Muridan
Şeyh Abdülkadir Geylânî (k.s)

Şeyh Abdülkadir Geylânî (k.s)

“Mutlak zikir kemâline masruftur.” fehvasınca, veli, kutup, gavs, keramet vb. kavramlar işitildiğinde akla ilk gelen isim şüphesiz Şeyh Abdülkadir Geylânî’dir. Zira İslâm tarihinde adı bu kavramlarla yan yana gelen en meşhur kişi odur. Onun için de sultanu’l-evliya, kutbu’l-a’zam, gavsu’l-azam, kutb-u rabbanî, alemu’t-tarika, şeyhu’ş-şuyûh, kudvetü’l-evliya, el-bâzu’l-eşheb gibi lakap ve sıfatlarla anılmıştır.

 O (kuddise sirruhû):

 Bazen sayısı yetmiş bine ulaşan geniş bir dinleyici kitlesine sahip, devrinin en ateşin vaizi,

 Kadirî Tarikatı’nın, ünü ve tesiri İslâm âleminin sınırlarını aşarak, dünyanın birçok yerine ulaşmış piri,

 Tasarrufu ölümünden sonra da devam eden evliyanın en meşhuru,

 Muhatabını hemen etkileyecek bir mehabet ve kalpler üzerinde tasarruf sahibi bir manâ sultanı,

 Devrinin yanı sıra, asırlar ötesinden çok kişiyi Üveysî yolla irşad etmiş kâmil bir mürşid,

 Gayr-i Müslimler dâhil, her inanç ve mizaç sahibine karşı merhamet ve şefkatle davranan cami’ bir şahsiyetti.

 Kısaca Hayatı

 Baba tarafından soyu Hz. Hasan’a (r.a.) dayanmaktadır. Annesi de devrin tanınmış zâhidi olan Ebû Abdullah Savmaî’nin kızı, kadın velilerden Ümmü’l-Hayr Emetü’l-Cebbar Fatıma’dır. Baba tarafından şerif, anne tarafından ise seyyiddir.

 Küçük yaşta babasını kaybeden Muhyiddin, annesinin yanında ve dedesi Ebû Abdullah es-Savmaî’nin himayesinde büyüdü. Çocukluğundan itibaren en büyük hedefi, dönemin ilim ve kültür merkezi olan Bağdat’ta tahsil görmekti. On sekiz yaşına gelince annesinden izin alıp bir kafileye katılarak Bağdat’a gitti (1095). Burada ünlü âlimlerden ders aldı ve eğitimini bitirdikten sonra hadis, tefsir, kıraat, fıkıh, nahiv derslerini okutmaya ve bu arada vaaz vermeye başladı. 

 Bir süre sonra, değişik aralıklarla toplam yirmi beş yıl sürecek olan inziva hayatına çekildi. Menkıbeye göre inziva hayatı sonunda, kendisine bir başkası yedirmedikçe kendi eliyle yemek yemeyeceğini ahdetmiş, aradan kırk gün geçtiği hâlde açlığa direnmiş, nihayet bu hâli Ebû Said el-Meharimî’ye malûm olmuş, onu evine alıp eliyle doyurmuş ve daha sonra da kendisine şeyhlik hırkası giydirmiştir.

 Karşılaştığı kimseleri hemen etkilediği için Bâzullah (Allah’ın şahini) ve el-Bâzu’l-Eşheb (avını kaçırmayan şahin) unvanıyla anılmıştır. Bu ifadenin, müritlerini çok iyi eğittiği anlamına geldiği de rivayet edilmektedir.

 Tasarrufunun ölümünden sonra da devam ettiğine inanılır. Bu inancın eseri olarak halk arasında “Medet ya Gavs, Medet Ya Abdülkadir, Medet ya Geylânî!” gibi nidalar meşhur olmuştur. O, “tasarruf” sahibiydi.  

 İbn Arabî bu konuyu şöyle açıklamaktadır: “O, hilafet makamının sahibi idi. Bu makama ulaşan, isterse Rab adına kulları üzerinde tasarruf ve tahakkümde (hükmetmede) bulunabilir. İstemezse bu yetkiyi kullanmaz. Abdülkadir Geylânî tercihini tasarrufu ve tahakkümü kullanma yönünde yapmış ve bununla zahir olmuştur.”

 Kutbiyet, velâyet, keramet, manevî derinlik vb. konulardan söz edilen hemen her eserde en güzel örnek ve zor ulaşılacak zirve olarak hep Hz. Geylânî gösterilir.

 İlmi ile amel ederdi. Konuşması gayet açık ve pek tesirliydi. Sorulan zor sualleri, rahatlıkla, doyurucu bir tarzda cevaplandırırdı. Bütün güzel huylar sanki onda toplanmıştı. Az konuşur, çok susardı. Kim olursa olsun, kapısını çalan herkesi kabul eder, geri çevirmezdi. Cuma günü hariç, evinden dışarı çıkmazdı. Doğruyu söylemekten asla çekinmezdi. Zamanın halifesi, Said isminde birini kadı tayin edince, minberde; "Müslümanlara en zalim birini kadı tayin ettin. Yarın âlemlerin Rabbi huzurunda bakalım ne cevap vereceksin?" diye haykırdı. Orada bulunan halife bu doğru sözü işitince çok ağladı ve hemen adı geçen kadının vazifesine son verdi. Merhametsiz bir kimse onu görünce kalbi yumuşar, korku ve heybet hissederdi. Zayıflara yardım eder, fakirleri doyurur, misafirsiz gece geçirmezdi.


 Buyurdu ki: Küçüktüm. Arife günü çift sürmek için tarlaya gittim. Öküz ile tarlayı sürüyordum. Bir ara "Sen bunun için yaratılmadın ve bununla emir olunmadın." diye bir ses duydum. Korktum, hemen eve döndüm ve anneme gidip; "Beni Hak tealanın yolunda bulundur ve izin ver Bağdat'a gidip ilim öğreneyim." dedim. Annem sebebini sorunca, işittiklerimi anlattım.

 Annem ağladı, babamdan miras kalan 80 altının 40 tanesini kardeşime ayırıp kalanını da koltuğumun altına dikip gitmeme izin verdi. Doğruluktan ayrılmamam için benden söz aldı; beni Bağdat'a uğurladı. "Haydi Allah sana selamet versin oğlum. Allah için senden ayrıldım. Kıyamete kadar bir daha yüzünü göremem." dedi.  

 Küçük bir kafile ile Bağdat'ın yolunu tuttum. Hemedan yakınlarından eşkıya yolumuzu kesti. İçlerinden biri; "Ey fakir! Senin bir şeyin var mı?" dedi. Kırk altınımın olduğunu söyledim. İnanmadı. Alay ettiğimi zannederek bırakıp gitti.  

 İkincisi gelince ona da aynı cevabı verdim. İki eşkıya, reislerine gidip durumu anlattılar. Reis beni çağırdı. Yanına gittim. Paran var mıdır? Dedi. Kırk altınım olduğunu söyleyince, dediğim yeri söküp, altınları çıkardılar. Reisleri; "Niçin doğru söyledin?" deyince; "Anneme doğru olmak için söz verdim. Hıyanet edemem." diye cevap verdim. Eşkıyaların reisleri bunları duyunca çok ağladı. "Bu kadar senedir ben, beni yaratıp yetiştirene verdiğim söze hıyanet ediyorum." dedi. Tövbe etti. Kafilede bulunan diğer eşkıyalar da tövbe edip aldıkları malları geri verdiler.

 Bazı Tavsiyeleri

 Kişi, doğru veya yanlış, ciddi veya şaka, Allah adına yemin etmemelidir. Buna dikkat edip nefsini ve dilini yemin etmemeye alıştırırsa Allah ona nur kapılarından birini açar, kalbinde bu işin faydasını anlar, derecesi yükselir, azmi güçlenir, basireti artar, dostları arasında övülür, komşuları ona saygı duyar; onu tanıyanlar işlerini ona danışır.

 Ciddi veya şaka, yalandan sakınmalıdır. Nefsini ve dilini buna alıştırırsa Allah kalbine inşirah verir, ilmi saf ve şüphesiz olur. Öyle ki, yalanı bilemez hâle gelir. Başkasından hilaf-i vaki bir şey duyduğunda garipser ve ayıplar, onu bu işinden vazgeçirmeye çalışırsa sevap alır.

 Bir konuda söz verdiğinde, yerine getirme/yapma imkânı olduğu sürece yani çok ciddi bir özrü olmadıkça caymaktan sakınmalıdır. Zira verilen sözden caymak yalanın bir çeşididir. Buna dikkat eden kişiye Allah cömertlik ve hayâ kapılarını açar, sadıkların sevgisini kazanır, Allah katındaki derecesi yükselir.

 Hiçbir varlığa lânet etmemelidir. Bu, ebrar ve sadıkların ahlâkıdır. Böyle davranırsa, kazandığı iyiliklerle beraber Allah’ın koruması altında dünyadaki ömrünü güzel bir şekilde bitirir. Halkın eziyet ve kötülüklerinden korunur, Allah’ın ve kulların şefkat ve merhametini kazanır.

 (Şahsen) zulme bile uğrasa, hiçbir varlığa düşmanlık beslememelidir. Zulmedene ne dili ne fiili ile karşılık vermemeli, yapılana Allah için tahammül etmelidir. Böyle davranmak kişiyi hem dünyada hem ukbada yüceltir, yakın-uzak bütün halkın sevgisini kazanır, duâları kabul olur ve izzet sahibi olur.

 Ehl-i kıble olan hiç kimseyi kesin küfür, şirk veya nifakla itham etmemelidir. Bu, merhametli olmanın gereğidir ve Peygamber yoludur. Allah’ın rahmet ve rızasını kazandırır, azabından ve nefretinden de korur. Neticede kişi bütün varlığa merhametle yaklaşır.

 Açık veya gizli herhangi bir günaha bakmamalı ve yeltenmemeli, bütün duygu ve organlarını korumalıdır. Âhiret’te karşılaşacağı sevaplara ek olarak dünyada, kalbi ve diğer duyguları ödüllendirmenin en kısa yolu budur.

 Her hangi bir varlığa, az veya çok, eziyet ve sıkıntı vermekten sakınmalıdır. Tam aksine herhangi bir varlığın duçar kalabileceği sıkıntıları gidermeye çalışmalıdır. Bu, âbidlerin izzeti ve muttakilerin şerefidir. Bu yolla iyiliği emretme ve kötülüğü nehyetme de daha kolay olur. Kişinin gözünde bütün varlık eşit olur. Böyle davrananı Allah, fenâ, yakîn ve sika (sadece O’na güvenme, güvenilir olma) makamına yükseltir. İhlâsa en yakın davranış da budur.

 Kulların elinde bulunan hiç bir şeye göz dikmemeli ve tamah etmemelidir. Zira en büyük izzet ve şeref, en halis gına (gönül zenginliği), en büyük mülk, en sadık yakîn, en doğru tevekkül budur. Zühdün kapılarından ve Allah’a güvenme yollarındandır. Bu yolla vera’a ulaşılır ve kişi kendini bütünüyle sadece Allah’a ayırmış olur. Zaten dindarlık da ancak bununla tamamlanır. 

 Kalbinde, bir kimseye düşmanlık veya sevgi hali bulursan, onu önce Kur'an-ı kerime, sonra dinin emir ve yasaklarına arz et! O kimse onlara göre sevimli ise, sen de sev! Kötü ise, sen de kötü gör! Hiç kimseyi kovma! Hiç kimseye darılma! Kimsenin aleyhinde konuşma!

 Ve tevazu... Mütevazı olanın hem Hakk hem halk katında şeref ve haysiyeti artar. Bu yolla hem din hem dünya işlerini kolaylıkla halleder. Aslında bu özellik bütün taatların özüdür. Bununla kul, salihlerin ve hem darlıkta hem genişlikte Allah’tan razı olanların makamına ulaşır. Tevazu, kişinin herkesi kendinden üstün görmesi ve “ola ki Allah katında bilemediğim üstünlükleri vardır.” şeklinde düşünmesidir.  

 Meselâ muhatabın yaşı küçük ise “bu Allah’a hiç isyan etmemiş, ben isyankârım,” büyük ise, “bu benden önce Allah’a ibadete başlamış,”

 Âlim ise, “buna daha çok nimetler verilmiş, ulaşamadığım makamlara çıkmış”,

 Cahil ise, “bu bilmeden isyan ediyor, bense bildiğim hâlde günah işliyorum, kimin imanla öleceği de belli değil,”

 Kâfir ise, “belki bu daha sonra imana gelir, bense küfre girebilirim.” şeklinde düşünmelidir. Bunun adı şefkattir.” (El-Ğunye, s: 187).

 Allahü Teâlâ'ya en yakın olan, ahlakı güzel, kalbi rahat olandır. En üstün amel, kalbin Allah'tan başkasına yönelmemesidir. 

 İnziva döneminin sonunda, oğluyla beraber hacca gitti. Dönüşünden sonra 561’de (1166) Bağdat’ta, yüzlerce vaaz ve sohbetine son kafiyeyi koyup “er-Refike’l-A’lâ, Allah, Allah, Allah” diyerek son sözünü söyledi ve Rabbine yürüdü. Allah’ın (c.c.), kendisine bahşettiği doksan seneyi aşkın ömrünü, manen çok semereli bir şekilde geçirdi.

Abdülkadir Geylani hazretlerinin yazmış olduğu pekçok kıymetli eserlerinden bazıları: 1) Günyet-üt-Talibin, 2) Fütuh-ul-Gayb, 3) Feth-ur- Rabbani, 4) Füyuzat-ı Rabbaniyye, 5) Hizb-ül-Besair, 6) Cila-ül-Hatır, 7) El-Mevahib-ur-Rahmaniyye, 8) Yevakit-ül- Hikem, 9) Melfuzat-ı Geylani, 10) Divanu Gavsi'l A'zam'dır.

 İktibas: Prof. Dr. Abdulhakim Yüce

Top