Muridan
Kureyş’in İslâm Aleyhtarlığı

Kureyş’in İslâm Aleyhtarlığı

Arabistan uzunca bir süreden beri putperestliğe sarılmıştı. Putları kıran İbra­him Halil’in hatırası olan Kabe, üç yüz altmış putla doldurulmuştu. Bunlar arasın­da Hübel en büyük ilah kabul ediliyordu. Onlara göre bu putlar her çeşit iyiliğe ve kötülüğe muktedirdi. Yağmur yağdırır, evlatlar verirdi. Çatışma ve savaşlarda za­fer bahşederdi. Arabistan’da o zamanlar Allah inancı ya hiç yoktu, ya da olduğu yerlerde belli belirsizdi.

  1. Mevki ve nüfuz endişesi

  İslâm’ın ana görevi, bu büyüyü, bu sihri yani bu putçuluğu hemen yok etmek ve geçersiz kılmaktı. Ama bunun son bulmasıyla Kureyş’in ihtişamı, gücü ve bölgesel etkisi de son bulacaktı. O yüzden Kureyş İslâm’a şiddetle karşı çıktı. Karşı çıkanlar arasında kendi menfaatlerine ne ölçüde zarar ge­lebileceğini tahmin edenler, o ölçüde aşırı gitmişlerdi.

  Kureyş’in en büyüğü Harb b. Ümeyye idi. Ficâr savaşında da komutan oydu. Ama Harb’in bu savaşta ölmesinden sonra oğlu Ebu Süfyân onun yetkilerini taşı­ma yeteneğine sahip olmadığından Velîd b. Muğîre yetenek ve nüfuzu ile başkan­lığı ele geçirdi. Ebu Cehil yeğeni idi, o da Kureyş içerisinde imtiyaz sahibi, seçkin bir kişiydi. Ebu Süfyân babasının mevkiini ele geçirememişse de Emeviler’in lide­riydi. Hâşimîler içinde en yaşlı olan Resûlullah’ın (s.a.s) amca­sı Ebu Leheb’di. Sehm kabilesi içinde en etkili ve yetkili kişi As b. Vâil’di. Son de­rece zengin ve çok çocuğu vardı.

  Kureyş’in sevk ve idaresi, bu liderlerin elindeydi. Bu yüzden İslâm’a şiddetle karşı çıkanlar da bunlardı. Esved b. Muttalib, Esved b. Abd-i Yeğûs, Nadir b. el-Hâris, Ümeyye b. Halef, Ukbe b. Ebu Mu’ayt ve diğer Kureyş ileri gelenleri bu in­sanların etkisi altındaydı. Bu yüzdendir ki İslâm düşmanlığında onların adı sürek­li geçecektir.

  Kureyş’in düşüncesine göre; Peygamberlik gibi yüksek bir makam, birinin ola­caksa ya Mekke, ya da Tâif büyüklerinden birinin olmalıydı.

  “Dediler ki: Bu Kur’ân iki şehirden -Mekke ve Tâif’ten- büyük bir adama indirilse olmaz mıydı?” (Zuhruf, 43/31) -Yani Velîd b. Rebîa veya Ebu Mesud es-Sekafî gibi biri olabi­lirdi.-

Araplar arasında başkan olabilmek için servet ve çocuk sahibi olmak, önemli bir şarttı. Oğullar ve evlatlar konusunda çoğunlukla yabani ve ilkel milletlerde ço­cuğu olmayanlar ahiret âleminin bereketlerinden mahrum kalırlar, düşüncesi mev­cuttu. “Çocuk sahibi olmadığı takdirde insan tam kurtuluşa eremez” inanç ve dü­şüncesi Hindu inanışlarında da vardır. Yukarıda anlatılan özelliklerden dolayı Ku­reyş kabilesinde başkanlık hakkına sahip olanlar; Velîd b. Muğıre, Ümeyye b. Ha­lef, As b. Vâil es-Sehmî ve Ebu Mesud es-Sekafî idiler. Hz. Peygamber (s.a.s) bu sıfatlardan tamamen uzaktı. Eteği servet tozuna bulaşmamıştı. Erkek çocukları da bir-iki yıldan daha fazla yaşamamıştı.

 

  2. Yanlış telâkkiler

  Kureyş, Hıristiyanlardan nefret ederdi. Bunun nedeni Kabe’yi yıkmaya gelen Habeş kralı Ebrehe el-Eşrem’in Hıristiyan olmasıydı. Bu yüzdendir ki Kureyşliler, Hıristiyanlara karşılık îran ateşperestlerini daha çok severlerdi. Bi­zans’la yaptığı savaşta İranlılar zafer elde edince Kureyşliler sevinmişmiş, Müslümanlar ise üzülmüşlerdi. Bu olay üzerine şu âyet indi:

  “Rumlar, —Arapların bulunduğu bölgeye en yakın bir yerde yenilgiye uğra­dılar. Hâlbuki onlar, bu yenilgilerinden sonraki bir kaç yıl içinde galip gelecekler­dir. Eninde sonunda emir Allah’ındır. O gün müminler de Allah’ın yardımıyla se­vineceklerdir.” (Rûm, 30/2-4)

  Kureyş kabilesinin İslâm’a şiddetle karşı çıkmasının bir başka nedeni de İs­lâm’la Hıristiyanlık arasında birçok şeyin ortak olmasıydı. Daha ötesi şudur ki: O dönemde İslâm’ın kıblesi Beytü’l-Makdis’ti. Medine-i Münevvere’de de kıble ol­maya devam etti. Bu yüzden Kureyş, Hz. Peygamber’in Hıristiyanlığı ihya etmeye çalıştığını sanmıştı.

 

  3. Hâşimî-Emevi Rekabeti

  Önemli bir neden de kabileler arasındaki rekabetti. Kureyş içinde iki kabile son derece seçkin ve rakip konumundaydı; Hâşim oğulla­rı ile Ümeyye oğulları. Abdülmuttalib, kendi gücü ve istidadı ile Hâşim oğulları­nın kefesini ağır bastırmış, Ümeyye oğullarına karşı üstünlüğü sağlamıştı. Ama ondan sonra bu sülâlede etkili ve güçlü bir kişi ortaya çıkmadı. Ebu Tâlib zengin değildi. Abbas zengin, ama cömert değildi. Ebu Leheb ise ahlâksızdı. Bu yüzden Emevilerin hâkimiyet ve gücü sürekli gelişti. Ümeyye oğulları hanedanı, Hz. Pey­gamber’in peygamberliğini, rakipleri olan Hâşim oğullarının kendilerine üstünlük sağlamaları sanıyordu.

  İşte bu yüzden Hz. Peygambere Ümeyye oğulları herkesten çok karşı çıktı. Be­dir dışında bütün savaşlar Ebu Süfyân’ın başının altından çıkmış ve bu savaşların hepsinde ordu komutanı daima Ebu Süfyân olmuştu.

  Hz. Peygamber’e (s.a.s) en çok düşman olan ve namaz kı­larken mübarek sırtına deve işkembesi getirip koyan, Ukbe b. Ebu Mu’ayt da Emeviler’dendi. Ümeyye oğullarından sonra Hâşim oğullarıyla denklik iddiasında bu­lunan kabile, Mahzûm oğulları sülâlesiydi. Velîd b. Muğîre işte bu sülâlenin, lide­riydi. O bakımdan bu kabile de Hz. Peygamber’e şiddetle karşıydı. Ebu Cehil’in bir konuşmasından bu anlattıklarımızın doğruluğu ortaya çıkmaktadır. Bir keresinde Ahnes b. Şurayk, Ebu Cehil’in yanma geldi ve: “Muhammed (s.a.s) hakkındaki kanaatin nedir?” dedi. Ebu Cehil: “Abdi Menâfoğulları -Hâ­şim oğulları- ile daima rakip olageldik. Onlar misafirperverlik yaptıysa biz de yaptık. Onlar kan akıttıysa biz de akıttık. Onlar ikramda bulunduysa, biz daha fazla ikramda bulunduk. Onlarla her bakımdan aynı seviyeye gelip eşitlik sağlayınca Hâşim oğulları üstünlük sağlamak için Peygamberlik iddiasında bulunmaya baş­ladılar. Allah’a andolsun ki biz bu Peygamber’e asla inanmayacağız!” dedi.(1)

 

  4. Fazilet kavgası

  Bir diğer neden de Kureyş içinde ahlâksızlığın iyice yayılmış olmasıydı. Eşraftan önemli kişiler her türlü ahlâksızlığı yapıyorlardı. Hâşim oğul­ları içinde ahlaksız bakımından en önde giden Ebu Leheb idi. Bir defasında Kâbe-i Muazzama’nın hazinesinden çaldığı altın geyik heykelini çalarak satmıştı.(2) Zühre oğullarının yeminli dostu olan ve Arap liderleri arasında sayılan Ahnes b. Şurayk laf taşıyıcı (koğucu) ve aşırı yalancı biriydi. Nadir b. Haris yalan söyleme­yi âdet haline getirmişti. Bu şekilde birçok makam-mevki sahibi kimse, değişik tür­den adi hareketlerin esiri olmuşlardı. Hz. Peygamber (s.a.s) ise bir taraftan putperestliğin kötülüklerini anlatıyor, diğer taraftan bu ahlâksızlıkları şiddetle tenkit ediyordu. Bundan dolayı da onların haşmeti, egemenlik ve sultala­rı sarsılıyordu. Kufân-ı Kerîm’de bu ahlâksızlar hakkında artarda âyet iniyordu. Her ne kadar anlatış tarzı genel idiyse de insanlar sözün kime yönelik olduğunu biliyordu. Kur’ân-ı Kerim bu durumu şöyle anlatmaktadır:

  “(Resulüm) Alabildiğine yemin eden, aşağılık, daima kusur arayıp kınayan, durmadan laf götürüp getiren, iyiliği hep engelleyen, saldırgan, günaha dadanmış, kaba ve haşin, bütün bunlardan sonra bir de soysuzlukla damgalanmış kimselerden hiçbirine, mal ve oğulları vardır diye, sakın boyun eğme.” (Kalem, 68/10-14)

  “Eğer vazgeçmezse derhal perçeminden yakalarız, o yalancı, günahkâr perçe­minden.” (Alak, 96/15-16)

  Nasihat ve öğüt yoluna gidilmesi mümkündü. Ama uzun süreden beri Arap gururu, servet ve hâkimiyet övüncü, başkanlık iddiası gibi şeylerin pençesi altında kendinden geçmiş insanlara indirilen uyan darbesi şiddetli olmazsa onlar kendile­rine gelemez. O yüzden birçok zalime şöyle hitap edilmiştir:

  “Tek olarak yaratıp, kendisine servet ve gözü önünde duran oğullar verdiğim, kendisi için -nimetleri önüne- serdikçe serdiğim o kimseyi bana bırak. Üstelik o -nimetlerimi- daha da arttırmamı umuyor. Asla! Çünkü o, âyetlerimize karşı alabil­diğine inatçıdır.” (Müddesir, 74/11-16)

  Bu hitap Kureyş’in baş tacı olan Velîd b. Muğîre’ye yöneliktir ve bu sözler, görü­nüşte hiç bir makam, mevki ve nüfuzu bulunmayan bir insanın diliyle söyleniyordu.

  Bütün Kureyş’e hatta bütün Araplara eşit şekilde etki eden Hz. Peygamber’e karşı çıkışın en büyük sebebi; yüzlerce yıldan beri Arapların dileklerde bulunduğu, bütün ihtiyaçlarını arz ettikleri, her gün önüne baş koydukları putlarının adını-sanını İslâm’ın ortadan kaldırmasıydı. Kur’ân onlar hakkında şöyle diyordu:

  “Siz ve Allah’ın dışında taptığınız şeyler cehennem yakıtısınız.” (Enbiyâ, 21/98)

  Her biri Kureyş’i çileden çıkarmaya yetecek olan bu nedenlerden dolayı, İslâm daveti başlar başlamaz şiddetli çatışmaların ve kan akıtmanın başlayacağı muhak­kaktı. Ama Kureyş, sabırla hareket etti. Bunun da nedenleri vardı.

  Kureyş kabilesi iç savaşlarda tükenmişti. Ficâr savaşında öyle tükenmişti ki savaşın adını duymaktan bile korkuyordu. Kabilecilikten dolayı savaş, sadece kabilenin herhangi bir mensubunun öldürülmesiyle başlayabiliyordu. Öl­dürülen kişinin kabilesi, hiç bir araştırma yapmadan intikam almak için ayağa kalkıyor, öcünü almadığı sürece de bu intikam ateşi sönmüyordu. Hz. Peygam­ber (s.a.s)’in öldürülmesine karar vermek, Kureyş için son derece kolaydı. Ama biliyorlardı ki, Hâşim oğulları O’nun kanını yerde bırakma­yacak, intikamını mutlaka alacak, böylece kademe kademe bütün Mekke savaşa girecekti. Birçok insan Müslüman olmuştu, içinde bir kaç mensubu Müslüman olmamış kabile kalmamıştı. O yüzden İslâm eğer onlara göre bir suçsa onun suç­lusu bir kişi değil, aksine Müslümanlığı kabul etmiş yüzlerce insandı. Ancak hepsinin kökünü kazımak da imkânsızdı.

  Kureyşliler arasında bazı yüce duygulu, iyi karakterli insanlar da vardı. Onlar karaktersiz oluşlarından dolayı değil, iyi niyetli düşüncelerle Hz. Peygamber’e karşı çıkıyorlardı.(3)

 

  Hülasa;

  Hz. Peygamber (s.a.s) açıkça herkesi İslâm’a çağırıp putperestliği açıktan kötülemeye başlayınca Kureyş’in bazı şerefli mensupları Ebu Tâlib’e giderek şikâyetçi oldular. Ebu Tâlib yumuşak ve tatlı sözlerle onları ikna edip gönderdi ama anlaşmazlık duruyordu. Hz. Peygamber (s.a.s) gö­revinden vazgeçemezdi. Nitekim İslâm’a davete ve putperestliği kötülemeye devam etti. Bu yüzden Kureyş temsilcileri Ebu Tâlib’e tekrar gittiler. İçlerinde Kureyş’in bü­tün liderleri, yani Utbe b. Rebîa, Şeybe, Ebu Süfyân, As b. Hişâm, Ebu Cehil, Velîd b. Muğîre, As b. Vâil ve diğerleri vardı. Ebu Tâlib’e:

 

  “Yeğenin mabudlarımıza hakaret ediyor. Babalarımızı, atalarımızı dalâlette gösteriyor, bizi ahmak yerine koyuyor. Ya sen aradan çık veya sen de ortaya çık da kozlarımızı paylaşalım” dediler. Ebu Tâlib durumun nazik bir noktaya geldiğini, artık Kureyş’in tahammül edemediğini ve ken­disinin de tek başına Kureyş’e karşı koyamayacağını gördü. Hz. Peygamber’e kısaca şöyle dedi:

 

  “Amcasının ciğerparesi, bana kaldıramayacağım yükü yükleme” dedi. Hz. Peygamber’in görünüşte birazcık dayanak ve desteği varsa, o da Ebu Tâlib’di. Ama artık kendisini destekleyen amcasının sağlam tutumunda da sarsılma vardı. Buna çok üzülen Peygamber, gözlerinden yaşlar boşanarak:

 

  “Allah’a yemin olsun, eğer bunlar bir elime güneşi, diğer elime ayı getirip koysalar, yine de davamdan vazgeç­mem. Allah ya bu işi tamamlayacak, ya da bu uğurda feda olacağım” buyurdu. Hz. Muhammed (s.a.s)’in dokunaklı sesi Ebu Tâlib’i derinden etkile­di ve Resûlullah’a:

  “Git! Hiç kimse senin kılına bile dokunamaz” dedi.(4)

 

  Hz. Peygamber (s.a.s) eskiden olduğu gibi İslâm’a davet et­meye devam etti, Kureyş her ne kadar Hz. Peygamberi öldürmeye karar verememişse de türlü eziyetler ediyordu. Yollarına dikenler döşüyor, namaz kılarken mü­barek vücuduna pislik atıyor çirkin sözler söylüyorlardı. Bir keresinde, Kabe’de namaz kılıyordu. Ukbe b. Ebu Mu’ayt boynuna bezi sardı ve öyle sert çekti ki Hz. Peygamber dizleri üzerine yere düştü. Kureyş O’nun bu hakaretlere tahammül edişine, bu eziyet ve işkencelere katlanışına hayret ediyordu. İnsan beyni, bir insa­nın makam, mevki, mal, mülk, heves ve hırsının dışında böyle eziyetlere, böyle iş­kencelere katlanmasına akıl erdirebilir miydi? Kureyş de öyleydi. O yüzden Utbe b. Ebu Rebîa Kureyş adına Hz. Peygamber’e gitti ve:

 

  “Muhammed! Sen ne istiyor­sun? Mekke’nin liderliğini mi? Zengin ve asil bir aileden evlenmeyi mi? Mal, mülk, servet mi? Sana bunların hepsini verebiliriz. Bütün Mekke’nin, emrin altına girme­sine de razı olabiliriz, ama buna karşılık sözlerinden vazgeçmelisin!” dedi. Utbe bu isteğinde başarılı olacağına kesin gözüyle bakıyordu. Ama bütün bu teşvik ve özendirmelerin karşılığında Hz. Peygamber (s.a.s) Kur’ân-ı Kerîm’in şu ayetlerini okudu:

  “De ki: Ben de ancak sizin gibi bir insanım. Bana ilâhınızın bir tek İlah olduğu vahyolunuyor. Artık O’na yönelin, O’ndan mağfiret dileyin.” (Fussilet, 41/6)

  “De ki: Gerçekten siz, yeri iki günde yaratanı inkâr edip O’na ortaklar mı ko­şuyorsunuz? O âlemlerin Rabbidir” (Fussilet, 41/9).

 

  Utbe geri döndüğünde artık eski Utbe değildi. Kureyş’e giderek şöyle dedi:

  “Muhammed’in söylediği sözler şair sözleri değil, başka bir şeydir. Kanaatim o ki; siz onu kendi haline bırakınız. Eğer işini başarır da Araplara galip gelirse bu sizin şerefiniz olur. Aksi takdirde Araplar onu kendiliğinden yok eder.” Ama Kureyş buna yanaşmadı.(5)



  (1) İbn Hişâm, s.108.
  (2) Kabe’nin deposunda uzun süreden beri altından yapılmış bir geyik heykeli bulunuyordu. Ebu Leheb onu çalarak sattı. Genellikle bu olay tarihlerde anlatılmıştır, İbni Kuteybe de Maârif isimli eserinde (Mı­sır baskısı, s.55) bunu zikretmiştir.
  (3) el-İsâbe, Zikr-i Ebî Tâlib, Abdurrezzak’a atıfla.
  (4) İbn Hişâm, s.89; İmam Buhârî de kendi tarihinde bu olayı kısaca zikretmiştir.
  (5) Mevlânâ Şiblî Numânî, Son Peygamber Hz. Muhammed, İz Yayıncılık: 150-155.

Top