Bu yazının kaleme alınış gayesi, Mürşid’in ve evliya’nın hususiyetlerinin idrak edilmesine fayda sağlamak içindir. Dil ile anlatılanların gönül aleminde yankı bulması gerekmektedir. Aksi halde dilin söylediğinin yaşantıya yansımadığı görülecektir ki! Kuru bir lâkırtının ne söyleyene ne de dinleyene fayda sağlaması düşünülemez.
Söylemiş olmak için ya da ne güzel söyledin denmesi için söylenmesinden öte geçemez. Elma’nın nasıl yendiğini, tadını, rengini anlatmak elma’yı yemek anlamına gelemeyeceğinden, elma’yı yemeyen birinin bunu anlatması da görüntü haricinde hiçbir anlam ifade etmeyecektir ya da fayda sağlamayacaktır. Büyüklerimizin “Gönülden çıkan gönüle hitap eder” sözü anlattığını yaşamak ya da yaşadığını anlatmak demek olur ki; böyle insanların anlattığının daha tesirli olduğu inkâr edilemez bir gerçektir. Dikkat edilmesi gereken önemli bir husus da anlatılan konunun dinleyici tarafından talep edilmesi ya da ilgi alanına uygun olmasıdır. Talep ve ilgi yoksa ya da başka bir takım sorunlar yaşıyorsa, zihni meşgul ise anlatan boşuna çenesini yormuş olur. Anlatmış olmak için anlatmamalı ya da ben tebliğ yapıyorum dinlese de dinlemese de ben tebliğimi yaparım düşüncesi bencilce bir hareket olur, kendi kendini tatmin olur ve dinleyene bir fayda sağlamaz. Pazarcı tezgâhını açar malını sergiler müşteri yani mala talep olursa pazarcı malını satar, talep olmazsa sabırla bekler. Amaç sadece anlatmak değil, amaç insanlara faydalı olmaktır. İnsanların nefsini kamçılayıcı üslup kullanmamalıdır. Üstten ve nasihat eder gibi ezici aşağılayıcı olmamalıdır. Bu hususta Mürşidin anlatış üslubu, jest ve mimikleri kısacası her hali her hareketi dikkatle izlenerek örnek alınması kişiye büyük faydalar sağlayacaktır.
Hemen herkes okuma yazma bilir ancak bunu öğretme işi öğretmenlere verilmiştir. Okuma yazma bilen her insan öğretmenlik yapamaz yapmamalıdır. Öğretmenlik yapacak olan kişi öncelikle bunun okulunu okur eğitimini alır ve sonunda bir diploma verilerek öğretmenlik yapma iznine sahip olur. Bu öğretmenler de ilköğretim, orta öğretim ve yüksek öğretim diye adlandırılan eğitim kurumlarında görevlendirilirler. Aldıkları eğitime ve yeterliliklerine göre istihdam edilirler. Tasavvuf olarak tabir edilen evliyalık okullarına devam edenler de manevi ilimlere sahip yetkili Mürşitlerin terbiye ve eğitimlerinden geçerler. Mezun edilen ve öğretmen olarak görevlendirilenlere Mürşit adı verilir. Tasavvuf okulundan evliya ya da veli dediğimiz insanlar mezun olur ama her öğrenci mezun olamadığı gibi her mezun olan da Mürşitlikle görevlendirilmez. O halde her Mürşit evliyadır fakat her evliya Mürşit değildir demekte bir beis yoktur diyebiliriz.
Mürşitler Allah’ın izni ve ikramı ile keramet dediğimiz normal insanlarda bulunmayan bazı olağan üstü harikulade haller ile donatılmışlardır. Kuvvet ve Kudret sahibi Hazreti Allah dilediği kuluna dilediği ölçüde dilediğini verme hakkına sahiptir, dilediğine istetir de verir, dilediğine istemeden verir, dilediğine istemese de verir, yaratan da yaşatan da, idare eden de, hüküm sahibi de O’dur. Hikmetinden sual olunmaz. Allah’ın evliyalar ordusunun içinden öğretmenlikle görevlendirilmiş olanlar öğrencilerinin manevi hastalık olarak tabir edilen kibir, haset, riya gibi insanın iç aleminde cereyan eden, nefsin içerden şeytanın dışarıdan müdahale ederek insanın insani sıfatından çıkmasına hayvani sıfatlarla sıfatlanmasına sebep olabilecek tüm unsurlar ile mücadele etmesine ve kamil bir insan olmasına yardımcı olmaya çalışmaktadırlar. Bu itibarla Hazreti Allah şeytanın sahip olduğu bazı insanüstü özellikleri kendi evliyasına da vererek donatmıştır.
Haddizatında bu savaş Hak ile batıl savaşıdır. Şeytan meleklerin hocası konumunda bir alim iken Hz. Adem (as) in yaratılması ve secde ile emrolunmasına karşı çıkarak ben daha hayırlıyım demek suretiyle kibirlenmiş, kendini üstün görmüş alemlerin Rabb’ini, cenneti, cehennemi, yani insanlara kapalı olan o alemi gördüğü, çok iyi bildiği ve orada yaşadığı halde isyan etmiş ve bu savaşın başlamasına sebep olmuştur.
Burada dikkat çekici nokta öğretmen seviyesinde ilim sahibi alim ve melekler arasında kariyer sahibi ve insanların bilmediği ve görmediği Hz. Allah’ın hazinelerini görmüş ve orada yaşayan bir yaratılanın Yaratıcıya isyan etme sebebidir. Kendini üstün görme, karşındakini hakir görme hastalığı yani kibir. Hele bir günümüze dönelim de çevremize bir bakalım ve dahi kendimize bir bakalım. Allah’a karşı adeta savaş başlatmış olan şeytan aleyhillanenin yakalanmış olduğu bu bulaşıcı hastalığı yeryüzünde hemen herkese bulaştırmış olduğunu hayretle, ibretle müşâhade etmekteyiz. Bence, bana göre, bana bunu nasıl söylersin, sen kimsin de bana bu sözü söyleyebiliyorsun, bana kimse dokunamaz laf söyleyemez, param var, malım var, kariyerim var, tahsilim var gibi sözlerle başlayan ya da biten cümleler bu hastalığın şüphesiz göstergesi ve kanıtıdır.
Bu ve bunun gibi manevi bulaşıcı hastalıkların doktorları da Mürşid-i Kâmil’ler-dir. Tasavvuf okulları bir nevi manevi hastalıkları manevi ilaçlarla tedavi eden hastanelerdir. Tasavvuf okulları hem evliya yetiştiren mektep hem hastane tanımına uygundur. Mürşit hem öğretmen hem de doktor tanımına uygundur. Bizler de hem öğrenci hem hasta tanımına uygunuz değil mi?
Tabi bir de ne öğrenci ne hasta tanımını kabul etmeyenler de var. Maalesef yaşadığımız toplumlarda bu tanımı kabul etmeyen insanlar azımsanmayacak kadar çoktur.
Hak ile batıl savaşında Mürşitlerin ne derece önemli olduğunu bir de başka açıdan inceleyelim. Allah ‘ın evliya ordusuna asker yetiştirenler de Mürşitler olduğuna göre aynı zamanda Tasavvuf okuluna askeri kışla da diyebiliriz. Zira yerküre üzerinde Hak ile batıl mücadelesini en çetin şekilde yaşayan Mürşitler ve evliyalar ordusudur. Mürşitlerin ve evliyaların da teğmenden orgenerale kadar rütbelere sahip olduklarını yine bizzat onların mübarek ağızlarından işitmekteyiz. Biz inanıyoruz inanmayana bir sözümüz yoktur.
Yukarıdaki tanımlamalara göre Mürit, öğrenci, hasta ya da acemi asker konumu da Mürşidin manevi terbiyesine giren adaya uygun bir tanımlama olacaktır. Mürit Mürşidine kayıtsız şartsız adeta ölünün imama teslim olması gibi teslim ve tabi olmalıdır. Mürşidinde Peygamberimizi (as) görmeli edep, adap gözetmelidir. Zira seyr-i sulûk etmenin genel şartları gereği geçilmesi gereken merhaleler Fenafişşeyh (şeyhinde, mürşidinde kaybolma onun ahlakı ile ahlâklanma) Fenafirresul (Peygamberimizde kaybolma onun ahlakı ile ahlâklanma ) olarak tarif edilmiştir. Bu itibarla Mürşidinde Peygamberimizi görmek tabiri; Mürşit olan kişi bu makamları geçmiş Peygamberimizin ahlâkı ile ahlâklanmış olduğu içindir ki; aksi halde zaten Mürşit olamaz. Peygamberimiz de Kur’an ahlâkı ile ahlâklanmıştır. Dolayısıyla Mürşitler derece ve makam bakımından Peygamberimizle eş değer olamazlar ancak ahlâk bakımından onun ahlâkı ile ve de devamında her Müslüman da olması gereken Kur’an ahlâkı ile ahlâklanmışlardır. Burada Mürşidini Peygamber kabul etmek gibi bir hataya düşmemek lazımdır.
Mürit kendisinden zuhur eden güzellikleri, maddi manevi ikramları, müşküllerinin kolayca çözülmesini, toplum içerisinde hiç hak etmediği halde gördüğü itibar ve iltifatları kesinlikle kendisinden bilmemeli Mürşidimin hürmetine Cenab-ı Allah bana bunları ikram ediyor diyerek övgüye layık olanın Mürşidinin olduğunu kendisinin sıradan alelade bir insan olduğunu ve bu ikram ve iltifatlara lâyık biri olmadığını idrak ve ikrar etmelidir, nefsine paye çıkarmamalıdır, aksine nefsine vurmalıdır. Kendini önemli insan, özel insan görmemelidir. Zaten esasen de böyledir. Aynada görünen güneş, güneşin kendisi değildir, ayna kendisinde görünen güneş ışığını kendinden zannederde, güneşten yüz çevirirse karanlıklarda kalır. Güneş ışığını yansıtması için güneşe yüzünü dönmek zorundadır ve o ışık güneşe aittir. Başkaları da bu ışığı görüp aynaya iltifat ederse ayna güneşi gösterip ışığın kaynağının kendisi olmadığını itiraf ve ilan etmek zorundadır. Aksi halde ayna karanlığa mahkûm olur, istediği kadar ben güneşim desin ya da birileri onu güneş zannetsin, kendisi de inananları da aldananlardan olurlar.
Mürşidin sahip olduğu ya da Cenab-ı Allah’ın ona verdiği bahşettiği Keramet özelliğini hemen her mürit bilir ve söyler. Ancak anlama yani idrak etme noktasındaki eksikliklerin sebep olduğu birçok küçük büyük hata ve tasavvuf edebine uygun düşmeyen konuşmalar ya da haller yaşanmaktadır. Bu da göstermektedir ki! Mürşit olgusu layığıyla anlaşılamamış idrak edilememiştir. Peki bu sorun nasıl aşılmalıdır? Tabiî ki de rabıta, tefekkür ve muhakemeye zaman ayırmak gereklidir. Nereden gelip nereye gittiğini ve için gelip gittiğini, hayatın ise bulunduğun ve yaşadığın an’ dan ibaret olduğunu, Allah’tan başka her şeyin boş bir hayal ve de görüntüden ibaret olduğunu, dünyanın gelip geçici insanın fani olduğunu ve bir gün öleceğini, tek gerçek var olanın Allah olduğunu, her an Hak ile batıl mücadelesinin cereyan ettiğinin bilinci ile kişinin baş düşmanının şeytan olduğunu ve saldırılarının aralıksız devam ettiğini tefekkür ve muhakeme ederek tek çarenin Allah’a sığınmak ve onun evliyasının eline sımsıkı tutunarak nefs, şeytan ve şeytanlaşmış zihniyetlerle mücadeleye girişmek olduğunu düşünmelidir. Muhakemeyi yaparken kendi acziyetini ortaya koymalı kibirlenmeye meydan verecek düşüncelerden de uzaklaşmaya çalışmalıdır. Nefs ile mücadelede benlik ve sahiplenme duygusu da törpülenmelidir. Ben çok akıllıyım, ben çalıştım, ben kazandım, ben yaptım, hepsi benim gibi söylemlerde bulunmamalı, her şeyin Allah’ a ait olduğu bizim hizmetimize ve kullanımımıza verilmiş olan bir emanet bir imtihan aracı olduğu düşünülmeli ve idrak edilmelidir. Haddizatında insanoğlunun elinde pek de bir şey yoktur. Mesela dünyaya gelmek ister misin diye sorulmadı, ne zaman gelmek istersin, hangi çağda gelmek istersin diye sorulmadı, nerede, hangi ülkede, hangi ırktan arap, acem, çinli, zenci mi olmak istersin diye sorulmadı, anne ve babamızı biz seçmedik, sıradan ya da soylu bir aileden mi olmak istersin diye sorulmadı, ailemizin zengin ya da yoksul olmasına biz karar vermedik ve ne zaman öleceğimizi de bilmiyoruz, irademiz dışında birçok olay
gerçekleşmekte ve biz engel olamamaktayız. Bazen isteğimiz dışında hayatımız tümüyle değişmekte ve müdahale edememekteyiz. Doğar doğmaz nefes almaya başladık bize bu sonradan öğretilmedi ve irademiz dışında büyümeye başladık biz istediğimiz için büyümedik ve ömrümüzü de biz tayin etmiyoruz, bu kadar bilinmeyen ve irademiz dışında kalan temel unsurları düşününce acziyetimizi daha iyi idrak edebilmekteyiz. İşte bütün bu unsurları idrak etmiş, Allah’a vasıl olmuş kâmil bir Mürşidin rehberliğine şiddetle ve seçeneksiz olarak ihtiyacımızın olduğunu anlayabiliyoruz.
Ben kendi halimde yaşıyorum, kimseye ihtiyacım yok, kimseyle de mücadele ile uğraşamam diyemezsiniz, çünkü her insan gibi siz de hedefsiniz ve hesap vereceksiniz ve bedel ödeyeceksiniz. Hiçbir şey yapmamakla bile nefse ve şeytana hizmet etmiş olunur zira Hak’ka hizmet etmemek batıla pasif destektir ve taraf olursunuz ama Hak tarafında olmayacağınız muhakkaktır.
Mürşitler güçlerini Hak’tan alırlar. Dolayısıyla Mürşide sırtını dayayan Allah’a dayamış olur ki işte bu yüzden tahsili kariyeri ne olursa olsun bir Mürşide biat edilmesi gerektiği ısrarla tavsiye edilmektedir. Tarih içerisinde tanınan, tanınmayan, bilinen bilinmeyen Mevlana hz, Yunus Emre hz, Aziz Mahmut Hüdai hz, ve daha nice Allah dostu evliya dediğimiz rehber insanlar kendi dönemlerinde bir Mürşid-i Kâmil’ in eğitiminden ve terbiyesinden geçerek asırlar boyu isimleri unutulmayanlar arasına katılmışlardır. İzzet ve şeref, kuvvet ve kudret Allah’ın yanında yer alanlardadır. Mürşide biat ettikten sonra günün her anında Mürşidine rabıta etmeye gayret etmelidir. Bunu yapabilenler Mürşidinin akıllara durgunluk verecek derecedeki tasarrufundan, teveccühünden, feyzinden istifade edecekler hatta insan ömründe tek başına hiçbir zaman elde edemeyeceği ya da göremeyeceği ilahi ikramlardan ve hediyelerden Mürşidinin hürmetine hisseyab olacaklardır. İşte rabıta bu kadar önemlidir ve tasavvuf yolunda ilerlemek isteyen talipliyi kısa ve kestirmeden vuslata erdirecek en hızlı araçtır diyebilmekteyiz. Ancak halis niyet, sevgi, muhabbet, samimiyet, ihlâs bu yolun yolcusunun yaşam kaynağı olduğu unutulmamalıdır.
Mürşidine tam teslimiyet olmazsa olmazlardandır ve de ilk şartıdır. Mürşidini canından çok sevmedikçe ve ailesinden çoluk çocuğundan üstün ve önde tutmadıkça biat kemâl bulmamış demektir.
Tam teslimiyet göstermeyen müridin terakki sağlayıp olgunluğa erişmeyi beklemesi beyhude bir bekleyiş olmaktan öte geçemez. Böyle imtihan nerde görülmüş a dostlar sorular belli, cevaplar verilmiş belli, kopya çekmek serbest, kitaba bakmak serbest, hocaya sormak serbest Allah aşkına söyleyin bu imtihandan zayıf almak zoru başarmak olur herhalde değil mi?
Mürşitler müritlerini manevi olgunluğa eriştirmek için uğraştıklarından Allah’ın izni ile müritlerinin her haline vakıftır, bilgi sahibidir, dilediği zaman müridini görür, duyar, kalbinden geçeni bilir ve bütün bunları zaman, mekân, mesafe gibi beşeri engellere rağmen yapar. Çünkü bu engeller onun için engel değildir. Aynı anda değişik birkaç yerde bulunup değişik işlerle ve değişik kişilerle beraber olabilirler. Zaman ve mekânda saniyeler içerisinde yolculuk yapabilirler. Bazen bir olmazı oldurur, bazen olabileni durdururlar. Buna inanmakta zorlanmayınız zira bu olağan üstü hallerin sahibi kişiler değil Hazreti Allah’tır. Kuvvet ve kudretini bir kulu üzerinden göstermektedir, bu böyle bilinmelidir.
Ayırt edilmesi gereken bir başka önemli mesele de iyi ile kötü kavramının yerli yerine oturmasını sağlamaktır. İnsanlar yanlış yaparlar ve yaptıkları yanlıştan dolayı hedef haline gelirler oysa yapılan fiiliyat yanlıştır ve kötüdür, insan insandır ve işlediği fiiliyatlardan dolayı iyi ya da kötü diye sınıflandırılır, odaklanılması gereken işlenen fiiliyatın kötü bellenmesi ve o fiiliyatın hedef alınmasıdır. İnsanların birbirlerine kin ve öfke duymalarının ardında yatan gerçek işte bu yanlış odaklanmadır. İnsan bugün kötü bir iş işlediği için kötü insan, yarın ise işlediğinin kötü olduğunu idrak ederek pişman olur tevbe eder ve işlediği kötü işi terk ederse iyi insan mı olur, tabi ki hayır; insan aynı dünkü insandır işlenen fiiliyat kötü ya da iyidir. İnsanı değil işlenen kötü fiiliyatı düşman bellemek ve ortadan kaldırmaya çalışmak gerekmektedir. Tabi ki de işleyen insana ve diğer insanlara ders olması açısından kötü iş işleyen bedelini ödemeli, cezasını çekmelidir. Bu ayrı bir konudur. Bir de kötü işlerin işlenmesi için insanları kandıran ve yönlendiren kötülüğün yayılmasına çalışan, kötü olanı iyi gibi tanıtarak yeryüzünde kargaşaya sebep olan bir düşman var ki! Her kötülüğün arkasında o vardır. O da şeytan aleyhillane ile yardımcısı nefstir. Kötülüklerin arkasında onları görebilmeli, taktiklerini ve aslı olmayan fısıltılarını duyabilmeli, ayırt edebilmeli ki kurduğu tuzaklara düşülmesinin engellenmesini hem kendimize hem diğer insanlara öğretebilelim. Bu konuda Mürşidin emir ve tavsiyelerine harfi harfine uymak suretiyle insanlığın ezeli düşmanı şeytan aleyhillaneden ve nefsin bedene hakim olmasından korunmak ancak mümkün olacaktır. Hayvani sıfatlarla sıfatlanmış nefs-i emmare’nin bir insanı insanlıktan çıkarıp hayvandan daha aşağı olmasına,
hayvanın bile işleyemiyeceği işleri işlemesine sebep olduğunu yaşadığımız hayatımızda, çevremizde üzülerek müşahade etmekteyiz.
Sağlığında bir Mürşid-i Kâmil ile tanışmak, sohbetini dinlemek hele bir de ona manevi evlat olmak; bu şerefe nail olmanın dünya üzerinde ölçülebilecek değeri bedeli olabileceğine ihtimal verilemez. Düşünün bir kere asr-ı saadette Peygamber Efendimizin etrafındaki sahabelerden olamamanın bir garip burukluğunu yaşıyorsanız, yüreğinize su serpilsin Mürşidinizin dizinin dibinden ayrılmayın, ona hizmet etme gayreti içerisinde olun, dergâhınıza hizmet etme gayreti içerisinde olun, eğer Mürşidiniz yakınınızda ise bol bol mübarek yüzüne bakın onu seyredin, onun hayır dualarına, teveccühlerine, himmetlerine mazhar olmak için ne lazım geliyorsa yapmaya gayret edin Allah’ın sevgisini kazanırsınız, Peygamber Efendimizin sevgisini kazanırsınız, Allah’ın sevdiklerinin sevgisini kazanırsınız, Allah sevdiklerini sevenleri sever, kim bilebilir belki bu sevgi sizi aralarına alınmanıza vesile olur ki; bu bir devlettir ve herkese nasip olmaz. Büyük ödül Cemalullah’ı kazananlardan olmaktır. İsteyene ver cenneti huriyi, bana seni gerek seni diyenlerden olmaya çalışmak lazımdır. Asıl hedef Allah’ ın razı olduğu kul olmaktır.
Mürşidi tanımak ya da tanıtmak bu kadar kısa ve basit olmasa gerektir. Ancak Tasavvuf ilmi anlatılanları az yaşanılanları çok bir ilimdir. Yaşanılanları ise dil ile ifade etmekte bazen çok daha zor olabilmektedir. Haddizatında Tasavvuf, dile gelmeyenleri yaşamak ve anlatmaya çalışmak ta değildir. Peygamberimizin ahlakı ile ahlaklanarak, Allah’ın razı olduğu kul olmaya çalışmaktır. Zahir, batın bütün kötü hallerden, amellerden, huy ve alışkanlıklardan kurtulmaktır. İyi insan olmaktır. Desinler diye değil ya da olmuş olmak için de değil, yaratılış gayemiz bu olduğu için iyi olmak, Allah istediği ve sevdiği için iyi olmak, yaratılana yaratandan ötürü iyi davranmak için iyi olmaktır. “ Bir doğruluk bin kerametten üstündür, bin keramet insana bir hasene, sevap yazdırmaz ama bir doğruluk sayısız sevap kazandırır” sözünün işaret ettiği hassas nokta işte budur.
İyilikle hayrı arttır, Günahları rafa kaldır, Kendini deryaya daldır, Zikrullaha gel ey kardeş.
Sözün bittiği yer burası olsa gerek. Allah’a emanet olun.
**
Hakkı Yaşar BULUT
Bizi sosyal medyada paylaşın: