Bir defasında her nasılsa Ebu Zerr-i Gıfarî hazretleri, Bilal-i Habeşî hazretlerine: “Kara kadının oğlu!” diye hakaret etmişti. Bu söz peygamberimize ulaşınca, Ebu Zerr’i: “Ey Ebu Zer! Sen onu anasından dolayı ayıplıyorsun öyle mi?
Demek ki sen, içinde hala cahiliye ahlakı kalmış bir kişi imişsin!” diye azarladı. Ebu Zerr (r.a) söylediği o sözden o kadar pişman oldu ki, yanağını yere koyarak: “Bilal yanağıma ayağıyla basmadıkça, başımı yerden kaldırmayacağım!” diyerek özür diledi. Hz. Bilal bunu yapmadan da özrünü kabul edeceğini söylemişse de Ebu Zerr’in ısrarı karşısında yanağına basmak zorunda kaldı.İslâm, insanı saygıdeğer bir varlık olarak görür. Yüce Allah Kur’ân’ı Kerim’inde şöyle buyurur:
“Biz insanı en güzel şekilde yarattık.” (Tîn, 95/4)
“Andolsun ki biz, insanoğullarını şerefli kıldık, onların karada ve denizde gezmesini sağladık, temiz şeylerle onları rızıklandırdık, yarattıklarımızın pek çoğundan üstün kıldık.” (İsrâ, 17/70)
Ayetlerden açıkça anlaşılıyor ki insan, gerek şekil ve beden yapısı bakımından, gerekse şerefi yani manevî yapısı bakımından en güzel bir şekilde yaratılmış ve yaratıklara üstün kılınmıştır. Bu öyle bir üstünlüktür ki, Cenâb-ı Hakk, her şeyi onun emir ve hizmetine vermiştir. Bununla ilgili bir ayet şöyledir:
“Yüce Allah göklerde olanları, yerde olanları, hepsini sizin buyruğunuz altına vermiştir.” (Câsiye, 45/13)
İnsanoğlunun hizmetine verilen şeyler, sadece maddî imkânlar değildir. İnsan, aklıyla, düşüncesiyle, konuşmasıyla, bilgisiyle, çalışarak ilerleyebilmesiyle yani manevî yönüyle de üstün kılınmıştır. Allah, insana manevî yüceliklere erişebilme yeteneğini vermiş, ona düşünce planında en güzel rengi ihsan etmiştir. Bununla ilgili olarak ilahi Kitâbımız’da şöyle buyurulmaktadır:
“Allah’ın verdiği renkten daha güzel renk var mıdır?” (Bakara, 2/138)
Bilginlere göre bu ayetteki renkten maksat: “Yaratılışıyla insana verilen fıtrat, hak dîne yöneliş ve insan ruhuna verilmiş iyi eğilimlerdir.” (M. Yaşar Kandemir, Örneklerle İslâm Ahlakı, s.94 vdd) İşte insan, Yüce Allah’ın doğuştan kendisine verdiği bu iyi eğilimleri geliştirmek ve bu suretle hem Allah’ına hem kendisine, hem de diğer insanlara karşı vazifelerini yapmak durumundadır. Şayet bunu yaparsa, insan olarak, diğer varlıklara karşı, yaratılıştan üstün kılınan özelliklerini geliştirmiş olacaktır. Bunun aksi, bu özelliklerin giderek zayıflamasına ve yok olmasına yol açacaktır.
İslâm dini, kuvvetli bir iman, gerçeği aydınlatacak bilgi, yararlı işler ve güzel ahlak ile kişinin saygı değerlilik vasfını koruyabileceğini göstermiş; insanları kan dökmekten, ırzı-namusu çiğnenmekten, soyu bozulmaktan, vicdanı baskılardan alıkoyarak doğuştan verilen iyi eğilimlerin olumlu yönde gelişmesine ortam hazırlamıştır. Bu münasebetle İslâm dini: “Can, mal, soy, akıl ve din”i, dokunulmazlığı olan ve titizlikle korunması gereken esaslar olarak görmüştür. Eskiler bunlara: “Zarurat-ı hamse: Korunması gereken beş esas” derlerdi.
İslâm’a göre Allah katında insanlar, bir tarağın dişleri gibi eşittirler. Manevî üstünlük ancak takva iledir. Nitekim Kur’ân-ı Kerim’de şöyle buyurulur:
“Ey insanlar! Doğrusu biz sizleri bir erkekle bir dişiden yarattık. Sizi milletler ve kabileler haline koyduk ki, birbirinizi kolayca tanıyasınız. Şüphesiz Allah katında en değerliniz O’na karşı gelmekten en çok sakınanınızdır. Allah bilendir, haberdardır.” (Hucurât, 49/13)
Kişi, yaptığı iyi işleri, güzel davranışları ve güzel ahlakı ile özel bir değere sahip olacaktır. Nitekim: “İşlediklerine karşılık her birinin dereceleri vardır” (En’âm, 6/132) ayetinden, herkesin, yaptığına uygun bir dereceye getirileceği ve mükafatlandırılacağı anlaşılmaktadır.
İslâm dini, insanı toplum içinde değer kazanan, hizmetleriyle toplumu yararlandıran ve toplumun hizmetlerinden de nasibini alan bir varlık olarak görür; dil, soy, renk, zenginlik, yoksulluk gibi şeyleri üstünlük ve farklılık aracı saymaz. Nitekim Peygamber Efendimiz şöyle buyurmuştur:
“İnsanlar Adem’in oğullarıdır, Adem’i de Allah, topraktan yaratmıştır.” (Tirmizî, Menâkıb, 73; Ebû Davud, Edeb, 111)
”Ey insanlar! İyi biliniz ki Rabbiniz birdir; babanız birdir. Arab’ın Arap olmayana, Arap olmayanın da Arab’a, beyazın siyaha, siyahın da beyaza Allah’a bağlılık dışında hiçbir üstünlüğü yoktur.” (Ahmed b. Hanbel, Müsned, V, 411)
İslâm dininin yayılmaya başladığı yıllarda yeryüzünde haksızlıklar, zulümler, yersiz kavgalar, cinayetler kol geziyordu; asiller, köylüler, beyazlar, siyahlar, hürler, köleler, zenginler, yoksullar, erkekler, kadınlar ayırımı acımasız bir şekilde varlığını hissettiriyordu.
İslâmiyet bunları insanlığın kafasına ve yüreğine vurulmuş zincirler olarak gördü. İnsanın üstünlük niteliklerini zedeleyen ve manevî gelişmesine, iyi eğilimlerini geliştirmesine engel teşkil eden bu zincirleri kırdı. Yerine, dürüstlük, çalışkanlık, Allah korkusu, iyilikseverlik ve benzeri ölçüler koydu. Yani Allah katında çalışkan tembelden, iyi kötüden, cömert cimriden, edepli edepsizden, Allah’tan korkan korkmayandan, bilgili bilgisizden üstündü. Peygamberimizin hadisine göre: “Yüce Allah, insanların şekillerine ve mallarına değil, kalplerine ve davranışlarına” bakıyordu. (Müslim, Birr, 34) Öyle ise zengin-yoksul, siyah-beyaz, asil-köylü ayırımı yapılamazdı. Bunlar peşin olarak üstünlük ya da gerilik sebebi sayılamazdı.
Buna dair örnekleri tetkik edecek olursak İslâmiyet’in bu husustaki görüşünün nazariyeden tatbikata nasıl geçtiğini de görmüş oluruz:
Bir defasında her nasılsa Ebu Zerr-i Gıfarî hazretleri, Bilal-i Habeşî hazretlerine: “Kara kadının oğlu!” diye hakaret etmişti. Bu söz peygamberimize ulaşınca, Ebu Zerr’i:
“Ey Ebu Zer! Sen onu anasından dolayı ayıplıyorsun öyle mi? Demek ki sen, içinde hala cahiliye ahlakı kalmış bir kişi imişsin!” diye azarladı. Ebu Zerr (r.a) söylediği o sözden o kadar pişman oldu ki, yanağını yere koyarak: “Bilal yanağıma ayağıyla basmadıkça, başımı yerden kaldırmayacağım!” diyerek özür diledi. Hz. Bilal bunu yapmadan da özrünü kabul edeceğini söylemişse de Ebu Zerr’in ısrarı karşısında yanağına basmak zorunda kaldı. (Sahih-i Buharî Muhtasarı Tecrid-i Sarîh Tercemesi, 1, 43)
Hz. Osman’ın halifeliği sırasında bir sahabî, yine Ebu Zerr hazretlerini Rebeze’de görmüştü. Burası Medine’ye yakın bir köydü. Ebu Zerr’in ve hizmetçisinin üstünde aynı kumaştan birer gömlek vardı. Ona:
“İkisini birleştirip de kendine elbise yapsaydın ya!” deyince Hz. Ebu Zer, Peygamberimizden işittiği şu hadisi nakletti:
“Hizmetçileriniz, Allah’ın iradenize emanet ettiği kardeşlerinizdir. Kimin yanında hizmetçi bulunursa kardeşine yediğinden yedirsin, giydiğinden giydirsin. Onlara zahmetli bir iş yüklemeyiniz. Şayet yüklerseniz, kendilerine yardım ediniz.” (Buharî, İman, 22; ltk, 15)
Hz. Peygamber, azat ederek hürriyetine kavuşturduğu Zeyd b. Harise’yi ve bu zatın oğlu Üsame’yi ordu kumandanlığına getirmişti. Siyah derili bir zat olan Bilal-i Habeşî’yi de camiinin müezzinliğine getirmiş, aynı zamanda önemli memuriyetlerde vazifelendirmişti.
Bir de Ümmü Eymen vardır. Bu kadın, “cariye-hizmetçi” statüsünde olup hürriyetine kavuşturulmuştur. Peygamberimizin dadısı olarak da bilinen Ümmü Eymen’e Sevgili Peygamberimiz: “Anneciğim, anneciğim!” diye hitab ediyordu. Köle ve hizmetçilerin
değersiz sayıldığı bir zamanda, Peygamberimizin Ümmü Eymen’e “Anneciğim” demesi köklü bir düşünce değişikliğini müjdeliyordu. Bu düşüncenin esasını da: “Ne olursa olsun insanı insan olarak sevip saymak” oluşturuyordu.
Bu konuda son bir örnek daha nakledelim: Amr b. As Mısır valisi iken oğlu Abdullah, bir Mısırlıyı dövmüştü. Dövülen kişi Hz. Ömer’e şikayette bulundu. O da hem Abdullah’ı hem de babasını çağırdı. Mısırlıya sopa verip Abdullah’a vurdurdu. Neredeyse Amr’ı da cezalandıracaktı. Ancak o: “Bu işte benim herhangi bir rolüm yok” diyerek yakasını kurtardı. Abdullah’ın, vali olan babasına güvenerek buna yeltendiğini fark eden Hz. Ömer, Amr b. As’a şu meşhur sözünü söylemiştir:
“Ey Amr! Analarından hür doğan insanları nasıl köle yaparsınız?” (M.Yaşar Kandemir, Örneklerle İslâm Ahlakı, 130-132)
(www.zuhurdergisi.com sitesinden alıntıdır)