İman, Cenab-ı Allah’ın en büyük nimetlerindendir. Kişinin, dünya ve ahirette mutluluğudur. Bir şahıs, kelime-i tevhidi (ki o da bilindiği gibi Lâilâhe illallâh Muhammedu’r-Rasûlullâh demektir) diliyle söyler, kalbiyle tasdik ederse müslüman olur. İslâm hudutları içerisine girer. Kendisine müslüman muamelesi yapılır. Ameller, diğer itikatla ilgili hususlar arkasından gelir. Bunları da yapar, hasbel-beşer işlemiş olacağı günahlar olursa bunları da oyuncak haline getirmemek şartıyla tevbe ederse ve kulluğuna bu şekilde devam ederse umulur ki, son nefesini iman ile tamamlar, kendisi için hazırlanmış bulunan lütuflara ve nimetlere ahirette nail olur. İmanda bazı hususlar vardır ki, bunlar asla şüphe götürmez. İman ile küfür arasında çok hassas bir denge kurulmuştur. Cenab-ı Allah’ın varlığı birliği, peygamberin peygamberliği tartışılamaz. Sadece inanılır.
Bu durum bütün peygamberler ve kitaplar için aynıdır. Farklı olan; bugün o kitapların, ilahî kitap olma vasfını kaybetmiş olmalarıdır. Bu dinlerin mensupları, günümüze değin gerek bilerek gerekse bilmeyerek kitaplarını bozmuşlardır. Bugün bu kitapların -Kur’ân-ı Kerîm dışında- hepsi asıllarından hiçbir şey taşımamaktadır. Dolayısıyla Kur’ân-ı Kerîm’in, “ehl-i kitap” olarak nitelediği kimseler topyekun inkârcıdırlar. Bu inkârlarını şu şekilde kanıtlamak mümkündür. Bir defa son din İslâm’ı kabul etmeyerek, Kur’ân-ı Kerîm ve son peygamberi inkâr ediyorlar. Kendi peygamberlerine gelen kitaplar bozulmuş, bunun aksi olsa bile “kendi peygamberlerimiz”, “kendi dinimiz” diyerek Cenâb-ı Allah tarafından gönderilen diğer ilahî dinleri inkâr ediyorlar, onları tanımıyorlar. Yani ne taraftan bakarsanız bakın küfrün, müşrikliğin tam ortasındadırlar. Peki, biz öyle miyiz? Bu din ne diyor? Müslüman olmanın şartlarını nasıl belirtmiş, onlar nelerdir? Bunlar ortadadır, apaçıktır. Bu sebeple, müslümanlar olarak büyükler büyüğü (s.a.v.) nün tavsiyesine kulak vermek gerekir: “Onları ne tasdik ediniz, ne de yalanlayınız. Ama şöyle deyiniz: (Biz, Musa’ya ve İsa’ya indirilen (ne ise onun aslına) inanıyoruz).” Durum ortada.
Hal böyle iken, şudur budur diyerek lüzumsuz sözler, yazılar ve davranışlarla İslâm dairesinin dışında olan kimseleri ne yapıp edelim de cennete sokalım, diye uğraşmak tam anlamıyla abesle iştigaldir, büyük bir sorumsuzluktur. Böylelerinin imanları, müslümanlıkları tartışmaya açıktır. Korkarım ki bunlar bu son dinden, Allah katında hak din olan İslâm’dan tamamen uzaklaşmışlardır.
Dinin, imanla ilgili konuları işte böyle hassastır. Bunun yanında, hareketlerimizle, sözlerimizle ve hatta mimiklerimizle bile olsa bu dinin emirlerini, onun bize ulaşmasını sağlayan peygamberini hafife bile alamayız. Yaptığı işleri küçümseyemeyiz. Öyle davranışlar vardır ki kişiyi imansız yapar. Bunlar namaz, Cuma namazı ve diğer emir ve yasaklarda olduğu gibi, bizzat sevgili Peygamberimiz (s.a.v.)’in sünnetleri hususunda da olabilir. Bir müslüman, diğer bir müslümanın sakalıyla alay edebilir mi? Peygamber sakal bıraktı, ben bırakmıyorum diye hafife alabilir mi? Alamaz. Böyle bir davranış dinden çıkmasına vesiledir. Çünkü böyle hafife alma, eğlenme, dıştan içe doğru giden su dalgacıkları gibi merkezi hafife almaya kadar varır ki bu çok tehlikelidir. Nasıl ki, bir kimse İslâm kisvesi olan sarığa sebbetse, yani sövse, kendisi İslâm’a küfretmiş gibi olur ki, maazallah dinden çıkar.
Benim okuyanlarıma tavsiyem şudur. Aman çok dikkatli olalım. Bilmeden yaptığımız herhangi bir davranışımız sebebiyle İslâm dairesinden çıkmayalım. Bu hususta aydınlatıcı ve hareketlerimizde ölçülü olması itibariyle “hitan” örneğini vermek istiyorum. Hitan, erkeklerin sünnet olmalarıdır. Bütün peygamberler hitanlıdır. Hatta o Peygamber (s.a.v.) “ ‘Aşrun mine’l-fıtra/عشر من الفـطر ” diye ifade buyurarak, bize on tane fıtrat işten birisi olarak sünneti haber vermiştir. Hal böyle olunca bir kimse bu maddi ve manevi faydaları çok olan hitanı hafife alarak, küçümseyerek bir söz sarf etse onun imandan çıkacağı İslâm âlimleri tarafından ifade edilmiştir.
Durum çok tehlikeli boyutlara varıyor. Bunların bilinmesi lâzımdır. Tehlikenin bir yönü bu; bir diğer yönü de imanlı bir mümine bir başkasının öfke ve başka sebeplerle kâfir demesidir. Bu da ifade buyrulduğu gibi, havaya atılan bir ok gibidir. Kastedilen küfür durumu o müminde olmayacağı için ok döner de atan kişiye gelir. Dolayısıyla da sözün sahibi küfre düşmüş olur.
Bu hassas dengeyi sarsmadan yolumuza devam edelim.
Cenab-ı Allah yardımcımız olsun.
* Abdullah DEMİRCİOĞLU
Bizi sosyal medyada paylaşın: