Vahhabî-Suudî isyanı, Osmanlı Devleti’ne karşı yapılmıştır. Kutsal topraklarda yapılan bu başkaldırı, hem devlet otoritesine hem de Müslümanların halifesine karşı idi.
Buna İstanbul’un sessiz kalması düşünülemezdi. Ama yine de Sultan I. Mahmut öncelikle nasihat edilmesini istedi. Arabistan’ın Necid bölgesinde Vahhabi isyanı patlak verdiğinde bu yörenin bağlı olduğu Osmanlı İmparatorluğu bir dünya devleti olarak rakipleri olan Rusya, Avusturya, Fransa, İngiltere gibi büyük devletlerle boğuşuyor, o çağa kadar görülmemiş bir hız kazanan küresel değişimin yeni fırtınaları içinde kendine yarar dengeler arıyordu. Arap çöllerinde alışılmış biçimde baş kaldıran bir emir, imparatorluğun önemli bir konusu değildi. O nasıl olsa alt edilirdi. Ayrıca Osmanlı siyasi yapısı, teolojik devlet sisteminin merkezi olan Haremeyn-i Şerifeyn’e herhangi bir yerli saldırısına ihtimal vermiyordu. Osmanlı dört asır kutsal yerlere hizmet etmiş, kanı ve canıyla bu toprakla bütünleşmişti. Kim onu bu yerlerden sökebilirdi ki... Bu yüzden işi hafife aldı. Ancak bedelini çok ağır ödedi.
Sultan I. Mahmud’un Vahhabîler’i sindirmesi için Cidde Valisi Osman Paşa’ya gönderdiği ferman hiçbir işe yaramamıştı. Valinin elinde yeterli askeri gücü yoktu. Başarısız kalan Osmanlılar eski bir devlet geleneğine başvurarak işi nasihatle halletmeyi düşündüler. Müderris Âdem Efendi 23 Kasım 1802’de Kudüs Kadısı tayin edilip sadrazamın mektubuyla Necid’e gönderildi. Âsi lider Abdülaziz ibni Suud, Âdem Efendi’yi Mekke’de kabul etti. Başlangıçta ona saygı gösterdi, ancak 6 Mayıs 1803 günü aralarında geçen sert münakaşalardan sonra İbni Suud, eline hediyeler vererek Âdem Efendi’yi İstanbul’a geri gönderdi. Vahhabi-Suudi devletini resmen tanımayarak ona bir diplomat yerine bir müderris gönderen Osmanlı Devleti’nin barış girişimi neticesiz kalmıştı. Suudîler artık “idare-i maslahat” cinsinden sözlerle yola gelecek gibi değillerdi.
Osmanlı sertleşiyor
Aradan üç yıl daha geçti. O sırada İstanbul’da II. Mahmut tahta çıkmış, devlet yenilenmeye yüz tutmuştu. Mahmut sert bir hükümdardı. İmparatorluğun geniş toprakları üzerinde halkın güvenliği, Yunan isyanları döneminden beri devletin en önemli konusuydu. Devlet, Vahhabî meselesinin hallini 1805’te Mısır Valisi Kavalalı Mehmet Ali Paşa’ya ısmarladı. Paşa, bu nazik görevi oğlu Ahmet Tosun’a verdi. Tosun’un kumandasındaki Mısır Ordusu 1 Mart 1811’de gemilerle Yanbu limanına vardı.
Mısırlılar 2 Kasım 1812’de Medine’ye, 23 Şubat 1813’te Mekke’ye girdiler. Kavalalı Paşa Suudîler’den geri aldığı Kâbe’nin anahtarlarını 2 Mayıs 1813’te İstanbul’a gönderdi. O sırada Vahhabî-Suudî emirliğinin başında bulunan İbni Suud 1814’te öldü. Yerine oğlu Abdullah ibni Suud geçti.
Darağacında Bir Emir
Suudîlerin yeni lideri Abdullah sakin bir adamdı. Savaş ve cidâl onu fazla ilgilendirmiyordu. Fakat yine de Mısırlılar’ın hışmından kurtulamadı. Savaşta ölen Kavalalı Mehmet Paşa’nın büyük oğlu Tosun’un yerine kumandayı ele alan küçük oğul İbrahim Paşa, Abdullah ibni Suud’u Eylül 1818’de yakalayarak dört gün Mekke’de halka teşhir ettikten sonra İstanbul’a gönderdi. Suud bütün ailesi ve yakınlarıyla birlikte Osmanlı başkentinde görüldü.
Devlet-i Aliyye’ye baş kaldırmış bir emir, zaptiyelerin arasında mevkufen, tüm kalabalığı ile birlikte yollardan geçiyordu. Abdullah, İstanbul’da zamanın şeyhülislamı Mekkizade Mustafa Asım Efendi’nin fetvasıyle idam edildi. Böylece Suudî Devleti’nin ilk bölümü sona ermiştir.
Ancak Sultan II. Mahmud’un Mısır Paşası Kavalalı ile bozuşmasından sonra Mısırlılar, Hicaz’dan çekilecekler ve Arabistan yeniden Suudîlerin eline düşecektir. Bu kargaşadan kurtulan Abdullah’ın küçük oğlu Turkî, 1820-34 arasında aileyi toplayacak ve Suudî Devleti’ni ikinci defa yeniden kuracaktır.