Her üç şehir de konumlarından dolayı mukaddes olarak bildiğimiz şehirlerdir. Müslüman olarak hepimizin kalbinde özel yerleri vardır. İslam toplumunun inanç, kültür ve geleneğinde en önemli mevkii işgal ederler. Hacc ve umreden dolayı Mekke ve Medine, Mescid-i Aksa ve Hz. Ömer Camiinden dolayı da, Kudüs, bir de bunlara Necef, Kerbela ve Şam’ı da katarsak bu şehirlerin sayısı artar.
(Foto:Mekke-i Mükerreme'de, Cennetu'l-Mualla'da, Hz. Hadicetu'l-Kubrâ (r.ah.) Vâlidemiz'in Türbe-i Şerîfeleri Yıkılmadan Evvel.)
Kemaleddin Kamu her ne kadar bu coğrafyanın insanını İslam dininden, Hz. Peygamber’den (s.a.s) koparmak için “Ka’be Arabın olsun, Çankaya bize yeter“ hezeyanını savursa da bu değişmez ve değişmeyecektir. İslam’a inanan her mü’min için bunlar mukaddes mevkilerini korumaya, Mü’minlerin kıblesi olmaya devam edecektir. Hiçbir ateist güç odağı bizlerin bu şehirlerle olan iman ve kültür bağımızı koparamaz. Bu kutsal mekânlar bizim için her türlü vatan toprağından çok daha azizdir.
Ancak, bu yazıda asıl vurgulamak istediğim konu bu değil, Yazı girişinde ifade ettiğim hususlar zaten herkesçe malumdur. Burada ele alacağım sorun bu şehirlerin bugünkü, topografik ve mimari dokusuna ait yönleridir. Adı geçen kutsal kentlerimiz, İslam’ın tarihine ilişkin birçok hatırayı canlı olarak barındıran ve tarihimizdeki bazı olayları çağrıştıran unsurlarla doluydu. Mekke-i Mükerreme’de Ka’be-i Muazzama, Mina’da Arafat, Mescid-i Havf, Mekke’nin eski evleri, Hz. İbrahim (a.s) ve Peygamberimize (s.a.s) ve ashab-ı kirama ait birçok hatıraya ait birçok unsurlar, yapı, kale ve binalarla diğer bazı mukaddes yerler (Cennetu’l- Mualla Mezarlığı ve Hz. Hatice’nin türbesi başta olmak üzere diğer türbeler) ve emanetler mevcut bulunmaktaydı. Medine-i Münevvere’de de aynı şekilde Ravza-i Mutahhara (Hz. Peygamber’in türbesi ve Mescid-i Nebevi) ve çevresi, hurmalıklar (Fedek hurmalığı dâhil) Medine kalesi, Cennetu’l-Bakiy Mezarlığı, Hz. Hamza, Hz. Osman, Hz. İmam Hasan ve sair İslam büyüklerinin, Uhud şehitlerinin türbeleri bulunmaktaydı. Bu yapı ve mekânlar geçmişteki olayları tazeliğiyle yansıtabilecek, zihinlerde canlı tutabilecek şekildeydi. İslam tarihi boyunca Zalim Haccac ve Karmatilerin saldırıları gibi bazı olaylar hariç genellikle bu şehirler önemli ölçüde tarihlerini, hatıralarını koruyabilmişlerdi, ta ki, Suudi-Vahhabi idaresine kadar…
18. yüzyılın ikinci yarısında, Arabistan yarımadasının Necd kıtasında, bazı bedevi Arap aşiretleri, Muhammed b. Suud ve Muhammed b. Abdilvahhab (1703-1792) çevresinde toplanırlar. Çeşitli yerlerde ilim tahsil ettikten ve çeşitli beldeleri dolaştıktan sonra, Şeyhülislam Takiyuddin Ahmed b. Teymiyye el-Harrani (ö. 1328) ve onun talebesi İbnu’l-Kayyim el-Cevziyye’nin selefi, sert ve gulât-ı Hanabile’den olan görüşlerinden etkilenen Muhammed b. Abdilvahhab daha da ileri giderek çok daha katı selefi bir ekol teşkil eder. İbn Abdilvahhab ilim tahsilinin ardından babasının Uyeyne emiriyle anlaşamamasından dolayı, Hureymila’ya yerleşir orada yeni katı selefi görüşleri doğrultusunda faaliyetlere girişir. Oradayken ünlü Kitabu’t-Tevhid’ini kaleme alır. Ancak bu fikirlerinden dolayı babası ve kardeşleriyle arası açılır. Bu yüzden burada tutunamayarak tekrar doğduğu yer olan Uyeyne’ye geri döner. Uyeyne emiri, Muhammed b. Abdilvahhab’ı himayesine alır. Ancak, İbn Abdilvahhab bu desteğe dayanarak aşırı ve şaz fikirlerini hızla yayma çabalarına girişir. Bölgede Osmanlı’yı temsilen bulunan yerel aşiret otoriteleri bu faaliyetlere sert tepki gösterirler. Bu sert tepki karşısında Uyeyne emiri Osman b. Muammer, İbn Abdilvahhab’ın Uyeyne’yi terkini talep eder. Bunun üzerine İbn Abdilvahhab da yine Necd havalisindeki Der’iyye’ye gider. Der’iyye, âl-i Suud’un o zamanki merkeziydi. İbn Abdilvahhab Der’iyye’de emir bulunan âl-i Suud’dan Muhammed b. Suud’un tam himayesi altına girer. Der’iyye emiri zamanla tamamen İbn Abdilvahhab’ın görüşlerini kabul eder. Kur’an ve Sünnet’in hiç bir yorum, içtihat ve tevile başvurulmaksızın zahiri anlamlarıyla uygulanmasını savunan İbn Abdilvahhab Tevhid, Bid’at ve el-Emru bi’l-Ma’ruf ve’n-Nehyu ani’l-Munker kavramları etrafında katı ve saldırgan selefi görüşlerini şekillendirir. Ona göre Tevhid rububiyyet’e riayet, tüm şirklerin yanı sıra her türlü bid’atten de kaçınmaktır. Ancak İbn Abdilvahhab her türlü İslami geleneği ve âdeti şirk ve bid’at kavramları kapsamına almaktan çekinmez. Ku’ran ve Hadis metinlerinin sadece metni, zahiri anlamlarını esas alır. Bu yüzden Allah’ın (c.c) sıfatları konusunda da sayı ve sınırlamanın olamayacağını söyler. Buna dayanarak, müteşabih ayetleri de sadece zahirine hamlederek yanlış bir tevhid anlayışı sergiler. Kur’an-ı Kerim ve hadis metinlerinde geçen müteşabih lafızları zahirine hamledince. Allah’a cihet ve el, ayak gibi uzuvları isnad eder. Allah’ın Gökte, bu anlamda cihet olarak yukarıda olduğuna dair inancı benimser ve benimsetir. Mücessime inancını çağrıştıran bu inancını bölgede yaygınlaştırır. Ayrıca, ona göre bütün türbeler, mezar ziyaretleri, şefaat dilemek gibi davranışlar tamamen şirktir. Bu doğrultuda Hz. Peygamber (s.a.s) ve diğer İslam büyüklerinin kabirlerinin ziyareti, Hz. Peygamber’den (s.a.s) şefaat dilemek Allah’a (c.c) şirk koşmaktır. Bunun için bid’atlerle savaşmak helal olup, bu şekilde davrananlar külliyen müşrik olup, kanları, malları ve ırzları helaldir. O sırada henüz otuz hanelik bir kasaba olan Der’iyye’nin emiri Muhammed b. Suud bölgede yaygın Aneze Arap aşiretine mensup Mesalih kabilesinden zayıf bir kabile şeyhiydi. Der’iyye emiri bu durumdan istifadeye karar verir. Bütün gücüyle İbn Abdilvahhab’ı destekler. İbn Abdilvahhab’ın fikirleri Necd ve civarındaki bilgisiz ve medeniyetten uzak bedevi kabileleri arasında yayıldıkça Der’iyye emiri güç kazanır. Riyad bölgesini de idaresine katar ve bu civarları bedevilere yağmalatır. Muhammed b. Abdilvahhhab ve bağlıları kendilerinden olmayan herkesi müşrik kabul ederek onları dine davet ediyorlardı. Bu sıralarda Der’iyye emiri ölür (1765) . Yerine oğlu Abdülaziz geçer. Abdülaziz aynı zamanda Muhammed b. Abdilvahhab’ın damadı da olur. Bu görüşler ve buna dayalı icraatlar Arap yarımadasında büyük tartışmalara ve sürtüşmelere neden olur. Osmanlıların ve Şerif sülalesinin idaresi altındaki Hicaz bölgesi hedef alınır. Mekke şerifleri ve Hicaz halkı savaşılması gereken müşrikler olarak ilan edilir. Yeni Emir Abdülaziz babasından da ileri giderek bu yeni selefi fikirlere sımsıkı sarılır ve Osmanlı yönetimine başkaldırır. Kısa zamanda emirin ve İbn Abdilvahhab’ın ittifakının çevresine birçok bedevi Arap kabilesi toplanır. Çevrelerine toplanan badiye Araplarını örgütleyen bu şahıslar, bu toplulukları etrafa hücum ettirirler önce Ahsa bölgesine saldırarak buralara hâkim olurlar, Osmanlı otoritesine son verirler. Sonra da Kerbela ve Necef bölgesine seferler düzenlerler. Buralardaki, türbe ve yerleşim yerlerini yağmalayıp tahrip ederler katliamlara girişirler. Atabât’ı (Hz. Ali ve Hz. Hüseyin’in türbeleri) yağmalayıp tahrip ederler. Osmanlı Devleti’nin Rus ve Balkan gaileleriyle uğraşmasını fırsat bilen ve bu yüzden bölgedeki otorite boşluğundan faydalanan, önce Abdülaziz’in, o öldürüldükten sonra yerine geçen Suud b. Abdülaziz’in liderliğindeki Vahhabi olarak nitelendirilen gözü dönmüş yağmacı topluluklar gözlerini Hicaz’a da dikerler. Yıllar süren çabalardan ve savaşlardan sonra hicaz ve Taife de hâkim olurlar Osmanlıları bölgeden çıkarırlar. Mekke ve Medine’deki tüm eserler ve türbeler yağmalanır halkın önemli bir bölümü katliama uğratılır. Malları da ganimet sayılır. Yaklaşık otuz kırk yıl Osmanlı idaresinin, varsa yoksa İstanbul ve Rumeli politikasıyla, bu kutsal beldelere ehemmiyet vermeyip ihmal etmesi, vurdumduymazlığı neticesinde Suud ailesi bölgeye egemen olur. Hacc yollarını kapatır. Mekke emiri Şerif Galib’i esir olarak tutar. Şirk denilerek sahabe kabirleri ortadan kaldırılır. Şatafatlı dedikleri mescid, medrese, imaret, hamam gibi yapıları yıkarlar. Evleri yağmalarlar. Nihayet uzun yıllardan sonra Mısır valisi Kavalalı Mehmed Ali Paşa ve oğlu İbrahim Paşa komutasında çoğunluğu gönüllü Arnavut savaşçılardan müteşekkil büyük bir ordu Hicaz bölgesine gönderilir. Uzun ve çetin savaşlardan sonra birbiri ardından Mekke, Medine ve Taif’e girilir. Bu savaşlarda binlerce Arnavut savaşçı şehit düşer. Uzun ve yorucu savaşlara karşın, İbrahim Paşa ve onun Arnavut askerleri Vahhabilerden daha inatçı çıkarlar. Arnavut inadı bir kez daha kendisini burada gösterir. Sebatla hareket edilerek, Hicaz ve Taif’ten sonra İbrahim Paşa ve askerleri Necd bölgesine yönelir. İki yıl süren savaşlardan sonra 1818’de Suud ailesinin merkezi olan Der’iyye’ye girilir. Deriyye tümüyle tahrip edilir. Kasaba Kartaca’ya döner. O sırada emir olan Abdullah b. Suud ve yakınlarıyla adamları yakalanarak önce Kahire’ye sonra da İstanbul’a gönderilir. İbn Suud ve adamları yargılanarak idama mahkûm edilirler. İdamları, Bayezid’deki eski sarayla, Topkapı sarayı Bâb-ı Hümayunu önünde infaz edilir.
Ancak bir süre sonra Suud ailesinin affedilen bazı üyeleri tedricen yeniden, Necd bölgesinde etkinliklerini sürdürmeye çalışırlar. Özellikle Faysal b. Türki ve oğlu Abdullah b. Faysal zamanla bölgede güçlenip, dağılan vahhabileri çevrelerine toplarlar. Necd meselesi Osmanlı için sorun olmaya devam eder. Bölge çeşitli siyasi düzenlemelere tabi tutulur, ancak netice hâsıl olmaz. 19. yüzyıl sonunda İbn er-Reşid ailesi Necd bölgesinde güçlenerek bir ara Suud ailesini Necd’den sürmeye muvaffak olduysa da bu geçici olmaktan öteye gitmez. İngilizler artık tamamen bölge siyasetine müdahale eder ve Basra Körfezi’ne yerleşirler. 20. yüzyıl başlarında Riyad merkezli Necd bölgesinde Suudi hâkimiyeti kalıcı hale gelir.
(Foto: Gökdelenler arasına sıkışmış Kabe-i Muazzamanın vehhabilerin elindeki görünümü)
I. Dünya savaşı akabinde ise, tüm Arabistan yarımadası ile Irak ve Suriye bölgesi Osmanlı egemenliğinden çıkar. İngiliz ve Fransızlar bölgeyi işgal eder. Hicaz bölgesine Osmanlı’ya karşı ayaklanıp İngilizlerle işbirliği yapan Mekke emiri Şerif Hüseyin ve oğulları hâkim olur. Necd ve Ahsa havalisi ise Suudi hanedanından Abdülaziz b. Abdirrahman’ın idaresine girer. Savaşta Osmanlı Devleti’ni destekleyen İbn er-Reşid ailesi ise tasfiye edilir. 1924’te ise İngilizlerin desteğini alan Abdülaziz b. Abdirrahman, Hicaz’a girerek Şerif Hüseyin ve oğullarını buradan kovar. Tüm Arap dünyasının hâkimi olma hayaliyle Osmanlı’ya karşı İngilizlerle işbirliği yapan Şerif Hüseyin ve oğulları hüsrana uğrar. Ancak bir süre sonra sadece Irak ve Ürdün, Şerif Faysal ve Şerif Abdullah’a verilir.
Suudiler ikinci defa hicaza hâkim olunca yine kutsal emanetlere el uzatıp saldırırlar. Hz. Peygamber’in (s.a.s) türbesi hariç tüm türbe ve kabirler ortadan kaldırılır. Birçok ev, imaret, medrese, tekke vs. yapılar yıkılıp yağmalanır. Hz. Peygamber (s.a.s) ve ashaba ait birçok kutsal emanet ve hatıra da şirk ve putperestlik denerek yok edilir. Hz. Hatice, Hz. Hamza, Hz. Osman ve Hz. Hasan başta olmak üzere birçok İslam büyüğünün kabir ve türbeleri, İslam eserleri yok edilir. Böylece, tarihten gelen Hicazdaki sanat ve kültür eserlerimiz de yağmalanıp ortadan kaldırılır. Zamanla Mekke ve Medine’nin silueti değişmeye başlar. Tarihimize ait hatıralar bir bir yok olur. 1950’li-60’lı yıllardan başlayarak, petrolün verdiği zenginliğin de etkisiyle Mekke ve Medine modern bir kent görünümü almaya başlar. Bu süreç 1980’li ve 90’lı yıllarda oldukça hızlanır. Mekke ve Medine’de Mescid-i Haram ve Mescid-i Nebevi çevresinde çok katlı, yüksek, modern-beton binalar peş peşe yer alır. Bu çerçevede değişen görünüme bağlı olarak tarihi eserler, Hz. İbrahim ve Hz. İsmail’den (a.s) başlayarak, özellikle Hz. Peygamber (s.a.s) dönemine ait hatıralar da bir bir silinir. Osmanlı döneminde bu hatıraları canlı tutmaya matuf kubbeli eski mimarideki eserler yok edilerek, zevksiz beton yapılara dönüştürülür. Safa ve Merve tepeleri büyük ölçüde tıraşlanarak etrafları betonlaştırılır. Mimar Sinan yapısı olan revakların çevrelerine sözde genişletme adına yapılan, beton revak çevresi bu eski yapıyı boğar. Bugün bu revaklar da yıkılma aşamasındadır. Mina ve Arafat da aynı akıbete uğrar modern asfalt yollar, çok katlı, yüksek oteller, beton yapılar eskinin yerini alır. Mescid-i Havf gibi son derece, mükemmel bir mimari yapıya sahip olan tarihi cami genişletme adı altında yıkılmış olup, ABD’deki kafe-barlara benzeyen çirkin bir yapıya dönüştürülmüştür. Arafat’taki asfalt yollar, petrol parasıyla şirazeden çıkıp, şımarmanın en üst düzeyine ulaşmış Suudi gençlerinin geceleri sıfır plaka araba yarıştırdıkları bir mekâna dönüşmüştür. Mekke’de Ka’be binasının kendisiyle, Hira mağarası ve Osmanlı kalesi(1) dışında geçmişi hatırlatan hiçbir unsur bırakılmamıştır. Son yıllarda yapılan yüksek tepedeki Kraliyet sarayı Mescid-i Haram’ın hemen yakınına peş peşe dikilen Yüksek katlı, beton otellerle Mekke şehri görüntü olarak tüm kudsiyetini yitirmiş olup, Dallas, Detroit gibi bir Amerikan kentinden farksız hale gelmiştir. Kuşbakışı bakıldığında panoramada Ka’be gözükmezse Şehrin Arabistan’da mı olduğu yoksa ABD’de mi olduğu fark edilmeyecektir. Mekke’de son yıllarda yapılan, Daru Ecyed, Hilton, Hyatt Regency, Daru’ş-Şubeykiyye ve Flower White Palace otelleri tam bir faciayı sergilemektedir. Tanıtım broşürlerinde Mescid-i Haram’a 2 dakika ve 50 metre, 1 dakika, 20 metre mesafelerde şeklinde tanıtılan ve Ka‘be-i Muazzama’ya zumlanan, Mescid-i Haram’ı Taksim meydanı gibi tepeden gören, son derece lüks döşenmiş 20-30 katlı bu otel binaları Mescid-i Haram ve çevresini tamamen gölgede bırakmıştır. Bu otellerin sunduğu lüks yaşam koşulları, Hacc’ın icabında meşakkati de içeren bir ibadet olduğu gerçeğini ihlal etmiştir. Tabiri caizse “modern bir Amerikan kenti Mekke” demek uygun düşmektedir.
(Foto: Medîne-i Münevvere'de, Cennetu'l-Bakî´nin trajik durumu)
Maalesef Medine-i Münevvere de aynı akıbete uğramıştır. Mekân genişletme adı altında Mescid-i Nebevi’de Hz. Peygamber’in hatırasını anımsatacak, tarihi hiçbir unsur bırakılmamış tümü yok edilerek, modern-beton dikdörtgen bir binaya dönüştürülmüştür. Mekke’de olduğu gibi sivil mimari de yok edilmiş tarihi eserler bir bir ortadan kaldırılmıştır. Bu eserler ve hatıralar ortadan kaldırılırken özellikle türbeler ve makamlardaki kubbeli tarihi yapılar ortadan kaldırılırken, şirkten arınma Tevhidi olma gerekçesi öne sürülmüştür. Mekke’deki otellere benzer şekilde Medine-i Münevvere’de Mescid-i Nebeviye 3 dakika, 70 metre, 2 dakika 50 metre gibi mesafelerde yapılan Dallah, Sheraton, Al-Andulus gibi yine Mescid-i Nebevi’yi tepeden gören ultra-lüks oteller bu anlamdaki facianın ve tahribatın boyutlarını göstermektedir. Ayrıca, Ravza-i Mutahhara’nın karşısında yer alan “Aswaq al-Haram” hipermarketi ve yeraltı otoparkı Mescid-I Nebevî’nin kudsiyetine gölge düşürmüştür. el-Kubbetu’l-Hadra ve minareler hariç Medine Yine tarihi hiçbir yapının yer almadığı modern herhangi bir ABD kenti görünümündedir. Özellikle son yıllarda Medine’de Hz. Peygamber’den (s.a.s) bu yana geçmişimizi hatırlatacak hemen hemen bir yapı ve unsur bırakılmamıştır. Birçok tarihi ve manevi değeri haiz türbe ve yapılarla dolu Cennetu’l-Bakiy Mezarlığı bugün boş bir tarla görünümüne getirilmiştir. Uhud’daki okçular tepesinin bir bölümü futbol sahasına dönüştürülmüş, Münahe Meydanı ortadan kaldırılmış, bütün bu zengin tarihi, manevi ve sanat değerini haiz yapılar, İslam eserleri şirk bahanesiyle yok edilmiştir. Bu eserler yok edilerek, bu kutsal şehir ve mıntıkalarda Müslümanların mazisi yok edilmiş. Yerine modern-seküler görünümde şehirler ikame edilmiş. Dini havayı yansıtacak yapı ve eserler ortadan kaldırılarak bu kutsal Mekânlar sekülerleştirilmiştir. Tevhid adına, şirk denerek mazimiz, manevi ve kudsi değerleri haiz eser ve yapılarımız, tarihi eserler yok edilmiş. Bunun dinamiklerimiz içinde alternatiflerinin de konulamaması dolayısıyla, yerine Modern-seküler, din-dışı bir yaşama uygun gelen, dini ve manevi hiçbir şeyi hatırlatmayan kent yapılanması ikame edilmiştir. Şirk denerek, yıkılan yok edilen mukaddes mazimiz ve tarihi eserlerimizin yerine modernizm egemen olmuştur.
Buna karşın 30 yılı aşkındır, Siyonist işgali altında olan Kudüs’e bakalım, Kudüs çok eski ve tarihi şehirlerden biridir, Musevilik, Hristiyanlık ve İslam, bu her üç dinin mensupları için kudsiyyet ifade etmektedir. Yahudiler burayı Arz-ı Mev’udlarının başkenti olarak görmekte ve Hz. Süleyman (a.s) mabedinden dolayı kutsamaktadırlar, Hristiyanlar ise Hz. İsa’nın çarmıha gerildiği ve göğe yükseldiği yer olarak burayı kutsal toprakları görürler. Tarihteki haçlı savaşları da bu yerlere hâkim olma gayesiyle yapıldı. Biz Müslümanlar için de ilk kıblemiz olan Mescid-i Aksa’nın, İsra ve Mi’rac gecesinde Hz. Peygamber’in (s.a.s) üzerinde semaya yükseldiği kayalık Mekânın burada olmasından dolayı kudsiyyet ifade etmektedir. Kudüs ( Eski veya Doğu Kudüs) bütün bu geçmişi yansıtan zengin eser ve yapıları barındırmaktadır. Mekke ve Medine’nin Suudi yönetiminde geçirdiği hızlı değişime (1916’da Osmanlı’nın buraları bıraktığı tarihlerde çekilen fotoğraflarla bugünkü fotoğraflar karşılaştırıldığında bu mukaddes beldelerin nasıl hiçbir şekilde tanınmaz hale getirildikleri, asli yapılarını tamamen kaybettikleri görülmektedir.) karşın, Tarihi Kudüs’ün (İsraillilerin inşa ettiği yeni Batı Kudüs hariç) siluetinde, mimari dokusunda son yüzyılda hemen hemen ciddi hiçbir değişimin olmadığı gözlemlenebilmektedir. Son yüzyıldaki en eski ve en yeni fotoğraflar karşılaştırıldığında bu görülebilecektir. 1967’den sonra birkaç arkeolojik kazı, Ağlama duvarı önündeki bazı evlerin yıkılması ve Mescid-i Aksa’nın altında açılmaya çalışılan tünel dışında ciddi bir değişiklik görülmemektedir. 1969 yılında bazı yahudilerce yakılan Mescid-i Aksa da yeniden onarılarak ibadete açıldı. Mahalleleri (Müslüman, Yahudi, Ermeni ve Ortodoks) dini (Mescid-i Aksa ve Hz. Ömer Camii -Harem-i Şerif) ve sivil yapıları, muazzam surları ve Gehinnom (Kudüs’te yer alan bu vadi ve dere, eskiden idam edilen suçluların cesetlerinin atıldığı yermiş, buna teşbihen Cehennem adı bu kelimeden gelmiştir), Kidron vadileri ve Zeytin Dağı’yla hala eskiyi, maziyi hatırlatan, dini havayı yansıtan görünümünü korumaktadır. Buna karşın Mekke-i Mükerreme ve Medine-i Münevvere şehirleri Suudi hanedanının idaresinde, mimari doku ve görünüm olarak tam bir trajediye maruz kalmıştır. Tevhidilik ve Şirkten arınma adına bu mukaddes şehirlerimize, siyonist işgalcilerin Kudüs’te yapmadıklarını yapmışlardır. Biz, Müslümanlar siyonist işgali altındaki, Kudüs’e bakıp, Suudî hanedanı idaresindeki Mekke ve Medine’nin bu halinden utanmalıyız.
Tevhid adına, şirkten ve sözde cahiliyeden arınma adına İslamî geleneğe ve yaşam pratiği birikimine karşı takınılan Radikal-Selefi tutumun, bu sözde gerekçelerle yıktığı, ortadan kaldırdığı İslami gelenek ve yaşam pratiği birikiminin yerine alternatif koyamadığı, koyamayacağı, ancak, bunun modernizme ve din-dışı, seküler yaşama teslimiyeti getireceği Mekke ve Medine şehirleri örneğinde açıkça görülmektedir. Tevhidilik, şirkten, cahiliyeden arınma adına, İslam’ın geleneğine karşı Radikal-Selefi tutumla savaşılması, yaşadığımız dünyayı çepeçevre kuşatan ve hayatın her alanına hâkim olan Modern, seküler, din-dışı anlayış ve yaşam tarzına karşı tüm direnme araçlarımızı elimizden almakta, savunmasız konuma getirmekte ve sonunda tam teslimiyete yol açmaktadır. Sonuçta, din olgusu ve yaşamda dine ilişkin tüm unsurlar, mimari, günlük yaşam dâhil, bütün alanlarda, modernlik-sekülerlik lehine tasfiye olmaktadır. Mekke ve Medine bu görünümleriyle dine, dini yaşam alanına ait tüm unsurların tasfiyesi sürecine neden olmaktadır.
(1) Osmanlılarca inşa edilen bu Ecyed Kalesi de son zamanlarda lüks otel inşaatı nedeniyle iş makinalarıyla yıkıldı. Yerine Zemzem Tower oteli/saat kulesi yapıldı.
Müfid YÜKSEL
Bizi sosyal medyada paylaşın: