Gönülden Allahü Teâlâ'dan başka her şeyi çıkarıp, hep O'nunla olmak olan "fakr" mertebesine ulaştım.
Irak'ın sahrâ ve harâbelerinde 25 sene insanlardan uzak kaldım. Benim kimseden, kimsenin benden haberi yoktu. Bazen uzun müddet yemezdim ve "açım açım" diye içimin feryâdını duyardım. Bazen üzerime öyle ağırlıklar gelirdi ki, bunlar bir dağın üstüne konsa, tahammül edemeyip, paramparça olurdu. Bu sırada: "Muhakkak zorlukla berâber bir kolaylık vardır, şüphesiz zorlukla berâber kolaylık vardır" meâlindeki İnşirâh sûresinin beşinci ve altıncı âyet-i kerîmelerini okuduğumda üzerimdeki ağırlıklar dağılıp, giderdi."
Şeytanlar çeşitli kılık ve kıyâfetlere bürünüp toplu hâlde yanıma gelir, beni yolumdan çevirmek için uğraşırlardı. Kalbimde büyük bir azim ve direnç hissederdim. İçimden bir ses: "Ey Abdülkâdir! Onlarla mücâdele et, onlara galip geleceksin" derdi. İçlerinden bir şeytan durmadan bana gelir; "Buradan git, şöyle yaparım, böyle yaparım" diye beni tehdit ederdi. Cân u gönülden, "Lâ havle ve lâ kuvvete illâ billahil aliyyil azîm" okuyunca, onun tamâmen yandığını görürdüm.
Bir kere Abdülkâdir Geylânî şöyle bir ses işitti: "Ey Abdülkâdir! Ben senin Rabbinim! Sana haramları mubah, serbest kıldım." Bir rivâyete göre; "Başkasına yasak olan şeyleri sana helâl kıldım" diyordu. Bunun üzerine Abdülkâdir Geylânî, Eûzü çekti. "Kovulmuş şeytandan Allahü Teâlâ'ya sığınırım. Sus ey mel'ûn!" diye bağırdı. Bunun üzerine aynı ses: "Ey Abdülkâdir! Rabbinin izni ile çeşitli yerlerde bana aldanmayarak, şerrimden, kötülüğümden kurtuldun. Halbuki ben bu yolda yetmiş kişiyi yoldan çıkardım" dedi. Onun şeytan olduğunu nasıl anladığını sorduklarında; "Sana haramları helâl ettim, sözünden anladım. Çünkü Allahü Teâlâ böyle şeyleri emretmez" buyurdu.
Başka bir kere gâyet çirkin ve pis kokulu birisi geldi. "Ben iblisim, şeytanım. Sana hizmet etmeye geldim, beni ve yardımcılarımı çok yordun" dedi. "Sana inanmıyorum, buradan uzaklaş" dedim. Bana vuracak oldu ise de onu perişan ettim. İkinci defâ elinde büyük bir ateş kıvılcımı ile hücum etmeye başladı. Bu esnâda elinde kılıç bulunan atlı birisi bana yardıma geldi. Yine onu mağlûb ettim. Üçüncü olarak iblisi çok uzakta ağlar gördüm. Gâyet üzgün olarak: "Senden ümîdimi kestim. Gâliba seni yoldan çıkaramayacağım" dedi. "Sus ey mel'ûn!" dedim ve kovdum. Allahü Teâlâ her seferinde beni onlara karşı üstün kıldı.
Şeytanı başımdan savdıktan sonra bana pek lezzetli süslü ve parlak şeyler göründü. "Bunlar nedir?" dedim; "Dünyâ zevkleri ve zînetleridir." denildi. Dünyâ ve onun göz kamaştırıcı lezzeti ve çabuk tükenen nîmetleri kendine çekmek istedi, fakat Allahü Teâlâ beni onlardan da korudu. Onlara hiç kıymet vermedim. Bunun için kaybolup gittiler. Sonra Allahü Teâlâ'nın rızâsına kavuşma yolunda insanın önüne çıkan mânileri, engelleri gördüm. "Bunlar nedir?" dedim. "Senin içinde bulunan mânîlerdir" denildi. Bunlara üstün gelebilmek için bir sene uğraştım.
Sonra içimi seyrettim. Kalbimin birçok şeylere bağlandığını boş hayaller kurduğunu, kendini saraylarda sandığını gördüm. "Bunlar nedir?" dedim. "Arzu ve isteklerindir" denildi. Tam bir yıl uğraştıktan sonra kalbimi onlardan temizleyebildim.
Yine nefsim kendi şeklinde bana gelir, kendine dost olmam için yalvarırdı. Yüz vermeyince zor kullanmak isterdi. Bir kere onu, bütün hastalıkları üzerinde, arzu ve istekleri dipdiri, şeytanları emrine hazır olarak gördüm. Bir sene mücâdele ettim. Allahü Teâlâ'nın izni ile hastalıklarını iyileştirdim, arzu ve isteklerini kırdım, şeytanlarını kovdum. Kısaca nefsimle tedrîcen, safha safha mücâdele ettim. Onu iki elimle sımsıkı yakaladım. Yıllarca ıssız, sessiz, sadâsız yerlerde kalmaya mebcur ettim. Soğuk bir gece kırk defâ ihtilam oldum, havanın soğukluğuna bakmadan her seferinde, hemen yıkandım. Kerh harâbelerinde yıllarca kaldım. Yiyecekler malum; otlar, ağaç yaprakları... Dünyâ sevgisinden kurtulabilmek, nefse üstün gelebilmek için her çâreye başvurdum. Gördüğüm her yokuşa tırmandım. Nefsime hiç fırsat vermedim. Bir gece merdivende kitap mütâlaa ediyordum. Nefsim; "Biraz uyu, sonra kalkarsın" dedi. Ona muhâlefet olsun diye tek ayağım üzerinde durdum. Kur'ân-ı Kerîm'i hatmedinceye kadar uyumadım.
Bütün bunlara rağmen, henüz matluba, maksada ve asıl istediğime varamamıştım. Bunun için, tevekkül, şükür ve zenginlik gibi kapıları denedim. Aradığımı fakirlik kapısında buldum. Burada büyük bir şerefe kavuştum, kulluk sırrına erdim, sonsuz hürriyete ulaştım. Bütün arzu ve isteklerim buz gibi eridi. Bütün beşerî sıfatlarım kayboldu. Gönülden Allahü Teâlâ'dan başka her şeyi çıkarıp, hep O'nunla olmak olan "fakr" mertebesine ulaştım."
Nihâyet bütün varlıklardan yüz çevirdim. Her şeyim Allah için oldu. Sahralarda cezbe hâlinde kendimden geçmiş olarak dolaşırdım. Kendime geldiğimde kendimi bulunduğum yerlerden çok uzaklarda bulurdum. Bir gün bu halde bir saat kadar yürümüştüm. Sonra kendimi Bağdad'a on iki günlük uzaklıkta bir yerde buldum. Düşünceye daldığımda bir ses bana: "Sen ki Abdülkâdir'sin, buna hayret mi ediyorsun?" dedi.
Sahralarda dolaşırken "Ol" sözü ile ihsân olundum. Allahü Teâlâ'nın izni ile istediğim olurdu. Bunun için çok yiyecek buldum. Dağdan bir parça koparırdım, helva olur, yerdim. Kuma deniz suyu dökerdim, tatlı su olurdu. Sonra böyle yapmaktan hayâ ettim. Allahü Teâlâ'ya karşı edebi gözeterek hepsini terk ettim.
Abdülkâdir Geylânî hazretleri bu uzun dolaşmalardan sonra Bağdad'a dönüyordu. Hazret-i Hızır önüne çıkıp, şehre girmesine mâni oldu. "Emir var. Yedi sene Bağdad'a girmeyeceksin" dedi. Bu sebeple, Bağdad'ın kenarlarında yedi yıl, yerden biten mübah bakliyatı yiyerek bekledi. Bildirilen müddet bitince; "Ey Abdülkâdir! Bağdad'a gir, serbestsin" diye bir ses duydu. Soğuk ve yağmurlu bir gecede Bağdad'a girdi. Doğru Şeyh Hammâd bin Müslim Debbâs'ın zâviyesine (dergâhına) geldi ve geceyi orada geçirdi. Sabahleyin Şeyh Hammâd Debbâs onu görünce ağlayarak: "Oğlum Abdülkâdir! Bu devlet bugün bizim, yarın sizin olacaktır" dedi.
Bir müddetten beri Bağdad'da bulunan Abdülkâdir Geylânî hazretleri fitne ve karışıklıklar olunca tekrar sahrâlara çıkmak istedi. Hibe kapısı denilen yere gelince; "Nereye gidiyorsun? Dön, herkes senden faydalanacak." diyen bir ses işitti. "Ben dînimi kurtarmak istiyorum" dediğinde; "Korkma! Dînine bir zarar gelmeyecek" denildi.
Yine bir sohbet toplantısında, Abdülkâdir Geylânî hazretleri dışarı çıkmıştı. Şeyh Hammâd: "Şu genci görüyor musunuz? Bir zaman gelecek ayağı bütün velîlerin boynunda olacak, her velî ona itâat edecek" dedi.
Başka bir gün o gelince ayağa kalkıp: "Hoş geldin Abdülkâdir! Sen âriflerin, Allahü Teâlâ'yı tanıyanların seyyidi, efendisisin. Senin sancağın doğudan batıya kadar dalgalanacak. Bütün boyunların sana eğileceğini ve akranlarının üstünde bir dereceye ulaşacağını müjdelerim" dedi.
Zamânındaki diğer evliyâ da kerâmet olarak ilerde onun derecesinin yüksek olacağını haber verdiler. Abdülkâdir Geylânî hazretleri zaman zaman Şeyh Tacül ârifîn Ebü'l-Vefâ hazretlerinin yanına giderdi. Ebü'l-Vefâ hazretleri o gelince ayağa kalkar, yanındakilere: "Ayağa kalkın, evliyâdan biri geliyor" derdi. Ona karşı bu şekilde iltifât etmesine hayret eden talebelerine: "Henüz zamânı var. Vakti gelince, okumuş, câhil herkes bu gence muhtâc olacak, onun feyzinden, mânevî ilminden faydalanacaktır. Sanki şu anda onun Bağdad'da cemâatlere vâz ve nasîhat ettiğini, 'Ayağım bütün velîlerin boynundadır' dediğini ve bütün velîlerin boyunlarını ona uzattıklarını, görüyorum" derdi.
Bir defasında da; "Ey Bağdatlılar! Allahü Teâlâ'ya yemîn ederim ki, onun başında bir ucu doğuda bir ucu da batıda olan sancaklar dalgalanacaktır" dedi ve Abdülkâdir Geylânî hazretlerine dönüp: "Bugün söz bizim fakat ilerde senin olacak. O zaman bu ihtiyarı hatırlarsın" diye hitâb etti.
Nihayet Abdülkâdir Geylânî hazretleri Bağdat'ta insanları irşâda, Allahü Teâlâ'nın beğendiği yolda bulunmaya dâvete ve nasîhat etmeye başladı. Bir gün kendini nûrların kapladığını gördü. Bu hal nedir diye sorunca, Resûlullah Efendimiz Allahü Teâlâ'nın sana verdiği yüksek dereceyi tebrik etmeye geliyor, denildi. Nûrun git-gide çoğaldığı bir anda Resûlullah Efendimiz görünerek bir elbise verdiler. Sonra: "Bu, kutubluk denilen velîlere âit evliyâlık elbisesidir" buyurdular.
Şeyh Halîfetü'l-Ekber anlatır:
Rüyâmda Resûlullah Efendimizi gördüm. "Yâ Resûlallah! Şeyh Abdülkâdir, ayağım bütün velîlerin boynu üzerindedir, diyor ne buyurursunuz?" diye sordum. "Doğru söylemiştir. O benim himâyemde bir kutubdur, bu nasıl olmasın?" buyurdu.
Adiyy bin Müsâfir; "Bu sözü yalnız o söyledi, başkasından duymadım. O bununla kendi zamânındaki ferdiyet denilen makâmını açıklar. Onun gibi hiç kimse böyle söylemeğe mezun, izinli değildir" der.
Ahmed Rufaî hazretleri; "O bu sözü mânevî emirle söyledi." dedi.
İbn-i Hacer-i Askalânî hazretleri de: "Bunun mânâsı, ilerde o kadar kerâmet gösterecektir ki, inât eden ve doğru yoldan sapanlardan başkası onu inkâr etmeyecektir" dedi.
Büyük âlim İzzeddîn bin Abdüsselâm: "Şüphesiz o, evliyânın sultanı idi" demişti.
Hayat bin Kays hazretleri buyurur ki:
"Abdülkâdir Geylânî bu sözü söyleyince, bütün velîlerin kalblerindeki nûrlar arttı. İlimlerinde bereket, hâllerinde yükseklik görüldü. Çünkü onlar istisnâsız, başlarını onun ayağına doğru uzatmışlardı."
Abdülkâdir Geylânî bu sözü söylediğinde, yeryüzünde velîler boyunlarını ona doğru uzattı. O anda boynunu uzatanlardan biri Ahmed Rufâî hazretleridir. Ona niçin böyle yaptığını sorduklarında şöyle dedi:
"Şu anda Abdülkâdir, Bağdat'ta: "Ayağım, her velînin boynundadır" diyor. Ebû Medyen Mağribî de: "Evet ben Mağrib'de ona boynunu uzatanlardan biriyim" buyurdu.
Abdülkâdir Geylânî hazretlerinin tasavvuftaki yoluna Kâdiriyye Tarîkatı denir. Tarîkatının husûsiyeti, dînin emir ve yasaklarına uymak, devamlı zikir, Allahü Teâlâ'yı anmak, gönlü Allahü Teâlâ'dan başkasından kurtarmaktır.
Abdülkâdir Geylânî hazretleri tasavvuf bilgilerini herkesin anlayacağı şekilde sundu.