Muridan
İki Çeşit Cihâd

İki Çeşit Cihâd

Bir kimse, iki cihad vazifesinde de Allah'ın emrine uyarsa, ona dünya ve âhirette bol mükâfat vardır. Harp anında şehitler acı duy­mazlar. Ancak bir kimse kolundan alınan kandan ne kadar sızı du­yarsa şehit de kılıç darbesinden o kadar sızı duyar.

Bu konuşma pazar günü Ribât’ta yapıldı.

Konuşma tarihi: Hicrî 16 Zilkade 545, Milâdî 1150.

 Allah Teâlâ  iki cihad emretti. Biri içten, öbürü dıştan. İç âlem­de olacak cihad, nefisle, kötü arzularla, şeytanî duygularla olur. Ayrı­ca, isyandan dönmek, küçük hataları bırakmak da iç âlemde yapıla­cak cihad arasındadır. Haram olan şehevî arzuları bırakmak da bun­lar arasında sayılır.

Dış âlemde yapılacak cihad ise, Allah'a ve Peygamberi’ne (s.a.v) isyan edenleri yola getirmektir. İsyan kılıcı çekenleri hizaya getir­mektir. Oklarını kırmak ve mızraklarını parçalamak bu cihad arasın­dadır. Bu yolda öldürmek olduğu gibi, ölmek de vardır. Ama ne olur­sa olsun, iç âlemdeki cihad dış âlemdekinden daha zordur. Ve daima üzerinde durmak icap eder. Nasıl zor olmasın ki? Nefis bütün arzu­larından kesilir. Sonra tek yol açılır. O da Allah'ın emri yolu. Bu, onun doymak bilmeyen hırsını tatmin edemiyor!

Bir kimse, iki cihad vazifesinde de Allah'ın emrine uyarsa, ona dünya ve âhirette bol mükâfat vardır. Harp anında şehitler acı duy­mazlar. Ancak bir kimse kolundan alınan kandan ne kadar sızı du­yarsa şehit de kılıç darbesinden o kadar sızı duyar.

Bir hatalının günahı bırakması, susuzun suya olan ihtiyacı ka­dar önemlidir. Şehit bunu bilir, ölümden korkmaz. Şehadetle bütün hatalarının affına inanır. Bu yüzden hiç bir cihaddan çekinmez, ölüm acısını da duymaz.

Ey cemaat! Size teklif ettiğim iş, daha iyisini vereceğime karşılık­tır. Hakk’ı isteyenler, O’nun tarafından istenmiş olur. Bu zâtların her ânı bir olur. Kendine göre emri ve yasağı vardır. Zahirdeki emri yeri­ne getirdikten sonra, kalplerin hoşlanmadığı şeyi de yapmazlar. Bun­lar diğer insanlara benzemez. Hele Allah ve Peygamberi’nin (s.a.v) düşmanları olan içi bozuklara hiç benzemezler. İçi bozuklar ateşe atı­lacaklardır. Hakk'ı bilmeyen ve O’na düşmanlık eden nasıl ateşte yan­maz? Bunlar dünyada, Hakk'a uymuyorlardı. Şahsî olan kötü arzu, şeytanlık duygusu, kötü âdetler onları bu hâle getirdi. Dünyayı öbür âleme tercih ettiler.

Nasıl ateşe atılmasınlar ki, şu azîm Kur'ân'ı dinlediler, ama ona iman etmediler. Onunla iş tutmadılar. Ne emrini tanıdılar, ne de ya­saklarından vazgeçtiler.

Ey cemaat! Şu yüce Kur'ân'a inanınız. Ve işlerinizi ona göre ya­pınız. Yaptığınız işler Kur'ân'ın emri dahilinde ve temiz olsun. İşleri­nizde ihlâs olsun. Görsünler diye, iş yapmayınız. Bir iş yaparken içiniz başka, dışınız başka olmasın. Halkın övmesini beklemeyiniz, on­lardan bir şey ummayınız.

Bu söylenen şeyleri, halkın tümünden biri ancak yapabilir. Ça­lış, o bir kişi sen ol. Kur'ân'a iman edip işlerini ona göre yürütenler azdır. Ona iman edip iş tutanlar parmakla gösterilecek kadar az oldu­ğu için nifakçılar çoğaldı, ihlâs sahipleri azaldı.

Sizi Hakk'a kulluk etmekten ne aldı? O’na karşı tembelliği size kim dedi? Düşman tarafına çalışmayı size kim sevdirdi? Size kötü vaatlerde bulunan şeytandır. Onun vaatleri yalandır.

Can ve başları ile Hak tarafında olanlar, Hakk'ın emir ve teklif­lerinden dışarı çıkmazlar. Sabra dayanırlar. Sabır hâlinin Mevlâ'nın teklif ve kaderinde saklı olduğunu bilirler. Bu sebeple kader, kaza ve ilâhi teklifler ne yönde ise oraya koşarlar. Dünya ve âhiretin bol hayrına böylece kavuşurlar.

İlâhi tasarruf büyüklerin uyduğu şeydir. O tasarruf, büyükleri bir defa sabra götürür; sonra da şükre kavuşturur. Bulunca alır şükre­derler. Olmayınca sabra devam ederler. İlâhî tasarruf onları bu hâle getirir. Bir kere uzaklığa düşer, sonra yakınlığa ererler. Güçlük ve darlık duygusuna kapılırlar. Zengin veya fakir olabilirler. Hastalık ve afiyete de düşmeleri olur. Bütün bu hâllerinde, bir ellerinde sabır, öbüründe ise şükür bulunur. Ne olursa olsun cümle hâlde, düşünce­lerinin yükünü kalpleri taşır; kalpleri Hak tarafından muhafaza altı­na alınırsa üzüntüleri geçer, arzularına ermiş olurlar. Onlara göre kalpten daha önemlisi yoktur. Halkın ve kendilerinin selâmet üzere olmalarını dilerler. Herkes Yaratan’ını bulsun, O'nunla hoş olsun, bü­tün duaları budur.

Ey evlat! Sağlam ol; açık sözlü ve iyi olursun. Bir hüküm verir­ken için temiz olursa konuşman güzel olur; yaptığın işler iyi olur. İçi­ni temiz tutarsan dışın da hoş olur. Bütün selâmet, Hakk'a tâattedir. Tâat ise, Allah'ın emrini tutmak ve yasak ettiğini yapmamaktır. Ay­rıca, Allah'ın vermiş olduğu bütün emirlere boyun eğmek, emri dahi­lindedir. Allah'ın emirlerine koşana Allah yardım eder. O'nun tâatine koşana bütün yaratılmışlar yardımcı olur.

Ey cemaat! Sözlerimi kabul ediniz. Ben sizin için bir nasihatçiyim, iyiliğinizi dilerim. Ben sizlerden uzaktayım. Sizin varlığınıza da uzağım. Benim bütün varlığım sizden ayrıdır. Kendi varlığımdan da uzağım. Kurtuluşumu ilâhî fiillerin tecellisinde ararım. Sizin kurtuluşunuz için de aynı duyguyu taşırım. Beni itham etmeyiniz. Benim için dilediğimi size de isterim. Peygamber (s.a.v) Efendimiz buyuru­yor ki: “İman sahibi, kendine istediğini din kardeşine de istemedik­çe olgunlaşamaz.”

Bu kelâm, reisimizindir, önderimizindir. Büyüğümüz ve idare edenimiz, böyle ferman eder. Bu sözün sahibi bizim şefaatçimizdir. Peygamber (s.a.v) Efendimiz, yaratılmışların ilkidir. Âdem Peygam­ber’den bu yana her gelen elçi onu bize takdim etti. Kıyamete kadar onun takdimi devam edecek. Hiç bir kimseyi, kendisi için sevdiği şe­yi başkası için aynı duygu ile istemedikçe iman sahibi kabul etme­di. Kendine güzel yemek arıyorsan kardeşine de ara. İyi elbisen varsa iman kardeşin için de yapmaya çalış. Kendin için dilediğin yüksek rütbeyi, iman sahibi kardeşin için de iste. Bunları yapmadığın takdir­de olgun iman dâvasında bulunma. Kardeşin aç yatarken sen nasıl mal yığarsın! Sen mal yığmak sevdasındasın. Komşun fakir, çocuk­ların az şeyle geçinmekte.

Malın zekâtını ver. Her gün hayli para kazanmaktasın. Kâr üstü­ne kâr ediyorsun, yeterinden daha çok mal kalmış elinde; ama kim­seye vermek istemiyorsun. Sen bolluk içinde yaşarken, öbürlerinin darlığına nasıl tahammül ediyorsun? Yapamazsın, çünkü şeytan ve kötü duygular arkadan sana emir yağdırmakta. Onlar sana emir verdikçe hiçbir kimseye iyilik yapamazsın ve kimsenin iyiliğini düşün­men kabil olmaz.

Hırsın bol. İçinden çıkılmaz ümitlerin var. Dünya sevgisi içini kaplamış. Bunlara karşılık takva hâlin az, imanın zayıf. Bu hâller se­ni şirkçi yaptı. Küfre kattı. Mal ve halkı Allah'a karşı çıkardın.

Haberin var mı? Bir kimsenin dünya sevgisi artarsa hırsı çoğalır. Ölümü unutur. Hak’la karşılaşmayı aklına getirmez. Helâli, haramı ayırt etmez. Bu hâli ile Hakk'ı ve hakikati inkâr etmiş olur. Şu âyet-i kerime bunu haber veriyor: “Onlar ki, derler: Hayat yalnız bu hayattır, ölürüz, diriliriz. Zaman bizi helak eder.” (el-Mu’minûn, 23/37)

Hareketlerinle sanki onlardan biri olduğunu gösteriyorsun. Lâkin sen Müslümansın. Sen şahadetle bezenmişsin. O şahadet kanma ka­rışmış. Namaz kılmakta, oruç tutmakta İslâm ümmeti ile birsin. Yap­tığın diğer hareketler, âdet yerini bulsun diye namaz kıldığını gösteriyor. Sen yaptığını ibâdet sanıyor, dıştan halka iyi olduğunu göster­mek istiyorsun. Kalbin facir. Bu hâlin yararını nasıl bulursun?

Ey cemaat! Gece haramla oruç açarsanız gündüzün açlığı ve su­suzluğu neye yarar? Size ne faydası dokunur? Gündüz oruç tutmak­tasınız, gece haram yutmaktasınız! Gündüz ibâdet, gece isyan bay­rağı çekmek! Oruçlu olmanız, gündüzleri su içmenize mânidir. Bu­nu yapıyorsunuz, su içmiyorsunuz. Gece olunca Müslüman kardeşle­rinizi çekiştiriyorsunuz. Onları manen öldürüp kanlarını içiyorsunuz; iftarınızı bu kanla yapmaktasınız. Birçoğunuz, gündüz tutmuş oldu­ğu orucu, gece kötü işle bozmaktadır.

Peygamber (s.a.v) Efendimiz şöyle buyurur: “Ümmetim, Ramazan ayının kıymetini bildiği müddetçe zelil olmaz.”

Ramazan ayına, takva ile girmeli; onda tutulan oruç, yalnız Al­lah rızası için olmalı. İslâm dininin esasları da muhafaza edilmeli.

Ey evlat! Oruç tut. İftar zamanı fakirleri de gözet. Yediğinden biraz da onlar faydalansın. Bir kimse, yalnız yer ve yedirmezse ona fakirlik gelir; ona belâ ve darlık gelmesinden korkulur.

Ey cemaat! Midenizi doyurmaktasınız; ama komşunuz aç. Bu hâlde iman iddiasındasınız. Bu yanlıştır! İmanınız sıhhatli değildir. Sizden birinizin yanında bol yiyecek olsa, kapısına gelen dilenciye bir şey vermese, az zaman sonra o fakir gibi olabilir. Çocuklarının yiyeceğinden arta kalan şeyin hiç olmazsa bir parçası, fakirlere verilme­lidir. Niçin vermezsin? Yakında haberin gelir, o nimeti sana veren kudret onu elinden alır.

Yazık sana! Nasıl oluyor, hem namaz kılmaktasın, hem de faz­la malından ihtiyaçlı kimselere vermemektesin? Tevazu ile namaz kılacaksın, fakirlere sadaka vereceksin. Bu iki hâli benliğinde topla. Peygamber (s.a.v) Efendimiz bir eli ile devesine yiyecek, öbürü ile dilenciye sadaka verirdi. O tevazu sahibi idi. Koyununu eli ile sağar, yırtık elbiselerini kendisi dikerdi. Ona uymayı iddia kolay değildir, siz onun yaptıklarına uymuyorsunuz. Şahidiniz yoktur. Şöyle bir mi­sal vardır, denir ki: “Sen hâlis Yahudi isen mesele yok, değilsen Tevrat’ı bırak, oku­ma.” Ben de şöyle diyorum: “Müslümansan, onun şartlarını yerine getireceksin; aksi hâl­de ‘Ben Müslümanım’ deme.”

İslâm dininin şartlarını yerine getirmelisiniz ki, onun hakikatine erebilesiniz. Onun hakikati; Hak önünde teslim bayrağını çekmektir. Elindeki iyi şeyleri bugün kullara pay et; yarın Mevlâ sana rahmet­le bakar. Yeryüzündekilere şefkat duyunuz; tâ ki, gökyüzündekiler de size merhamet etsinler.

Kötü nefsinle kaldığın süre, aranan bu yüce makama vasıl ol­man kabil değildir. Nefsin kötü arzularını yerine getirdiğin müddetçe onun emrinde sayılırsın. Onun hakkını ver; fakat yersiz dileğini ver­me. Hakikati ona ulaştır; bu ona hayat verir. Onun kötü arzularını vermen ölümdür. Nefsin hakkı; yemek, içmek, giymek ve oturacak yerdir. Kötü arzuları ise; uygunsuz tatlar ve kötü alışkanlıklardır. Onun hakkını iman eli ile ver. Onun kötü arzularını kadere ve ilâhî bilginin geçmişteki hükmüne bağla. Ona mubah yedir. Haram yedir­me. İman kapısına oturt. Onu hizmete devam ettir. Bunları yapar­san kurtulursun. Azîz ve Celîl olan Allah'ın şu kelâmını işitmedin mi: “Peygamber’in size getirdiklerini alınız, yasak ettiği şeylerden kendinizi çekiniz.” (el-Haşr, 59/7)

Aza kanaat ediniz; varlığınızı oraya yerleştiriniz. Çok gelecek olursa, geçmişte sana nasip olmuştur. Bu yüzden sana geliyor. Azla yetinirsen varlığını helâkten kurtarırsın. Nefsine sahip olursun. Azla yetinmek nefsin kısmetini kaçırmak değildir. Hasan-ı Basrî Hazret­leri (rh.a) şöyle derdi: “İman sahibine, bir yolcuya gerekeni yapmak düşer. Bir hurma ve bir hırka ile yetinmeye alış.”

Çok olduğu zaman yine al. Her zaman bolluk olmaz. Şimdi azla yetinirsen, darlık zamanı üzüntü duymazsın. İman sahibi doyunca­ya kadar yer. İmanı bozuk münafık ise yer, doyar; kendine yeterin­den çok fazlasını saklar. İman sahibi yeteri kadar alır. Çünkü o bir yolcudur. Menzile varınca asıl bolluğa ereceğine inanır. Vardığı yerde bütün ihtiyaçlarının, temin edileceğine inanır. İmanı olmayanın ise, kendince ne gideceği yer vardır, ne de bir gayesi.

Günlerinizi ve aylarınızı boşa geçirmektesiniz, ömürleriniz tü­keniyor. Fayda alamıyorsunuz. Görüyorum ki, dünyalık işlerinizi boş geçirmiyorsunuz. Asıl boş geçirdiğiniz şey, din işleriniz oluyor. Aksini yapınız; isabet olur. Dünyada kimseye bir şey kalmaz, böyle olunca size ne kalır? Size de kalmaz.

Ey cemaat! Yaşayacağınıza dair elinizde Hak’tan bir berat var mıdır? Tedbiriniz çok azaldı. Bir kimse dünyasını imar ederse bunu başkası için yapar. Âhiretini de böylece harap eder. Dünyayı topla­yan başkası için toplar ve dinini paralar. Hak’tan da dargınlık gelir. Kendisi gibi bir mahlûkla yetinene Mevlâ darılır. Eğer o insan, ya­kında öleceğini, Hak huzurunda hazır olacağını ve bütün yaptıkları­nın hesabını vereceğini bilseydi elbette dünyalık işlerini azaltırdı.

Lokman Hekim'den anlatırlar, oğluna dermiş: “Yavrucuğum, hasta olduğun zaman hastalığın nasıl geldiğini anlayamazsın. Nasıl gittiğini sezemediğin gibi...”

Sizi sakındırıyorum ve yasaklardan çekindiriyorum; halbuki ne kötülerden çekinmektesiniz, ne de yasaklardan beri durmaktasınız.

Ey hayırdan mahrum olup dünyaya dalanlar, yakında dünya si­zi ihtiyarlatacak ve toprağına gömecek. O zaman dünyadan kopardığınız size yaramayacak, ondan aldığınız tat sizi kurtaramayacak. Bunların hepsi size vebal olacak.

Ey evlat! İhtimal dahilinde olan şeyleri bırak ve serden kesil.

Sözlerin kardeşleri vardır. Bir söz edersin, arkasından öbürü ge­lir. Ona cevap verirsin, peşinden diğeri gelir, sonra şer. İnsanları Hak kapısına çağıran büyükler azdır. Sözleri dinlenmediği takdirde, halk üzerine birer hüccet olurlar. O büyükler, iman sahiplerine nimet, Allah yolunun düşmanlarına ise şiddet gösterirler.

Allah’ım, bizi Tevhid nuru ile hoş et. Halktan kurtulmak hâli ile kokula. Senden gayri cümle varlıktan kurtulmakla ruhumuza buhur saç.

Ey muvahhidler ve ey müşrikler, yaratılmışın elinde bir şey yok­tur. Hepsi güçsüzler grubudur. Mülk, padişah, sultan, zengin ve fa­kir, hepsi Allah kaderinin esiridir. Kalpleri O’nun elindedir. İstediği tarafa çevirir. O'na bir şey benzemez. O hem görür, hem işitir. Nefsi­niz semirmesin. O sonra sizi yer. Bu şuna benzer: Bir kimse, azgın köpek alır, besler, büyütür, bir gün onunla yalnız kalır. Uyuduğu an, kendisini parçalar ve yer.

Nefsin bağlarını çözmeyiniz. Ondan kaygısız durmayınız. Ve onun bıçaklarını bilemeyiniz. Bir gün o sizi ölüm kuyularına atar. Bunu yaparken de iyi yaptım diye, sizi kandırır. Onun kötü arzularını ke­siniz. Şehvet yollarına bırakmayınız.

Allah’ım, nefsimizi yenmek için bize yardım eyle. “Dünyada iyilik ver, âhirette iyilik ver. Ateş azabından bizi koru.” (el-Bakara, 2/201) Âmin!

Top