“Hani Rabbin, Âdemoğullarının sırtlarından zürriyetlerini almış ve onları kendi nefislerine karşı şahitler kılmıştı. ‘Ben, sizin Rabbiniz değil miyim?’ (demişti de) Onlar: ‘Evet (Rabbimizsin), şahit olduk’ demişlerdi. (Bu, ) Kıyamet günü: ‘Biz bundan habersizdik’ dememeniz içindir.” (A‘râf, 172) Azîz, Vedûd Rabbü’l-Âlemîn, zamansızlıkta bir zaman, mekânsızlıkta bir mekân yaratmayı diledi. Ne zaman zamansızlığa, ne de mekân mekânsızlığa dâhil oldu. Yokluk denizine tecelli güneşini aksettirdi. Ne denize düşen güneşin şuası ıslandı ne de deniz güneş oldu. Akseden güneş denizdeki sevgi köpüklerini harekete getirdi. Denizde büyük bir dalgalanma meydana geldi. Bu dalga aşkla coştukça sayısız köpükler zuhur etti. Önce enbiyâ (a.s), sonra evliyâ (k.s), sonra mü’minler, sonra da diğer ervâh belirdi.
Sonra; ‘Alîm ve Hakîm Hüdâ-i Lemyezel, bu mahlûkata ezeli ve ebedi kelamıyla, harfsiz ve sessiz, cihetsiz olarak hitap etmeyi diledi.
Buyurdu ki:
“Elestü bi Rabbiküm/Ben, sizin Rabbiniz değil miyim?”
Bu bir hitapta, saadet ve şekâvetin anahtarı gizlendi. Ruhlar bu hitaptan alacağını aldı. Hitabın nurunu tamamıyla kabul edenler dedi ki:
“Kâlû belâ / Evet, Sen bizim Rabbimizsin.”
Hitabın nurunu tamamıyla kabul edenler enbiyâdır. Sonra bu nur enbiyâdan evliyâya aksetti. Her velî ne kadar aksetmişse o kadar hisse aldı. Enbiyâya en yakında onlar oldu. Velîlerden de diğer mü’minlere aksetti. Onlar nuru, nurânî gölgelerden seyretti. O sebepten dünyada gölgelere takılı kalarak iman ettiler. Diğer mahlûkata yayıldı, hepsi isteyerek “Belâ” dediler.
Ayette: “Yere ve göğe ‘isteyerek veya istemeyerek gelin’ dedi. Onlar da ‘isteyerek geldik’ dediler” (Fussilet, 11) buyruldu.
Bu nur en son kâfirlere yansıdı, ancak onlar bu nuru koyu bir karanlıkta zulmet olarak gördüler ama hitaba karşılık olarak da “Belâ” dediler. Bu âlemde de nasipleri seçtikleri karanlık oldu.
Hitabı işitmekte kuvvetli olan diğerlerini yanında topladı. Zayıf güçlüye yanaştı, O’ndan kuvvet aldı. Orada kim kime istinat ettiyse bu âlemde onunla buluştu.
“Ruhlar sıralanmış ordular gibidirler, o âlemde anlaşan bu âlemde anlaşır, anlaşamayan anlaşamaz” hadis-i şerifi bu sırdan haber verdi.
“Kıyamet koptuğu zaman -ki onun oluşunu yalanlayacak hiçbir kimse yoktur- O, alçaltıcı, yükselticidir. Yer şiddetle sarsıldığı, dağlar parçalandığı, dağılıp toz duman haline geldiği ve sizler üç sınıf olduğunuz zaman… Sağdakiler, ne mutlu o sağdakilere! Soldakiler, ne bahtsızdırlar onlar! Önde olanlar, en öne geçenler, işte o ileride olanlar! İşte bunlar, (Allah’a) yakınlaştırılanlar, en yakın olanlardır ki onlar na‘îm cennetlerindedirler” (Vakıa, 1-12)
Herkes İlâhî hitaptaki nasibini aldı. Kimi bu hitaptan hayrete düştü hayran oldu, bu âlemde de hayran olarak devam etti. Kimi hitaptan marifete erdi âlim oldu, kimi mest oldu mest yaşadı, kimi hitabın sahibine âşık oldu, dünyada âşık yaşadı. Hülâsa herkes bu hitaptan alacağını aldı. Kimi hitabın Sâhibine bir yol aramak için ileri geçti, bunlar “Sabikûn” oldu.
“İleri geçenler (sâbikûn)… İşte onlar mukarreblerdir (yakınlaşanlar)” (Vâkıa, 10-11) ayetinde bildirildiler. Zâta talip oldular, yalnız O’nu dilediler.
Cennet cennet dedikleri
Birkaç köşkle birkaç huri
İsteyene ver ânı
Bana Seni gerek Seni.
diyen Yûnus Emre (k. s) Hz. leri gibi.
Kimi de sıfatlarda kaldı, işte bunlar sağcılar “Ashâb-ı Yemîn” oldu.
“Sağdakiler… Ne mutlu o sağdakilere!” (Vâkıâ, 27)
Sıfat gölgelerinde kalanlar da mü’minler oldu. Allâh’ın celal sıfatının tecellisi eseri olan cehennemden korktular; Cemâl sıfatı tecellisinin eseri olan cenneti arzuladılar ve bunlardan dolayı ibadet ve kulluk ettiler. O sebepten mukarreblerden bir derece altta kaldılar. İbn Abbas Hazretleri demiştir ki: “Cennettekilerin içtiği içkilerin en şereflisi ve en güzeli ‘Tesnîm’dir. Çünkü Allah’a yaklaştırılmış kullar onu katıksız olarak içerler. Kitapları sağlarından verilen iyi kullara ise içecekleri karıştırılarak sunulur.” (Elmalılı Hamdi Yazır, Mutaffifin sûresi tefsiri)
En geride kalanlar sola kaydı, gölgelerin ardına saklandı nura tahammül edemedi ve “Ashâb-ı Şimâl Solun adamları” adını aldı. “Soldakiler… Ne bahtsızdırlar onlar! “ (Vâkıâ, 41)
Münafıklar ise bir nura bir zulmete baktı, kararsız kaldı, zulmette idilerse de sağdan görünmeye çalıştı. Ama zulmetten ayrılmadan, zulmeti severek. Bu sebepten onlar ikiyüzlüler olarak anıldı.
Bu İlahî hitap o kadar ahenkliydi ki ruhlar bu ahengi duyunca titrediler. Târifsiz bir lezzet aldılar. Bu kelamın tecellisi gerçek manada Kur’ân’dır. O sebepten okuyanlar daima ondan lezzet aldı. Perdeli olarak ahengi tadanlar onu şiir ve musiki perdelerinde aradı. Kimi zulmâni musikiye kimi de nûrâni musikiye kulak verdi. O ahengi tadanlar hitabın sahibini zikre başladı. Eşyanın ruhu da bundan nasibdârdı. Zata talip olanlar bu âlemde hep ‘İsm-i A‘zam’ ile zikretti. Sıfata talip olanlar sıfat esmasını yâd etti. Perdeli olanlar, karanlıktakiler ise Latîf (c.c) diyemedi, lat dedi, Mennân (c.c) diyemedi, menat dedi. Rahman (c.c) diyemedi, putperest oldu, ram dedi. İşte bunlar da müşrik kâfirlerdir. Münafıklar ise içi lat, menat derken dışı Latîf, Mennân dedi ama itibar olunmadı.
Ruhlar kabiliyet ve istidadına göre “Belâ / Evet” dediler. Kimi Celâl nurundan dikilmiş şekvâ elbisesini beğendi, çünkü yaratılışı bunu sevdi, kimi de Cemâl nurundan saadet elbisesini beğendi. Herkes hitaptaki takdirine “evet” dedi. Kimi zenginliğe kimi yoksulluğa. İşte bu takdirdi. Cebr olmadı, herkes istidadının uygun olanını diledi ve razı oldu. Kimi imânı ve kemâli yoksullukla diledi, çünkü kabiliyeti böyle idi, bu sebepten ona zenginlik verilse sapıtır. Kimi de bunu zenginlikle diledi buna uygundu, yoksulluk verilse sapıtır. Kimi zulmetten ibaret dünyayı diledi iman ve hidayet dilemedi, bunların gözü de, kulağı da, kalbi de mühürlendi. İmtihan şemalarını da çizdi ve bunları âlemde zuhur ettirmeye başladı. Herkese her şey bir ölçü ile verildi. Orda ekmeğe talip olana burada et vermedi. Verdiyse de imtihan olarak verdi. Kimi kullarını da hem zenginlik hem yoksulluk, hem hastalık hem sağlık vs ile denedi. Fakirliğe sabredeni gerçek takdiri olan zenginlikle taltif etti. Buna ulaşma yolunu ise çalışmak olarak kıldı. Hastalığa sabredeni sağlıkla nimetlendirdi, buna sebebi ise tedavi olmaya bağladı.
Denildi ki:
“Ya Rasûlallâh! İlaçlarla tedavi olalım mı?
Ayet ve dua ile hastalıktan korunalım mı?
Hastalık korkusuyla önceden tedbir alalım mı?
Bunlar, Allah’ın takdir ettiği bir şeyi engeller mi?”
Buyurdu ki:
“Bunlar da Allah’ın takdirleridir.” (Tirmizî, Tıb, 21)
Bunların hepsini kader levhasında yazdı, evvelîni de ahirini de ve bunu yalnız Kendisi bildi ve bildirdikleri muttali oldu.
Buhârî ve Müslim’de Ali b. Ebî Talib’den (r.a) şöyle rivayet edilir:
“Garkad arazisinde bir cenazedeydik. Rasûlullâh (s.a.s) yanımıza geldi, oturdu. Biz de etrafında oturduk. Elinde bir baston vardı. Sonra başını eğip daldı, o sırada elindeki asasıyla toprağı eşeliyordu. Bir süre sonra şöyle dedi:
‘Sizden hiç kimse ve nefes alıp veren hiçbir şahıs yoktur ki Allah, onun cennetteki ve cehennemdeki yerini ve mutsuz veya mutlu olacağını yazmış olmasın.’
Bir adam şöyle dedi:
‘Ya Rasûlallâh! O halde bu yazıya tevekkül edip amel etmeyi bırakalım mı? Nasıl olsa mutluluk ehli olan kimse, mutluluk ehli olanların amellerinin akıbetine ve mutsuzluk ehli olan kimse de mutsuzluk ehli olanların amellerinin akıbetine varacaktır.”
Rasûlullâh (s.a.s) buyurdu ki:
‘Amel edin! Çünkü herkese ameli kolaylaştırılır. Mutluluk ehli olanlara mutluluk ehlinin amelleri kolaylaştırılır. Mutsuzluk ehli olanlara da mutsuzluk ehlinin amelleri kolaylaştırılır.’
Ardından şu ayetleri okudu:
“Kim verir ve sakınırsa, en güzeli tasdik ederse, biz de onu en kolaya hazırlarız. Kim cimrilik eder, kendini müstağni sayar, en güzeli de yalanlarsa, biz de onu en zora hazırlarız.” (Leyl, 5-10) (Buhârî, el-Cenaiz, 83; Müslim, Kader, 6)
Rivayet, Buhârî’de şöyle geçmektedir:
“O zaman bizimle ilgili olarak yazılana güvenip amel etmekten vazgeçmeli değil miyiz? Nasıl olsa, bizden mutluluk ehli olanlar, mutluluk ehlinin amelinin gerektirdiği akıbete ve mutsuzluk ehli olanlar da, mutsuzluk ehlinin amelinin gerektirdiği akıbete varacaktır!”
Rasûlullah (s. a. s) buyurdu ki:
“Mutluluk ehlinin amelini işle.”
Allah (c.c) nefse iyiyi de kötülüğü de ilham etti ve irade verip seçmesini buyurdu. Nefs seçiminden sorumlu oldu. Şimdi herkes durumuna baksın; kötülükteyse iyiliğe dönüp hayırlı amel işlesin; iyilikteyse iyi amelini artırsın.
Dua ise ibadetin özü oldu.
“Bizi doğru yola, kendilerine nimet verdiklerinin yoluna ilet; gazaba uğrayanlarınkine ve sapkınlarınkine değil” (Fâtiha, 7)
Kaderden şikâyet ise caiz olmadı.
Men âmene bil kader emîne minel keder / Kim kadere inanırsa, üzüntüden emin olur.
“(Bu, ) Kıyamet günü: “Biz bundan habersizdik” dememeniz içindir.” (A’râf, 172)
Hakkı AKKUŞ