Muridan
İlmin Öncüleri Ashab-ı Suffe

İlmin Öncüleri Ashab-ı Suffe

Ashâb-ı Suffe, kavram itibariyle “dostlar, arkadaşlar” anlamındaki “ashâb” ile “gölgelik/sundurma” demek olan “suffe” kelimelerinden oluşan bir tamlamadır.

Ashâb-ı Suffe şeklinde tabir edilen bu özel insanları, “İslam’ın ilk üniversitesi” olarak tarif edilen Suffe’de, Hz. Peygamber’in (s.a.s.) gölgesinde yetişen ve eğitimleriyle bizzat ilgilendiği ilim yolcuları şeklinde tanımlayabiliriz.
 
Resulüllah, hicretten sonra inşa ettirdiği Mescid-i Nebevî’nin güney tarafına düşen giriş kısmında etrafı açık ve üstü hurma dallarıyla örtülü gölgelik/çardak yaptırmıştı. Kâbe’nin kıble olmasıyla birlikte bu gölgelik, mescidin kuzeyine alındı ve daha sonra genişletilen Mescid-i Nebevî’ye dâhil edildi. Ekserisini muhacirlerin oluşturduğu, Medine’de bir çatı bulamayan yoksul ve kimsesiz Müslümanlar bu gölgelikte barınırlardı. Buna istinaden mekânın adına Suffe; burada kalan sahabelere de Ashâb-ı Suffe ya da Ehl-i Suffe denildi. (Mustafa Baktır, “Suffe”, TDV İslâm Ansiklopedisi, (İstanbul: TDV, 2009), 37: 469-470.) Ashâb-ı Suffe’nin nüfusu için yetmiş ve dört yüz sayılarından bahsedilse de kaynaklarda farklı görüşler yer alır. Buna göre aralarından aile kurarak şahsi evine yerleşen, vefat eden, sefere giden, farklı nedenlerle başka muhitlere yerleşen ve yeni katılan kimselere bağlı olarak Ashâb-ı Suffe’nin sayısı eksilme ya da artma bakımından değişkenlik arz etmiştir. Ayrıca ailesinin geçimini temin etmek zorunda olup Suffe’de yatılı kalamayan ve Suffe ehline imrenerek onlarla birlikte kalan sahabeleri de peygamber okulunun müdavimleri arasında saymak gerekir. Mâlik b. Huveyris’in şu ifadeleri söz konusu sirkülasyonu göstermesi bakımından önemli bir örnektir. Onun anlattığına göre Mâlik’in de içinde bulunduğu bir grup genç Hz. Peygamber’e gelir ve Suffe’de yirmi gece kalırlar. Kendilerine son derece merhametli ve müşfik davranan Resulüllah, onların ailelerini özlediklerini hissetmiş olmalı ki bu gruba geride kimleri bıraktıklarını sorar ve şöyle buyurur: “Ailelerinize dönün ve onların arasında kalın! Onlara hem öğretin hem de tavsiyede bulunun! Namazı, beni kılarken gördüğünüz gibi kılın!” (Buhari, Ezan, 17.) Kaynaklarda, bunlara ilaveten sakinlerine dair bilgi yer almamakla birlikte “Suffetü’n-nisâ” isminde hanım sahabelere mahsus bir Suffe’den de bahsedilir. (Ebu Davud, “Hudûd”, 11; Nesâî, “Kat‘u’s-sârik”, 8.)
 
Ashâb-ı Suffe’nin herhangi bir geliri bulunmaması ve her birinin ihtiyaç sahibi olmasından dolayı iaşe ve ibateleri bizzat Hz. Peygamber (s.a.s.) ve zengin sahabeler tarafından karşılanırdı. Bu itibarla da Ashâb-ı Suffe “Adyâfü’l-İslam” (İslam’ın misafirleri) olarak tavsif edilmiştir. Ayrıca Ashâb-ı Suffe’den gücü kuvveti yerinde olanlar, imkânları nispetinde bazı işleri yaparak ihtiyaçlarını gidermeye çalışırlardı. Bazıları odun keserek ve su taşıyarak geçimini sağlasalar da vakarları sebebiyle kimseden bir talepte bulunmazlardı. Kaynaklar, “(Sadakalar) kendilerini Allah yoluna adayan, yeryüzünde dolaşmaya güç yetiremeyen fakirler içindir. İffetlerinden dolayı (dilenmedikleri için), bilmeyen onları zengin sanır. Sen onları yüzlerinden tanırsın. İnsanlardan arsızca (bir şey) istemezler..." mealindeki Bakara suresinin 273. ayetinin Ashâb-ı Suffe ile ilgili olduğunu kaydeder. Buranın en önemli sakinlerinden olan Ebu Hureyre, Suffe hakkında şunları dile getirir: “Ben, Ashâb-ı Suffe’den yetmiş kişiyi gördüm. Hiçbirinin üzerinde bütün vücudunu örten bir elbise yoktu. Ya belden aşağı giyilen izâr ya da belden yukarı giyilen ridâları vardı. Elbiselerini boyunlarına bağlarlardı. Bunların bir kısmı baldırlarının yarısına, bir kısmı da topuklarına erişirdi de avret yerleri görülmesin diye elbiselerini elleriyle toplarlardı.” (Buhari, Salât, 58.)
 
İslam eğitim-öğretim tarihinin ilk sistemli eğitim faaliyetlerinin yürütüldüğü müessese olan Suffe’nin sakinleri, Hz. Peygamber’den olabildiğince istifade etmişlerdir. Onlar, dini ve ilmi kaynağından öğrenme fırsatı yakalamış, yanı başında bulundukları Resulüllah da bu güzide insanları ilmek ilmek işlemiştir. Ayrıca Hz. Peygamber, bu ilim yolcularıyla özel sohbetler yapmış, onların dertlerini dinlemiş, yalnızlıklarına ortaklık etmiş, sofralarına misafir olup yemeklerini paylaşmıştır. Tüm zamanlarını, Resulüllah’ın (s.a.s.) âdeta dizinin dibinde geçiren bu ilim ve irfan ordusu, vahyin feyiz ve bereketinden alabildiğine yararlanmışlardır.
 
Resulüllah, ilim tahsilinden başka meşgalesi olmayan, gecelerini ibadetle geçiren, gündüzleri genellikle oruçlu olan ve tüm mesailerini İslam’a adayan bu hamiyetli insanlara, gösterdikleri fedakârlık sebebiyle birçok defa iltifat etmiştir. Örneğin “Eğer Allah katında nelere sahip olduğunuzu bir bilmiş olsaydınız yoksulluğunuzun ve ihtiyacınızın daha da artmasını isterdiniz!” (Tirmizi, Zühd, 39.) buyurması ve “Ey Ashâb-ı Suffe! Size müjdeler olsun ki her kim şu sizin bulunduğunuz hâl ve sıfatta olup bulunduğu durumdan razı olarak bana mülâki olursa o benim refiklerimdendir.” ifadesi bu kapsamda zikredilmeye değerdir. Hz. Peygamber’in hâllerinin mahremi olarak bilinen ve Resulüllah’ın: “Selman bizdendir. Ehl-i beyttendir.” (Müslim, Sahih, K: 44, H.No: 230.) buyurduğu Selman-ı Fârisî; Hz. Peygamber’in sırdaşı Huzeyfetü’l-Yemânî; Resulüllah’ın “en hayırlı süvari” olarak isimlendirdiği Ukkâşe b. Mıhsan; Hz. Peygamber’in kendisine “İslam’ın İsa’sı” (Mesîhu’l-İslam) dediği Ebu Zer Cündeb gibi şahsiyetler Suffe’nin iltifata mazhar olmuş mümtaz isimleridir.
 
Resulüllah’ın şahsi ve ailevi ihtiyaçlarından önce, bir lokma bir hırka anlayışına göre yaşayan Ashâb-ı Suffe’yi dikkate alması, onların yaptıkları işin ne kadar kıymetli olduğuna delildir. Bir defasında Hz. Fâtıma validemiz, el değirmeniyle un öğütmekten usandığından yakınıp Hz. Peygamber’den hizmetçi talep ettiğinde, Resulüllah (s.a.s.) ona: “Kızım! Sen ne söylüyorsun? Henüz, Ehl-i Suffe’nin maişetini yoluna koyamadım!” (İbn Sa‘d, Tabakât, c. 8, s. 25.) cevabını vermesi; hazineye gelen malların ve kendisine gelen hediyelerin büyük kısmını onlara ayırması, (Müslim, Zekât, 61.) Hz. Peygamber’in bu ilim gönüllülerine ne derece ihtimam gösterdiğini ortaya koyar mahiyettedir.
 
Hz. Peygamber’in belirlediği öğretmenler aracılığıyla Kur’an’ı ve İslam’ı öğrenen Suffe sakinleri, öğrendiklerini tebliğ etmek üzere Müslüman beldelere gönderilirdi. Bu itibarla onlara “kurrâ” da denilmiş ve bu müessese İslam tarihinin ilk “dâru’l-kurrâ”sı kabul edilmiştir. Hz. Peygamber (s.a.s.) başta olmak üzere İbn Mes‘ûd, Übeyy b. Ka‘b, Muaz b. Cebel, Ebu’d-Derdâ, Ubâde b. Sâmit gibi hoca kadrosunun yetiştirdiği Suffe ehli, İslam’ın yayılmasında önemli rol oynamıştır. Onlar, Bi’r-i Maûne’de (625) (Ahmet Önkal, “Bi’rimaûne”, TDV İslam Ansiklopedisi, 6: 195-196.) canlarını hiçe sayarak İslam’ı öğretmek üzere davet edildikleri yere gitmek üzere çıktıkları yolda suikast sonucu 70 şehit vermişti. Suffe’deki “kurrâ” sahibelerden oluşması münasebetiyle bu seriyyeye “seriyyetü’l-kurrâ” denilmiştir. Enes b. Mâlik, Suffe şehitlerini kastederek Resulüllah’ın Bi’r-i Maûne’de şehit edilen ashaba yanıp üzüldüğü kadar hiç kimseye ve hiçbir şeye üzüldüğünü görmediğini dile getirmiştir. Duyduğu derin üzüntü, Resulüllah’ı bu ilim ehlini şehit eden katillere beddua etmeye kadar götürmüştür. Onların şehadetlerini haber aldığı gecenin sabah namazından itibaren bir ay veya kırk gün boyunca vakit namazlarında bu bedduasını sürdürdüğü ve sahabenin de buna “Âmin.” dediği rivayet edilir.
 
Diğer sahabelerin müşahede etmediği pek çok hadis-i şerif ile Hz. Peygamber’e dair gözlemler, onunla çokça vakit geçirmeleri ve mesailerini Suffe ilim merkezine hasretmeleri nedeniyle Ashâb-ı Suffe vasıtasıyla nakledilmiştir. Bu çerçevede en fazla hadis rivayet edenler anlamında terimleşen “muksirûn” arasında zikredilen Ebu Hureyre, Abdullah b. Ömer ve Ebu Saîd el-Hudrî Ashâb-ı Suffe’nin seçkin isimleridir. Hz. Peygamber’in müezzinleri Bilâl-i Habeşî ve Abdullah b. Ümmi Mektûm da bu müessesenin kadrosunda yer almıştır.
 
Hz. Peygamber’in üsve-i hasene (Ahzab, 33/21.) boyutuna ilişkin pek çok malumat, İslami kaynaklarda sıkça gördüğümüz mezkûr isimler yoluyla nakledilegelmiştir. Sürekli Hz. Peygamber’in yanı başında bulunan ve onu dinleyip söylediklerini hafızalarına kaydeden bu ilim âşıklarının, gerek gündelik hayata gerekse ibadetlere ilişkin bilgi ve sözleri onları değerli kılmıştır. Bu itibarla Ehl-i Suffe, Hz. Peygamber’in örnek hayatını sonraki nesillere aktarmada ve İslam kültürünün zenginleşmesinde önemli rol oynamıştır. Ashâb-ı Suffe’nin bu mühim vazifeyi icra ederken takip ettikleri metodu şöyle özetlemek mümkündür. Onlar birbirleriyle ya da diğer sahabelerle karşılaştıklarında selam verdikten sonra “Hz. Peygamber şöyle buyurdu/buyurmuş haberin var mı?” sorusuyla konuşmaya başlardı. “Evet.” ya da “Hayır.” cevabı sonucu değiştirmezdi. Resulüllah’tan alınan bilgi ve mesaj aktarılır, böylece tekrar yoluyla mesajın ya da bilginin zihinlerde yerleşmesi sağlanırdı.
 
Kur’an’ın nüzulüne de tanıklık eden bu talihli insanlar, Hz. Peygamber’e nazil olan ayetlerle ilgili sorular sorarak kapalı gibi görünen birçok konunun aydınlatılmasına vesile olmuşlardır. Bununla beraber tefsir, hadis, fıkıh, kelam, tasavvuf vb. sahalara ilişkin kaleme alınan en temel eserlerin kaynaklarını Ashâb-ı Suffe teşkil etmiştir. Birçok hadis isnat silsilesinin ilk halkasını Ashâb-ı Suffe’den isimlerin oluşturması, bu şahsiyetlerin İslam tarihinin ilmî birikiminde “ilk İslam âlimleri” sıfatıyla ne derece önemli bir konumda yer bulduklarının bir göstergesidir.
 
İslam geleneğinde “Yaşayan Kur’an” şeklinde tavsif edilen ve Kur’an’ın mübeyyini olan İslam Peygamberini adım adım takip eden bu kutlu şahsiyetler, ilme düşkün sahabeler idi. Öyle ki Hz. Peygamber’in sünnetini sonraki nesillere taşımayı hedefleyen Abdullah b. Ömer gibi bazı isimler, ilim tahsili uğruna Suffe’de yaşamayı şahsi evlerinde hayat sürmeye tercih etmişlerdir. Daha önce yaşadığı yerde sahip olduğu varlık ve mevkiden feragat ederek Suffe okulunu tercih eden pek çok sahabeden söz edilir.
 
Suffe ashabının ilme verdiği önem noktasında zikredilmeye değer bir not da şu rivayet kapsamında bizlere intikal etmiştir. Suffe’nin önde gelen isimlerinden Ebu Hureyre, fazla hadis rivayet ettiğine hayret duyarak onu tenkit edenlere hitaben şöyle der: “Benim, fazla hadis rivayet edişim garipsenmesin! Ensar kardeşlerim tarlalarında ziraatla; muhacirler de çarşıda ticaret ile meşgul olurdu. Ben ise karın tokluğuna sürekli Resulüllah’ın yanı başında kalır, onların görmediklerine muttali olur, unuttuklarını da muhafaza ederdim.” (Buhari, Buyu 1.) ifadesi, söz konusu ilim iştiyakının bir başka tezahürü olarak değerlendirilmelidir. Onlar, sadece Suffe gibi belli bir mekânı değil, mescit, çarşı, sefer vb. pek çok alan ve zamanı ilim tahsiline vesile bilmişlerdir.
 
Savaş dönemlerinde, Ashâb-ı Suffe’den bu alanda yeteneği olan kimseleri muharebe meydanlarında da görürüz. Örneğin “meleklerin yıkadığı şehit” Hanzala b. Ebu Âmir Uhud’da; okuduğu Kur’an’la kalpleri titreten gür sesli Abdullah Zü’l-bicâdeyn Tebük’te; Hz. Peygamber’in Kur’an’ın kendilerinden öğrenilmesini tavsiye ettiği dört kurrâdan biri olan Sâlim Mevlâ Ebu Huzeyfe Yemame’de şehit düşmüşlerdir.
 
Hz. Peygamber’in mesajını içtenlikle benimsemekle kalmayıp onun anlaşılması, farklı coğrafya ve nesillere aktarılması adına aslına sadık biçimde kaydedilmesini hayat gayesi edinen bu samimi şahsiyetler, kendilerinden sonraki Müslüman kuşaklar için kaynak ve örnek teşkil etmişlerdir. Böylece vefa ve minnet borçlusu olduğumuz bu tescilli Müslümanlar -talim ve gözetiminde yetişmiş olmaları nedeniyle- bizzat Resulüllah’ın ilim ve İslam anlayışını yansıtmaları bakımından en önemli ve ilk İslam âlimleri olarak nitelendirilebilir. Allah, günümüz ilim yolcularını da Ashâb-ı Suffe ve rehberleri Resulüllah ile birlikte haşreylesin.
 
 
Diyanet Dergisi
Dr. Yaşar AKASLAN
Ondokuz Mayıs Üniversitesi İlahiyat Fakültesi

Top