Peygamberimiz (s.a.s) şöyle buyuruyor: Nasıl rahat olayım ki, Sûr sahibi (Hz. İsrâfil) boruyu ağzına almış, cepheye dönmüş ve kulağını dikmiş, ne zaman üfleme emri geleceğini beklemektedir.
Mukatil’e (r.a) göre “Sûr” bir boynuzdur. Hz. İsrâfil (a.s) ağzını boru şeklindeki bu boynuzun üzerine koymuştur. Boynuzun başının çevresi yerle gök arası genişliğindedir. İsrâfil (a.s), gözünü Arş’a dikmiş ne zaman ona ilk üfleme emri geleceğini beklemektedir.
İsrâfil (a.s) ilk defa Sûr’a üfleyince yerde ve göklerde bulunan her canlı yere baygın düşer. Yani Allah’ın (c.c) canlı kalmalarını diledikleri dışında bütün canlılar, şiddetli korku yüzünden ölüverirler. Canlı kalacak olanlar Cebrail, Azrail, Mikâil ve İsrâfil’dir (Allah’ın selâmı üzerlerine olsun).
Bundan sonra Azrail (a.s), alacağı emir uyarınca sırasıyla Cebrail (a.s), Mikâil (a.s) ve İsrâfil (a.s)’in canını alır, en sonunda yine emir uyarınca kendisi ölür. İlk sûr üflemesinin arkasından ölen bütün canlılar, kırk yıl öylece berzahta kalırlar. Kırk yıl sonra Allah (c.c), İsrâfil’i (a.s) dirilterek ona Sûr’a ikinci sefer üflemesini emreder.
Bu durumu Kur’ân-ı Kerim şöyle bildirir:
“Sonra ona (Sûr´a) bir defa daha üflenir, o zaman onların (canlıların) hepsi ayaküstü dikilmiş bekler durumdadır.” (Zümer Sûresi, 68)
Peygamberimiz (s.a.s) aynı bahiste şöyle buyuruyor:
“Bana peygamberlik verildiği zaman Sûr’un sahibi geldi, Sûr’u ağzına aldı, bir adımını öne, öbür
adımını geriye doğru açtı, her an ne zaman üfleme emri alacağını bekliyor, aman Sûr’u üflemeden çekininiz.”
Şimdi kabirlerden doğrulurken ilk baygınlığın korkusunu hâlâ üzerlerinden atamamış olan ve haklarında verilecek olan hükmün iyimi kötü mü olduğunun endişesine kapılan canlıların zavallılığını, hayal kırıklığını ve çaresizliğini düşün!
Sen de aralarında olsan onlar gibi gönül kırıklığına uğrar, onlar gibi hayrette kalırsın. Hatta yeryüzünün varlıklarından ve ileri gelenlerinden biri de olsan, aynı başkaları gibi şaşkınlık ve hayal kırıklığı içinde olacaksın, yeryüzünün kralları o gün herkesten daha zavallı, daha cüce ve daha önemsiz olacak, tohum tanesi gibi kalabalığın ayakları altında ezileceklerdir.
O sırada bütün vahşî hayvanlar, başları öne eğik olarak, daha önce mahlûkattan kaçtıkları halde bu defa onların arasına karışarak ve hiç bir günaha bulaşık olmadıkları halde yeniden diriliş emrine boyun eğerek dağlardan ve çöllerden Mahşer’e doğru yönelirler.
Sûr üfürüğünün ürküntüsünün doğurduğu baygınlığın şiddeti onları da Mahşer’e sürükleyerek daha önce insanlardan kaçtıklarını ve canlılardan ürktüklerini onlara unutturur.
Nitekim ulu Allah (c.c) bu hususta şöyle buyuruyor:
“Vahşî hayvanlar diriltilip bir araya toplandığı zaman” (Tekvîr Sûresi, 5)
Sonra manzaranın dehşeti karşısında ürpererek durumun farkına varacak olan inatçı kâfir ile şeytanlar. Allah’ın (c.c) su âyetini doğru çıkarmak üzere, belirirler.
“Rabbin hakkı için biz onları şeytanlar ile birlikte toplayacak ve cehennemin çevresinde dizüstü çökmüş halde bekleteceğiz.” (Meryem Sûresi, 68)
O zaman gerek kendi halini ve gerekse kalbinin oradaki halini düşün. Daha sonra bütün diriltilen canlılar çırılçıplak, yalın ayak ve başıkabak olarak Mahşer yerine nasıl sevk edilirler. Bir bak da Mahşer yeri dümdüz, bembeyaz, engebesiz ve apaçık bir yerdir. Üzerinde ne arkasına saklanacak bir tümsek ve ne de içine girip saklanacak bir çukur var.
Birinci sefer Sûr’a üflendikten sonraki ikinci Sûr üflemesi ile bütün canlı türlerini, aralarındaki bütün farklılıklara rağmen bir araya getirip Mahşer yerine sevk eden Allah (c.c), noksan sıfatlardan ne kadar uzaktır! Bu manzara karşısında bütün kalplerin ürkerek çarpması ve bütün gözlerin korkudan fal taşı gibi açılması gayet tabiidir.
Nitekim Peygamberimiz (s.a.s) buyuruyor ki:
“Kıyâmet Günü bütün insanlar, bitki örtüsüz, sığınak ve işaretsiz, dümdüz ve bembeyaz bir alanda toplanırlar.”
Zaten bu alanı yeryüzü alanları gibi sanma, aralarında sadece isim ortaklığı var.
Nitekim ulu Allah (c.c) şöyle buyuruyor:
“Yerin ve göklerin olduklarından başka bir duruma çevrildikleri o gün onlar (insanlar) tek ve hükmünde ortaksız olan Allah’ın huzuruna dikilirler.” (İbrahim Sûresi, 48)
İbni Abbas (r.a) der ki: “Bu değişiktik şöyle gerçekleşir:
Yeryüzünün bazı yerleri kırpılır, bazı yerlerine eklemeler yapılır. Ağaçları, dalları, vadileri ve bunlara benzer engebeleri ortadan kalkarak tabaklanmış deri yüzeyine kan damlamamış bembeyaz bir yumurta kabuğu ve üzerinde hiç bir günah işlenmemiş bir alan olarak yayılır.
Göklerin de güneşi, ayı ve yıldızları ortadan kalkar.”
Ey zavallı insan, bu günün dehşet ve fevkalâdeliğine dikkat et. Bütün canlılar bu alanda toplandığı zaman gökteki yıldızlar kayıp, başlarına düşer, güneş ve ay kararır, bu arada bütün ışık kaynakları söneceği için yeryüzü koyu bir karanlığa gömülür.
İnsanlar bu durumda iken diğer taraftan gökyüzü meleklerin kimi eteklerinde ve kimi de doruğunda dururken beş yüz yıl boyunca tepelerinde dönerek bütün katilik ve kalınlığına rağmen paramparça olur.
Kim bilir, gökyüzü parçalanırken kulaklarına ne korkunç bir ses gelir. Gök o kadar iri ve sert gök cisimlerinin paramparça olarak boşluğa düşmeleri ve yer yer sararmış sıvı gümüş halinde akıp inmesi, göklerin sıvı bir maden haritasına, dağların hallaç pamuğuna dönüşmesi, insanların pervaneler gibi öteye beriye serpilmesi ve hepsinin yalın ayak çırılçıplak yürümesi kim bilir, ne korkunçtur!
Peygamberimiz (s.a.s) buyuruyor ki:
“İnsanlar yalınayak, çırılçıplak, sünnetsiz olarak ve kulak memelerine kadar tere batmış olarak yeniden dirilip bir araya getirilir.”
Bu hadisi rivayet eden Peygamberimizin (s.a.s) eşi Hz. Sevda (r.a) şöyle diyor:
“Bu sözleri işitince Peygamberimize (s.a.s): ‘Ne çirkin şey!” Birbirimizin her tarafını göreceğiz’ dedim. Bana şu cevabı verdi: ‘O gün herkesin kendi derdi, onları birbirine bakmaktan alıkoyar. Herkes başka şey ile ilgilenemeyecek derecede kendi başının derdine düşer.”
Ne dehşetli bir gün ki, herkesin edep yeri açıkta olduğu halde kimse kimseye başını çevirip bakmaz. Nasıl baksın ki, insanların bir kısmı karin üstü ve yüz üstü sürünmekten takat bulup başkasına dönüp bakamaz bile!
Sahâbilerden Ebû Hureyre (r.a) der ki: Bir gün Peygamberimiz (s.a.s) buyurdu:
“Kıyâmet günü insanlar üç gurup halinde Mahşer yerine toplantıya gider. Binekliler, yayalar ve yüzüstü sürünenler.
Aramızdan biri: “Yâ Rasûlallâh! Üçüncü gurup yüzüstü sürüne sürüne nasıl yol alabilecek?” diye sordu, Peygamberimiz ona: ‘O kimseleri ayakları ile yürüten Allah (c.c) yüzüstü süründürerek yol almalarını sağlamaya da muktedirdir.”
Gözlerin görmediği, alışkanlık haline getirmediği şeyi inkâr etmek insanin değişmez huyudur. Eğer insanoğlu, yılanın karın üstü sürünerek şimşek hızı ile yol aldığını gözleri ile görmese, ayaksız yol almayı tasavvur etmeye bile yanaşmazdı.
Aslında ayaküstü yürümeyi görmeyen bir kimse için o da olacak bir şey değildir.
Buna göre dünya ölçülerine uymuyor diye Kıyâmet günü hakkında bildirilen şaşırtıcı gelişmelerden her hangi birini inkâr etmekten sakınmalısın. Çünkü eğer sen daha önce gözlerin ile görmemiş olsaydın, sana sunulacak olan bir takim şaşırtıcı dünya gelişmelerini de şiddet ile inkâr ederdin.
O halde kendini çırılçıplak, perişan, zavallı, şaşkın, apışıp kalmış bir durumda hakkında verilecek hükmün iyi mi, fena mı olduğunu beklerken ayaküstü dikilmiş olarak gözlerinin önüne getir, kafanda kendini böyle canlandır ve bu manzarayı hiç bir zaman hafızandan silme, çünkü durum, her türlü tarifin üstünde kalan bir önem taşımaktadır.
Sonra tasavvur etmeye devam ederek su gerçekleri de gözlerinin önüne getir:
İnsan, melek, cin, şeytan, vahşi ve yırtıcı hayvan, kus olsun, yerlerin ve göklerin bütün canlıları toplanıp bir araya yığılıyor. Biline gelen hafifliği giderilmiş ve ısısı kat kat yükseltilmiş olan güneş, canlı yığının neredeyse tepesine değecek şekilde yakınına indiriliyor. Arş’ın gölgesinden başka hiç bir gölge kalmıyor ve bu gölgenin altına belirli ibadetleri isleyerek Allah’a (c.c) yakın olma şerefini kazananlardan başkası alınmıyor.
Arş’ın gölgesi altına alınanlar ile dışarıda kalanlar arasındaki fark, korkunç güneş ısısı altında hoşlananların baygın hali ve yüzlerinden okunacak olan ızdıraplarının şiddeti ile derhal fark ediliyor.
Bunlar yanında o günkü canlılar kalabalığını tasavvur et. Bir yandan tarife sığmaz kalabalık yüzünden, öte yandan kimi yürürken kimi süründüğünden ötürü her canlı birbirini itip kakıyor. Bütün bu sıkıntılara bir de Allah (c.c)’in huzuruna dikilince içine düşülecek perişanlık ve rezilliğin doğuracağı korku ve utanç ve mahcubiyet ekleniyor.
Güneş alevi, nefeslerin yalazı, utanç ve endişenin harareti ile yükselen kalp ateşi bir oraya geliyor. Teker teker her kil dibinden boşanıp yere akarak denizleşen ter deryası canlı vücutlar boyunca yükseliyor. Her canlı Allah (c.c) katındaki derecesine göre kimi diz kapaklarına kimi bellerine, kimi kulak memelerine ve kimi de nerdeyse içinde kaybolacak derecede bu ter deryasına batıyor.
İbni Ömer’den (r.a) rivayet edildiğine göre Peygamberimiz (s.a.s) buyuruyor ki:
“Kıyâmet günü insanlar Allah’ın (c.c) huzuruna dikilince yan kulak hizasına kadar tere batar.”
Ebû Hüreyre’nin rivayetine göre Peygamberimiz (s.a.s) şöyle buyuruyor:
“Kıyâmet Günü insanlar, öylesine terler ki, terleri bir yandan yetmis kulaç yerin dibine sizarken bir yandan da kulak hizalarına yükselecek kadar herkesi içine alır.”
Ukbe b. Âmir’in rivayetine göre Peygamberimiz (s.a.s) şöyle buyurmuştur:
“Kıyâmet Günü güneş yere öyle yaklaşır ve insanlar öyle terler ki, kiminin teri topuğuna, kimininki ayak bileğine, kimininki dizlerine, kimininki kalçasına, kimininki böğrüne, kimininki ağzına varacaktır.”
Peygamberimiz böyle derken eti ile ağzına gem vurdu, kimisi de terine tamamen gömülür (bu sırada da eli ile şöyle başına vurdu.)”
Ey zavallı insan! Mahşer yerinde toplanacak olanların karşılaşacakları sıkıntıları ve dökecekleri terleri düşün. Bu ağır sıkıntılara dayanamayanların bir kısmı Allah (c.c)’a seslenerek: “Yâ Rabbi! Cehenneme gönderecek bile olsa beni bu sıkıntı ve bekleme azabından kurtar” diye yalvarırlar.
Bütün bunlar, henüz hesaplaşmaya çekilmeden ve azaba çarpılmadan çekilecek olan sıkıntılardır. Sen de bu sıkıntılar ile yüz yüze geleceklerden birisin. Terinin nerene kadar çıkacağını şimdiden bilmiyorsun.
Bilmezsin malûmun olsun ki; hacc, cihad, oruç, namaz, Müslümanların sıkıntısını gidermeye koşmak, iyiliği emrederek kötülükten alıkoymak uğruna yorulmak gibi Allâh (c.c) yolunda gayretler vererek dökülmeyen terler Kıyâmet alanında korku ve utançtan dökülecek ve orada daha uzun müddet sıkıntıya katlanmaya yol açacaktır.
İnsanoğlu cehalet ile aldanmadan kurtulsa, ibadet uğruna sıkıntı çekerek terlemenin doğuracağı yorgunluğun, Kıyâmet Günü çekilecek sıkıntılarla bekleme azabının yol açacağı terlemenin yorgunluğundan hem daha kısa ve hem de daha kolay olduğunu anlamakta güçlük çekmez.
Çünkü o gün hem pek çetin ve hem de çok uzundur!
İmam Gazalî, Mukâşefetu'l-Kulûb