Bu fasılda virdin mahiyetini ve bilinen evraddan daha fazlasına talib olan ariflerin hallerini anlatacağız. Şunu bilin ki vird; gece veya gündüzden belli bir vakit için kullanılan isimdir. Bu vakit, kulun üzerine tekrarlı olarak varid olur ve kul, bu vakti Allah Teâla’ya yakınlaşma yolunda harcar. Bu vakitte, huzuruna getirdiği mahbub, Ahiret’te ona geri dönecektir.
Yakınlık/kurbet iki husus için de kullanılan bir isimdir. Bu hususlardan ilki; kula emredilen bir farz, diğeri ise yapılması mendub görülen bir fazilettir. Kul bu fazileti gece veya gündüzün belli bir vaktinde devamlı olarak ifa ettiğinde, bu kendisi için bir vird olur. Bu, onun takdim ettiği bir vird olup bugün geçirse yarın yine gelecektir.
Virdlerin/evrâdın en kolay olanı, dört rekâtlık namaz, tekrarlı okunan surelerden birkaçını okumak ya da iyilik ve takva üzerinde yardımlaşmak maksadıyla çalışmaktır.
Enes b. Malik (ra) şöyle derdi:
“Muhammed b. Sirin’in (ra) geceleyin ifa ettiği yedi virdi vardı. Bunlardan birini kaçırdığında, gündüz kaza ederdi.”
Belli bir vakitle sınırlandırılan ve görev addedilen her amel, ‘vird’ olarak isimlendirilir. el-Mu’temer b. Süleyman şöyle demiştir:
“Ölüm döşeğinde iken babama telkin vermeye gittim. Bana eliyle telkini bırakmamı, kendisinin dördüncü virdi ihya etmekte olduğunu ima etti.”
Kur’an-ı Kerim’in hiziblerinden her bir hizib de, belli bir vakit için ‘vird’ olarak adlandırılmıştır. Amel sahipleri arasında kimileri de virdlerini Kur’an cüzlerinden belirlerdi. Kimi rekât sayısına göre taksim ederken, bunların üstünde yer alan ilim sahipleri de virdlerini gece ve gündüz vakitlerinden tespit ederlerdi.
Bir vaktin; bir ayet, bir rekât, bir tefekkür veya bir kelime-i şehadet ile belirlenmesi bile o kimse için ‘vird’ addedilir. Arifler ise, virdler için belli vakitler koymayıp vakitleri taksim etmemiş, bunun yerine virdi tek vird halinde Allah Teâlâ’ya hasretmişlerdir. Dünya ile ilgili ihtiyaçlarını zaruretlerle sınırlamış ve vakitlerini Rableri ile kendi işleri noktasında eşit olarak taksim etmişlerdir.
Boyunlarını Allah’a kulluk köleliğine eğmiş olan bu kullar, bütün adımlarını hizmet yolunda atmaya itina göstermişlerdir. Onlar bulundukları her vakitte, virdlerinin sıfatına uygun olarak yapılması istenen şey üzerinde amil kimselerdir. Onların alameti; Allah Teâlâ’nın güzellikle kendilerini seçmiş ve velileri edinmiş olmasıdır. Allah Teâlâ, onları nefislerine mahkûm etmez ve birbirlerine muhtaç bırakmaz. Aksine onların ihtiyaçlarım üstlenip korunmalarını üstüne alır. Çünkü O, salihlerin dostudur. Onların müşahedeleri; zikirleri, Habib’e yakın olmaları, sevgi ve muhabbetleridir. Onlar Mahbub’ları dışında hiçbir varlığın faziletine şahit olmaz, Marufları olan Allah Teâlâ dışında hiç kimsenin yakınlığını istemezler. Onlar O’na, yine O’nunla yaklaşır, O’na yönelik olarak yine O’nunla O’nu teşbih ederler. O’nun için O’na tevekkül eder, O’nun azabından dolayı da yine O’ndan korkarlar. O’na karşı, yine O’nu severler.
Onlar, tevhide ilişkin ameller dışındaki amelleri eda etmeseler bile, tevhidi imanlarından zerre kadar eksilme olmaz. Müridlerin takip ettikleri virdlerin tamamını terk etseler bile, kalplerinde bir fetret veya kasvet asla görülmez. Çünkü onlar, imanları amellerle artıp yine amellerle eksilenler gibi değildirler. Kalplerini ve hallerini virdlerle diri tutma ihtiyacı hissetmezler. Onlar, kendi kalplerinden neyin eksilip neyin arttığını iyi bilirler. Kalplerinin bir vesileye, nefislerinin de bir talebe ihtiyacı yoktur ki bunların eksikliğinden dolayı yakinî imanlarında bir zaaf oluşsun.
Bütün bunlar, müridlerin hallerindendir. Onların bütün değişimleri iki husustadır: Hâlık ile darlanıp O’ndan kaçmaları ve halk ile genişleyip onlarla huzur bulmaları. Eğer onlar, Allah Teâlâ’nın yakınlığında daim olurlarsa, O’nunla rahat bulmaları da devamlı olur. O’nun üzerindeki şehadetleri sağlam olursa, O’ndan başkasına asla bakmazlar. Arifler ise, kalpleri yalnız Allah ile dolmuş, diğer varlıklardan tamamen arınmış kimselerdir. Bütün dağınık şeyler, toplayıcılarıyla birlikte onlar için birleştirilmiştir. Kaim olan Allah Teâlâ, kendine şehadetlerinden dolayı onları da kaim kılmıştır. Onlar için her şeyde bir fazlalık, her şeyde bir tevhid, içlerinden gelen her seste Allah’a dönüş, baktıkları her şeyde Allah’a delalet, her bakış ve hareketlerinde kendileri için Allah’a götüren bir yol vardır.
Onların tevhidleri devamlı artmakta, yakini imanları da, hiçbir değişme, soğuma, duraklama ve sınırlama olmaksızın devamlı surette tazelenmektedir. İçlerinden biri, sebeplere bağlanmak istediğinde rabler Rabbi Allah Teâlâ, bütün sebepleri onun için toplar. Çünkü bu toplanma ile murad edilen O’dur. Arif kul, bu dağınıklığı koklayarak kalbine gelenleri toplamak ister. Bu da, Mahbubu’na olan güveninin ve Mahbubu nezdindeki yerini sağlamlaştırmanın bir yoludur.
Allah Teâlâ, onun talebini bildiği için, kul kendisini attığı zaman, Allah da ona olan dostluk ve velayetinin ifadesi olarak onu taşır ve nefis ve hevasına muhtaç etmez. Bütün bunlar, ancak ehli olan kullar tarafından bilinebilecek makamlardır. Bu makamlar, ancak onlara yakışır. Bunlarda bulunmak, sadece onlara uygun düşer. Bu makamlar kıyasa konu olamadığı gibi, yerleri hakkında da iddiada bulunulamaz. Bunlar beklenilemeyen makamlardır. Dolayısıyla bunlar için virdler terkedilebilir. Yine bunlar, umulmayan makamlardır. Dolayısıyla bunlar uğruna gösterilecek çabalar, daima eksik kalacaktır.
Söz konusu makamlar tarafından murad edilen kullar, onları yüklenmiş kullardır. Onlar, bu makamların ilimleriyle yüzleşmişlerdir. Onlar, bu makamların yollarına sokulmuş kimselerdir. Bu makamlar için gereken azık, onlara sağlanmıştır. Bunlar, o kimselere has ve mahsus kılınmış makamlardır. Onlar, bu makamlarda daima önde gidenlerdir. Allah Teâlâ’nın velileri, elbette O’nun kullarıdır. Onlar öyle kimselerdir ki, bütün kalpleriyle taptıkları İlah’a yönelmişlerdir. Daima, yöneldikleri Mabud’larını gözler ve düşünürler. Bu sayede de, doğruyu yanlıştan ayırma kabiliyeti sayesinde Allah’ın hükmüne şahitlik eden Kitabı’n hükümlerini layık-ı veçhile anlayabilirler.
Allah Teâlâ şöyle buyurur: “O, ısrarla yöneldiğin ilahına bir bak.” (Taha/97) Allah Teâlâ bunu, kendi ibadetinden yüz çevirttiği gafiller hakkındaki şu buyruğundan sonra söylemiştir: “Dediler ki: Bir takım putlara tapıyoruz ve onlara ibadetten hiç ayrılmıyoruz.” (Şu’ara/71) Ardından da şöyle buyurmuştur: “Haydi gidin ve ilahlarınız üzerinde sabırlı olun. Muhakkak ki bu, murad edilen bir şeydir.” (Sad/6) Allah Teâlâ, bütün bu ayetlerinin ardından şöyle buyurmaktadır: “Rabbinin hükmü için sabırlı ol. Muhakkak ki sen, gözlerimizin önündesin.” (Tur/48) Arif kullar, Allah Teâlâ’nın bu ayetlerine vakıf oldukları için, emrolundukları İhlasın, İbadet olduğunu, hakiki ibadetin ise, ancak nevadan uzak durarak Allah Teâlâ’ya yönelmekle yapılabileceğini iyi bilirler.
Allah Teâlâ’nın şu buyruğunu hiç duymadınız mı? “Tağut’a ibadet etmekten sakınan ve Allah’a (tevbe ederek) yönelenler için büyük bir müjde vardır.” (Zümer/17) Allah Teâlâ’nın değişik makamlara yükselttiği bu arifler, namazın dinin direği olduğunu da yakinen bilir ve buna iman ederler. Ama onlara göre namaz, ancak takva ehli olan müttakilerin işidir. Takva/Allah korkusu ise, sadece Allah Teâlâ’ya yönelme/inabe ve sürekli tevbe etme ile tahakkuk eden bir sıfattır. Nitekim Allah Teâlâ şöyle buyurmaktadır: “Allah’a yönelerek O’ndan korkarlar.” (Rum/31) Hemen ardından şöyle buyurmuştur: “Namazı kılın ve Allah’a ortak koşan müşriklerden olmayın.” (Rum/31)
Ariflerin, Peygamberlerin sünnetine uygun olarak ifa ettikleri amel işte böyledir. Onların Allah’a yönelmeleri ise, zikrettikleri Rablerini müşahede etmeleridir. Allah Teâlâ, onların zıddı olan kimseleri vasfederken şöyle buyurmaktadır: “Gözlerinde Benim zikrime karşı bir örtü vardır.” (Kehf/101). Hâlbuki arifler için, O’nun zikri tamamen açılmıştır. Dolayısıyla onlar, Allah Teâlâ’nın o ayetinde vasfettiği kimselerin tam zıddıdırlar. Onların zikirlerinin yani sürekli Allah’ı anmalarının hakiki özü, O’ndan gayrısını unutmalarıdır.
Nitekim Allah Teâlâ başka bir ayetinde şöyle buyurmaktadır: “Unuttuğunda Rabbini zikret.” (Kehf/24) Ariflerin devamlı surette Allah’ı zikretmeleri, onları her şeyden kaçarak Allah’a yönelmeye sevk etmiştir. Allah Teâlâ da bu meyanda şöyle buyurmaktadır: “Umulur ki zikredersiniz. Öyleyse Allah’a kaçın.” (Zariyat/50) Onlar Allah Teâlâ’ya kaçtığında, O da kendilerine yakınlığıyla kucak açmış muhabbetine götüren yolu göstermiş, rahmetini kendilerine yayarak hepsini kabzasına almış kendilerinden başka kimseyi görmemelerini ve tanımamalarını sağlamıştır. Allah Teâlâ buyurdu ki: “Mademki siz, kavminizden ve onların, Allah dışında taptıklarından ayrıldınız, o halde mağaraya sığının ki Rabbiniz, rahmetinden size bir genişlik versin.” (Kehf/16) Yine O, başka bir ayet-i kerimesinde şöyle buyurmaktadır: “Muhakkak ki ben, Rabbime gidiciyim, O beni hidayet verecektir.” (Saffat/99)
Bundan sonra virdleri ve bunların arttırılmasıyla umulan sevapları anlatacağız. Bilinen vakitlerde belli ibadetlerin yapılmasıyla sınırlandırılan evrada sürekli devam edilmesi halinde, müridin eksikliği daha çok ortaya çıkar. Mürid, bu evrada devam etmek suretiyle, azmin kuvvetini tanır, dünyevi adet ve fetretinin verdiği gevşeklikten sıyrılmayı başarabilir. Virdlerde birçok fazilet mevcuttur. Öyle ki, virdlere devam eden bir amil, hastalık veya yolculuk sebebiyle ara verdiği zaman, görevli melek sağlığında veya ikametinde yazdığı sevabı aynen yazmayı sürdürür.
Arifin uykusu, cahilin namazından daha faziletli olabilir. Çünkü uyuyan kul, uykusunda iken selamette olan, uyandığı zaman zahid ve âlim olarak amel eden bir kuldur. Şu oruç tutan ve gece kıyamına kalkan kimsenin ise, ibadetlerinde türlü afetlere mübte-la olmasından ve türlü düşmanlarla ilişki kurmasından emin olunamaz. Çünkü o, bahsettiğimiz cahil kişidir. Yaptığı amelle kendini kandırır ve bulduğunda kaybeder. Daha önce de şöyle bir hadis rivayet etmiştik: “Âlimin uykusu ibadet, nefesi teşbihtir.” Başka bir hadiste ise şöyle buyrulmaktadır: “Bir âlim, şeytanlar için bin abidden daha çetin bir rakiptir.”
Maktu’ bir hadiste ise şöyle buyrulmaktadır: “Gök ile yeri kastederek- şu, bunun üstüne düşse bile, âlim ilmini hiçbir şey için terk etmez.” Hâlbuki dünya nimetleri bir âbidin önünde açılsa, çoğunlukla Rabbinin ibadetini terk eder. Çünkü âlim, uykusunda bile Allah’ın ayet ve ibretlerini mükaşefe yoluyla öğrenebilir, Melekut-i A’la ve Esfel onun önünde açılabilir, türlü ilimlerle muhatap olup Peygamberlerin uyanıkken şahit oldukları Kudret-i İlahi’ye bir anlamıyla uykusunda şahit olabilir. Çünkü gözleri uyuşa bile kalbi diridir. Hâlbuki gafil birinin uyanık hali çoğu zaman uykulu hali gibi olabilir. Çünkü gözleri açık olmasına rağmen kalbi ölüdür. Şu halde, âlimin uykusu, cahilin uyanıklığına denktir.
Cahil ve gafil birinin uyanık hali, nasıl olur da âlimin uykusuna yakın derecede olur? Bakın Ebu Musa’nın (ra) Allah Resulü’nden (sav) rivayet ettiği hadise: “Allah Resulü (sav) Uhud’a baktı ve şöyle dedi: “İşte Uhud dağı! Hiç bir varlık onun ağırlığını bilemez. Ümmetim arasında öyle kimseler vardır ki onların teşbih ve tehlilleri, Allah katında bu dağdan bile daha ağırdır.” İbn Mesud (ra) şöyle bir hadis nakletmiştir: Allah Resulü (sav) Ömer’e (ra) şöyle buyurmuştu: “Kulun bir günde yaptığı amelin, göklerdeki ve yerdekilerden daha ağır çekmesini asla yadırgamam” Sonra da bu kulu vasfederek şöyle buyurmuştur: “O, Allah Teâlâ’yı akleden, O’na yakinen iman eden ve O’nu bilen bir kuldur.”
Aişe’ye (ra) Allah Resulü’nün Ramazan ayında kıldığı namaz sorulmuştu. Şöyle dedi: “O, Ramazan ayma mahsus bir ibadete sahip değildi. O ayda, senenin diğer aylarında yaptığından daha fazla bir şey yapmazdı.” (Buharı, Teheccüd/16 Teravih/l; Müslim, Müsafırun/125; Tirmizî, Mevakit/208; Muvatta', Salatü'l-leyl) Enes b. Malik de (ra) şunu rivayet etmiştir: “Geceleyin Allah Resulü’nü (sav) uyur görmek istediğinizde uyur bulur, uyanık görmek istediğinizde de muhakkak uyanık bulurdunuz.” Allah Resulü (sav) geceleri uyur, sonra uyuduğu kadar kıyam eder, sonra tekrar uyur, sonra da Sabah namazı için kalkardı.”
Aişe (ra) şunu nakleder: “Allah Resulü (sav) Ramazan ayı dışında hiç bir ay tam olarak oruç tutmadı. Hiçbir gece de sabah namazı vaktine kadar kıyam etmedi.” (Buhari, Savm/52, 53; Müslim, Sıyam/129, Müsafırun/139, 141; Tirmizî, Savm/56; Nesa'î, Sıyam/35, 70; İbn Mâce, Sıyam/30; İbn Hanbel, VI/54, 95, 218) Yine Aişe (ra), Allah Resulü’nün (sav) belli zamanlarda oruç tuttuğunu, belli zamanlarda orucunu açtığını, geceleri de belli bir süre kıyam edip belli bir süre uyuduğunu haber vermektedir. Başka bir hadiste ise Aişe (ra) Allah Resulü (sav) hakkında şöyle demektedir: “Allah Resulü, ‘Orucunu hiç açmıyor’ dedirtecek kadar oruç tutar, ‘Hiç iftar etmiyor dedirtecek kadar iftar eder, ‘Oruç tutmuyor’ dedirtecek kadar da oruca ara verirdi. Allah Resulü (sav) oruca niyetlenerek sabaha çıkar, sonra iftar eder, oruç tutmamaya niyetlenerek sabaha çıkar sonra oruç tutardı.” (Benzer bir rivayet için b. İbn Hanbel, 1/231, 241, 326)
Başka bir hadiste de şu husus rivayet edilmektedir: “Allah Resulü (sav) sabaha çıktığı zaman ev halkına ‘Yiyecek bir şeyiniz var mı?’ diye sorar, eğer bir şeyler sunar iseler onu yer, aksi halde ‘Ben oruçluyum’ derdi. Bir gün oruçlu olarak evden çıkmıştı. Sonra eve dönmüş biz de kendisine ‘Ey Allah Resulü, bize Hayse (hurma, kuru yoğurt ve yağın karıştırılmasıyla yapılan bir tür ezme) hediye edildi’ dedik. Şöyle buyurdu: ‘Hâlbuki ben, oruca niyet etmiştim, fakat onun yakın olanı hariç.” (Ebu Davûd, Savm/71; Müslim, Siyam/169, 170; Nesa'î, Sıyam, V/67; İbn Hanbel, VI/49, 207)
Allah Resulü’nün (sav) virdi, O’na varid olanların hükmü gereğiydi. Arifler de işte bu madenden feyiz alırlar. Yakin sahibi bu kimselerin müşahedeleri de işte böyle olur. Onlar, Allah ile beraberliklerinde belli bir vakte ve kesin sınırlamalara ihtiyaç duymazlar. Nitekim ariflerden birine ‘Allah’ı nasıl tanıdın?’ diye sorulduğunda şu cevabı vermiştir: ‘Belli vakitlerde azmetmeyi feshedip, belli vakitler için konulan niyetleri kaldırarak’. Bu anlamda virdler, normal amel sahipleri için geçerli olan vakte bağlı ibadetlerdir. Âbidler için aslolan da bu nevi vazifelerdir. Onlar, bu vazifeler sayesinde marifet yoluna girer ve bunlar sayesinde Bir olan Allah’a şahit olma makamına kadar yükselirler. İşte o noktada bütün virdler, tek bir vird olur ve onlar da Allah Teâlâ’nın müşahedesiyle ayakta dururlar.
Selef-i Salih’ten bir âlim şöyle demiştir: İman, gönderilen peygamberlerin sayısı üzere üç yüz on üç ahlaktan oluşur. Çünkü her peygamber bir ahlaka sahiptir. Her mümin de bu ahlakın faziletlerinden biri üzere olur. Bu, onun Allah’a götüren yolu, Allah’a olan yönelişi ve nasibidir. Her yolda müminlerden bir tabaka vardır. Bunlardan bazıları, makam bakımından bazılarından üstte yer alırlar.
Başka bir âlim de şöyle demiştir: Allah Teâlâ’ya giden yollar, müminlerin sayısıncadır. Bir arif ise şöyle derdi: Allah’a giden yollar, mahlûkatın sayısı kadardır. Çünkü yaratılan her mahlûka şahit olanın bir yolu olur. Yaratılanlar, aynı zamanda Yaratan’a götüren yollar mesabesindedir.
Bir başka hadiste şöyle buyrulmaktadır: “İman, üç yüz otuz üç yoldur. Kim, bu yıllardan biri üzerinde şehadeti ile Allah Teâlâ’ya mülaki olursa, cennete girer.” Bu meyanda Allah Teâlâ şöyle buyurmaktadır: “Herkes kendi yolu üzere amel eder. Yol bakımından kimin daha doğru olduğunu Rabbiniz daha iyi bilir.” (İsrâ/84) Allah Teâlâ’nın bu buyruğu, söz konusu müminlerin hepsinin de hidayet üzere olduğunu, ancak içlerinden bir kısmının diğerlerinden daha doğru bir yol üzere olduklarını gösterir.
Bazılarının yolu, Allah Teâlâ’ya diğerlerinin yollarından daha yakın ve daha faziletlidir. Allah Teâlâ’ya daha yakın olan yolu aramak, mendub görülmüş ve bu hususta yarışıp rekabet etmek, teşvik edilmiştir. Allah Teâlâ buyurdu ki: “Ey iman edenler, Allah’tan korkun ve O’na vesile arayın.” (Maide/35) Buradaki ‘Vesile’ Allah Teâlâ’nın yakınlığıdır. Yine Allah Teâlâ, şöyle buyurmaktadır: “Onların taptıkları da, Rablerine yakın olabilmek için vesile ararlar.” (İsrâ/57) Bu yollardan hangisi Allah’a daha yakındır? Allah Teâlâ’ya en yakın olan insanlar, Allah katında en yüksek makama sahip olanlardır. O’nun katında en yüksek makama sahip olanlar ise, O’nu en iyi tanıyan ve O’nun nezdinde en faziletli olanlardır.
“De ki: Herkes kendi yolu üzere amel eder.” (İsrâ/84) ayetinin tefsiriyle ilgili olarak şu tefsir rivayet edilmiştir: Yani herkes vahdaniyet şuuruna göre amel eder. Kısaca herkes, Allah Teâlâ’yı birleme şekli ve O’nun marifetini nasip ettiği miktarda amel ve kulluk eder. Ayetteki ‘Şâkile’ kelimesi, kişiyi şekillendiren yol, tarikat ve ahlâk manalarına gelmektedir. Ali’nin de (kv) bu meyanda şöyle bir sözü nakledilir: Her müminin, amelleri arasında bir önderi vardır. Müminin Önder kıldığı amel, sayesinde kurtuluşu umut ettiği ve Allah katında kendisini yükselteceğini ümit ettiği ameldir.
Ulemadan biri şöyle der: Kufe’nin âbidleri dört türlüdür: Bir kısmı sadece geceye sahip çıkıp gündüze sahip çıkmazlar. Bir kısmı, sadece gündüze sahip çıkıp geceye sahip çıkmazlar. Bir kısmı sadece gizli olana sahip çıkar, âşikârlığı sahiplenmezler. Bir kısmı da âşikarlığa sahip çıkıp gizli olanı sahiplenmezler.
Bazı âbidler, gece ibadetini gündüz ibadetine tercih ederlerdi. Çünkü gece ibadetinde nefis mücahedesi ve uzuvları haramdan sakınma gayreti vardır. Gündüz ise, gafillerin hareketlerine ve cahillerin ortaya çıkışma sahne olur. Gafillerin hareketlerinin ve cahillerin mevcudiyetlerinin ortada olmadığı gece vaktinin sükûnetinde sükûn bulan kul, takva sahibi bir mücahid ve fazilet erbabından bir âbid olur.
Buna karşılık şöyle denilmiştir: İbadet, sadece oruç tutup namaz kılmak değildir. Bilakis, ibadetin en faziletlisi; farzları eda edip haramlardan sakınmak ve bir dirhem dahi kazanırken Allah Teâlâ’dan korkmaktır. Bunlar da gündüzün ibadetleridir. Yüce Allah buyurdu ki: “Geceleyin sizi öldüren, gündüz de ne işlediğinizi bilen O’dur.” (En’am/60) Yani gündüz uzuvlarınızla sevap günah namına ne kazandığınızı bilir.
Dikkat edilirse, Allah Teâlâ kulun bir şeyler yapmasını gündüze bağlamıştır. Çünkü gece öldürdükten sonra gündüz onları diriltmektedir. Eğer kul, gündüz bir şey işlemezse, o zaman Allah Teâlâ tarafından diriltilmiş de olmayacaktır. Bu ise, hitab-ı ilahiye muhalefettir. Şu halde en faziletlisi gündüz ibadetidir. Hasan el-Basri (ra) ise şöyle derdi: “Amellerin en ağırı, devamlılık üzere gece kıyamıdır.”
Virdlere devam etmek, müminlerin ahlakından, âbidlerin ise Allah’a götüren yollarındandır. Bu, imanı arttırıcı ve yakini imanın alameti olarak görülen güzel bir alışkanlıktır. Aişe’ye (ra) Allah Resûlü’nün (sav) ameli sorulduğunda şöyle demiştir: “O’nun ameli devamlı idi.” (Ebu Davûd, Savm/71; Müslim, Siyam/169, 170; Nesa'î, Sıyam, V/67; İbni Hanbel, VI/49, 207) O, bir ameli yaptığı zaman, onu en güzel şekilde yapardı.
Allah Resulü’nün (sav) ikindi namazından sonra kıldığı iki rekatlık nafile namazının sebebi de buydu. Bir gün, yabancı bir heyetin kabulünden dolayı öğleden sonra kılması gereken iki rekâtı, ikindi namazından sonra kılmıştı. O günden sonra her ikindi namazından sonra iki rekât namaz kılar oldu. Aişe (ra) ve Ümmü Seleme (ra) bunu merak ederlerdi. Çünkü Allah Resulü (sav) Müslümanların sünnet haline getirmemeleri için bu iki rekâtı daima evinde kılardı.
Meşhur bir hadiste de Allah Resulü (sav) şöyle büyümüştür: “Kendinizi ancak yapabileceğiniz amellerle mükellef kılın. Siz usanmadıkça Allah Teâlâ usanmaz.” (Buharî, Savm/49, 52 Iibas/43 Rikak/18; Müslim, Müsafirun/215, 220, 221 Sıyam/58,177; Tirmizî, Kıbla/13; İbni Mâce, Zühd/28; İbni Hanbel, 11/231)
Başka bir hadiste ise şöyle buyurmaktadır: “Amellerin Allah Teâlâ’ya en sevimli geleni, az da olsa devamlı olanıdır.” (Buharî, Libas/43)
Başka bir hadiste ise Allah Resulü (sav) şöyle buyurmaktadır: “Kim Allah Teâlâ’yı bir ibadete alıştırır da sonra bezginliğinden dolayı onu terk ederse, Allah da ona gazap eder.” Bazı ravilerin müsned olarak rivayet ettikleri Aişe’den (ra) rivayet edilmiş bir hadiste ise Allah Resulü (sav) şöyle buyurmaktadır: “İlim olarak artamadığım her gün, o günün sabahında bana bereket kılınmamış demektir.”
Söz olarak rivayet edilen, kimi zaman Allah Resulü’nden (sav) olduğu söylenip kimi zaman da Hasan b. Ali’ye (ra) izafe edilen bir rivayet de şöyledir:
“İki günü eşit olan, aldanmıştır. Bugünü dününden daha kötü olan ise mahrumdur. Sürekli artış içinde olmayan eksilmededir.”
Başka bir rivayette ise şöyle denilmektedir: “Nefsinde sürekli eksiklik aramayan kimse, eksikliktedir. Eksilmede olan içinse ölüm daha hayırlıdır.”
Mümin ise daima şükreder. Şükredenler de sürekli artıştadır.
Ebû Tâlib el-Mekkî, Kûtu’l-Kulûb (Kalplerin Azığı), I/282-291.