, azalarda eserleri görünür… Âşık kul; irâdesini, sevgisini Vedûd olan Hakk Teâla’nın (c.c.) iradesinde erittiğinde, kalbi sâkin olur, rûhu sükûnete kavuşur… Bedeni de Hakk’ın emirlerini seve seve yapar… Değil mi ki Sevgilinin emridir, iştiyakla yerine getirir… Zaman zaman kararsızlık yüz gösterir… Vecde gelir… Çünkü beşeriyet ara ara zuhur eder, bunda da hikmetler gizlidir… Mâşuk âşığının bu hareketinden, bu harâretinden memnûn olur…
Bu aşkın sabretmekten başka ilacı yoktur… Sevgilinin, seveni sabır imtihanına aldığı bir olaydır aşk… O sebepten denmiştir: “Sabreden derviş murâdına erermiş”
Der ki sana: “Ben sana yakınlıktan da yakınım, senden bile yakınım sana” Görmek istersin; aşkıyla yandığın Güzel’i bir kere olsun görmek için her şeyi fedâ etmeye hazırsındır… Ama sana der ki: “Dur bakalım ey âşık, beni görmen bazı şartlara bağlıdır… Ben’i görmeye lâyık olduğunu ispatla bakalım…” Emirler verir, uymanı ister…. Seni senden kurtarır… Aynandaki zulmetleri, kir ve pasları temizler bu emirler… Sabredersen, murâdına erersin…
İşte bu noktada “O ve ben” kavramı kalkar… Hüküm O ve O’nun emirleri hâlini alır… Âşık yanar, arzu ve hevesleri yok olur, ortada Sevgili kalır… Burada söylenecek tek kelime “HÛ VE HÛ”… O ve O’dur… Hüküm ve emir O’nundur…