Sûfî Ebu Muhammed Cerirî (ö. H.321) şöyle diyor: “İlk nesil Müslümanlar arasındaki ilişkilerde, dini hükümler esas alınmıştır. Sonra, din inceldi ve riayet edilmez oldu.
Âdâb, edep kelimesinin çoğulu olup, her çeşit hatadan sakınmaya ilişkin bilgidir. (Tarifat) Yani, her çeşit hatayı bilmek ve bundan sakınmaktır.
Her hata, kusur ve kabahat değildir. Onun için kusur, kabahat, suç, günah ve haram niteliğinde olmayan hatalar edep/âdâb kavramının kapsamına girer. Âdâbın kapsamı ahlâkı içerir ama ondan daha geniştir. Her ahlâk edeptir ama her edep ahlâk değildir. Kapsamı daha geniş olduğundan genellikle ahlâk, âdâb çerçevesinde sunulmuştur.
İslâm’da, her çeşit sosyal ilişkiler, bir kurala bağlanmış ve bunlara da “âdâb” denilmiştir. Yemek yeme âdâbı, evlilik âdâbı, sohbet âdâbı, yolculuk âdâbı, öğretmenlik âdâbı, öğrencilik âdâbı vs. gibi. Mesela, sefere çıkmadan önce helalleşmek, vedalaşmak, iyi arkadaş seçmek, besmele ve dua ile yola çıkmak, erken yola çıkmak, günün serin saatlerinde yolculuk yapmak, kafileden uzaklaşmamak, binek hayvanlara iyi bakmak ve benzeri hususlar, seferin âdâbındandır. Bu tür âdâb, evrensel olmayabilir, değişebilir, bunlara uyulmaması günah ve ahlâksızlık sayılmayabilir.
Edep adı verilen kurallar, insanların işlerini kolaylaştırmak ve toplum düzenini sağlamak için konulmuştur. Toplum değiştikçe bunların bir bölümü tamamen veya kısmen değişebilir. Hayvanlarla yolculuk yapıldığı bir dönemde tespit edilen âdâb, motorlu araçlarla yolculuk yapıldığı bir dönemde, başka türlü olabilir. Âdâb-ı muâşeret, edep ve erkân denilen bu tür kurallar, temel ahlâk ilkelerinin tamamlayıcı ve bütünleyici unsurları olarak da kabul edilebilir.
Muâşeret, âdâb ve nezaket kuralları, toplumdan topluma değiştiği gibi, aynı toplumda, zamana göre de değişebilir. Mesela, bir zamanda edebe aykırı sayılan erkeklerin başı açık gezmeleri, başka bir zamanda ve mekânda edebe aykırı sayılmayabilir. Âdâb, çeşitli kültürlere ve medeniyetlere göre de değişir.
Âdâb ve terbiye, çoğu zaman ahlâkla özdeşleştirilmiş, edepsizlik ve terbiyesizlik, ahlâksızlık şeklinde anlaşılmıştır. Aslında, âdâb ahlâkla iç içedir ama ondan farklı bir şeydir. Din, temel ahlâk ilkelerine bağlı kalmayı farz, bunlara aykırı davranmayı haram sayarken, âdâba uymayı tavsiye etmekle yetinir ve bunun da belli bir şekli üzerinde ısrar etmez. Âdâb, tamamıyla örf ve âdetler çerçevesinde oluşur ve toplumun kabulüne bağlıdır. Ama gelenekçilik zaman zaman âdâbı, ilahî emirler ve hükümler şeklinde algılamıştır.
İslâm toplumlarında, tarih boyunca çeşitli ahlâk rüzgârları esmiştir. İlk müslümanlarda dinî, hukukî ve ahlâkî hükümler bir ve aynı şeylerdi. Hiç bir ayırım yapmadan, Kur’an ve sahih hadisleri uygulamak, Hz. Peygamberi örnek almak, onların temel hedefi idi. Bununla beraber, örfün belirlediği iyi davranışlara sahip olmak, kötülerinden kaçınmak da, önem verdikleri bir şeydi. Zaten bunu, onlardan Kur’ân istiyordu. Daha sonraki dönemlerde bazı müslümanlar zühdün, bazıları tasavvufun, bazıları da felsefenin, hikmetin cazibesine kapıldılar. Diğer bazıları da geleneksel ahlâkı titizlikle ve harfiyen sürdürdüler. Bu arada çeşitli kültürlerin ve kadim medeniyetlerin etkisiyle, belli temel ahlâk ilkelerini öne çıkaran ahlâk anlayışları da görüldü.
Sûfî Ebu Muhammed Cerirî (ö. H.321) şöyle diyor:
“İlk nesil Müslümanlar arasındaki ilişkilerde, dini hükümler esas alınmıştır. Sonra, din inceldi ve riayet edilmez oldu. Sonra, bu tür ilişkilerde vefa esas alındı. Nihayet, vefakârlık da ortadan kalktı. Bu sefer, ilişkilerde mürüvvet/adamlık esas alındı. Adamlık da ortadan kalkınca, hayâ/utanma esas alındı. Sonra hayâ kalmadı. Bu defa insanlar arası ilişkilere, talep ve korku (menfaat temin etmek ümidi, zarara uğrama endişesi) egemen oldu” (Kuşeyri, Risale 455)
Cerirî, İslâm’ın ilk üç asrında, ahlâk alanında görülen değişimleri böyle özetlemiştir. Bu tespit eksik olabilir ama temelde doğrudur. Ahlâk alanında, bu ve benzeri değişiklikler görülmüştür. Fütüvvet ehli, ahiler, melâmet ehli, kalenderler, çeşitli tarikatlara mensup mutasavvıflar, fakihler, muhaddisler, hukemâlar farklı ahlâkî eğilimlere ve ahlâk felsefelerine sahip olmuşlardır. Bunların ahlâk anlayışları da zamanla farklı şekiller göstermiştir.
İslâm ülkelerinin, Batı’nın etki alanına girmeleri, yeni bir takım ahlâk şekillerinin ortaya çıkmasına sebep olmuştur. Görev ahlâkı deontoloji (Kant), evrimci etik (H. Spencer), pragmatizm (R. Barton), özgür etik (J.P. Sartre), yararcılık, utilitarian (E. G. Moor, R. Rashdall), erekli etik, teleolojik etik, püriten etik, seküler/laik ahlâk immoralizm vs. gibi.
Bu tür ahlâk felsefeleriyle ilgili akımlar neticesinde; iyi Müslüman, kâmil mü’min ve inançlı adam gibi ahlâkî tiplerin yerini laik adam, liberal adam, sosyal demokrat, medenî-uygar insan, aydın kişi gibi tipler almıştır.
Batıdan gelen etkilerle üretilen bu tür ahlâk anlayışları kalıcı değil, geçicidir. Bir çeşit moda ahlâktır. Kısa ömürlüdür. Ayrıca, dinî ahlâka ters olduktan başka, çağlar boyu oluşmuş geleneksel ahlâka da aykırı düştüğünden, toplumun tabanında ve alt katmanlarında tutunamamıştır. Milli bünyeye ve kimliğe de zıttır. Bununla beraber toplumun bazı kesimlerinde, özellikle, kendini toplumun üst tabakası olarak görenler arasında kabul gördüğünden, halk-aydınlar, yönetilenler-yönetenler şeklinde bir ayrılığa hatta zıtlığa sebep olmaktadır. Sosyal bunalımın temelinde yatan etmenlerden biri, ahlâk konusundaki bu zıtlıktır.
Bu gün, İslâm toplumlarında görülen bunalımın temelinde yatan sebeplerin başında, ahlâk alanında görülen perişanlık gelir.