Muridan
Zevklerin En Yücesi Ma‘rifetullâh, İ. Gazalî (k.s)

Zevklerin En Yücesi Ma‘rifetullâh, İ. Gazalî (k.s)

Zevklerin en yücesi ma‘rifetullah (Allah’ı bilmek) ve O’nun cemâlini temaşa etmektir! Ancak bu zevkten mahrum olanlar, başka zevkleri tercih edebilirler. Lezzetler idrâklere tâbidir. Mesela öfke tabiatı, düşmandan intikam almak ve gönlünü rahat ettirmek için yaratılmıştır. Öyleyse onun lezzeti galebe çalmakta, tabiatın muktezası olan intikamdadır. Yemek şehvetinin tabiatı, mesela bedenin varlığına sebep olan gıdayı tahsil etmek için yaratılmıştır. Şüphe yok ki onun lezzeti tabiatın muktezası olan bu gıdayı edinmektedir. Kulağın, gözün, burnun lezzeti, görmek, dinlemek ve koklamaktadır. Bu bakımdan bu tabiatların biri, idrâk edildiklerine nispeten bir elem ve lezzetten uzak değildir. Öyleyse kalpte de bir tabiat vardır ki ona da ilâhî nur adı verilir.

Allah’ın göğsünü İslâm’a açtığı kimse, rabbinden bir nûr üzerinde değil mi? (Zümer/22)

Buna bazen akıl adı verilir. Bazen bâtınî basiret, bazen iman ve yakîn nuru adı verilir. Adlarla meşgul olmanın bir mana ve faydası yoktur. Zira ıstılahlar değişiktir. Oysa zayıf bir kimse ihtilafın manalarda olduğunu zanneder. Çünkü zayıf kimse manaları lâfızlardan talep eder. Oysa bu, vacibin tam aksidir. Bu bakımdan kalp, bedenin diğer parçalarından ayrıdır. Öyle bir sıfatla ki o sıfat vasıtasıyla hayal edilmeyen ve âlemin yaratılışını idrâk etmesi veya kadim bir hâlika, müdebbir bir hakime, ilahî sıfatlarla mevsuf olan bir zata muhtaç olması gibi duyularla hissedilmeyen manaları idrâk eder, Bu bakımdan biz bu tabiata akıl adı verelim.

Şu şartla ki akıl teriminden, kendisiyle mücâhede ve münazara yolları idrâk edilen şey anlaşılmasın. Bu bakımdan akıl ismi bununla şöhret buldu ve bunun için de sûfîlerden bazısı aklı kötüledi. Oysa insanları hayvanlardan ayıran ve kendisiyle Allah’ın marifeti idrâk olunan bir sıfat, sıfatların en azizidir. Bu bakımdan kötülenmesi uygun değildir. O halde bu tabiatın bütün muktezası marifettir, ilimdir. Marifet de onun lezzetidir. Nitekim diğer tabiatların muktezasının onların lezzetleri olduğu gibi... İlim ve marifette bir lezzet olduğu gizli değildir. Hatta ilim ve marifete nisbet edilen bir kimse, hasis birşey hususunda olsa dahi bu nisbetle sevinir. Cehalete nisbet edilen bir kimse ise, hakir birşey olsa dahi onunla üzülür. Hatta insan, ilimle meydan okumak, hakir şeyler hakkında olsa dahi ilimle övünmekten uzak durmaya sabredemez. Tıpkı satranç bilen bir kimsenin bu bilgisinin kendisi hasis olduğu halde bu hususta başkasına ders vermekten kendisini alıkoymadığı gibi...

Bildiğini söylemekten dilini zapt edemez. Bütün bunlar ilim lezzetinin ifratından ileri gelir. Zatının kemâli ilimle kaim olduğunu sezmesinden ileri gelir. Çünkü ilim rubûbiyet sıfatlarının en özeli ve kemâlin de zirvesidir. İnsan, zekâ ve bol ilimle övündüğü zaman tabiatı rahata kavuşur. Çünkü övgüyü dinlediğinde zatının ve ilminin kemâlini sezer. Bu bakımdan nefsini beğenir ve bundan zevk alır.

Sonra çiftçilik yapmak, elbise dikmek ilminin lezzeti, mülk siyaseti halkın işini tedbir etme ilminin lezzeti gibi temiz olmaz. Nahv ve şiir ilminin lezzeti de Allah, Allah’ın sıfatları, melekleri, göklerin melekûtu, yerin ilminin lezzeti gibi olmaz. İlmin lezzeti ilmin şerefi nisbetindedir. İlmin şerefi de malumun şerefi nisbetindedir. Hatta insan hallerinin iç yüzünü bilip de haber veren bir kimse bir zevk hisseder. Eğer bunları bilmezse tabiat onu tedkike zorlar. Eğer memleket reisinin iç âlemini ve idaredeki tedbirinin sırlarını bilirse, bu bilgi onun nezdinde bir çiftçinin veya örücünün iç âlemini bilmekten daha zevkli ve daha hoş olur. Eğer vezirin sırlarına ve tedbirlerine, neler yapacağına niyet ettiğine muttali olursa bu, onun nezdinde, belediye reisinin sırlarını bilmekten daha zevkli olur. Eğer vezirin üstünde bulunan sultanın içyüzünü bilirse bu bilgi, onun nezdinde, vezirin sırlarının içyüzünü bilmekten daha hoş ve daha zevkli olur. Bununla övünür, buna dört elle sarılır ve bunu tedkik etmeye daha fazla koyulur. Bunu sevmesi başka şeyleri sevmesinden daha fazladır.

Çünkü buradaki zevk daha büyüktür. İşte bununla anlaşıldı ki marifetlerin en lezzetlisi en şereflisidir. Şerefi de malumun şerefi nisbetindedir. Malumatlar içerisinde en büyük, en kâmil ve en şereflisini bilmek, şüphesiz ki ilimlerin en lezzetlisi, en şereflisi ve en güzelidir. Keşke bilseydim, varlık âleminde bütün eşyayı yaratan, kemâle erdiren, süsleyen, başlatan ve sonucu kendisine ait olan, müdebbiri ve tertipçisi olandan daha yüce, daha şerefli, daha kâmil ve daha büyük birşey var mıdır? Acaba düşünülebilir mi ki mülk, kemâl, cemâl ve celâlde celâlinin başlangıçlarını ve ahvalinin acayipliklerini vasıf edenlerin vasıflarını ihâta etmeyen rabbânî huzurdan daha büyük bir huzur olsun!

Eğer sen bu hususta şüphe etmiyorsan, rubûbiyet sırlarına bütün mevcudâtı ihata eden ilâhî emirlerin terettübüne olan ilmin, marifet çeşitlerinin en yücesi ve bilişlerin en üstünü, en lezzetlisi, en hoşu, en iştah çekicisi olduğunda da şüphe etmemen gerekir ve yine şüphe etmemelisin ki bununla sıfatlandıklarında nefislerin sezdiğinin en uygunu olanları kemâl ve cemâldir. O, sevincin büyümesine sebep olacak en lâyık şeydir. İşte bununla anlaşıldı ki (ilim lezizdir. İlimlerin en lezzetlisi de Allah’ı, sıfatlarını, fiillerini arşından toprakların en son zerresine kadar olan memleketindeki tedbirini bildiren ilimdir.

Bu bakımdan marifetin lezzetinin diğer lezzetlerden daha fazla olduğunu bilmek uygundur. Diğer lezzetlerden gayem, şehvet, öfke ve beş duyunun diğer lezzetleridir. Çünkü lezzetler önce tür bakımından cinsî münasebetin lezzeti simâ’nın lezzetine ve marifetin lezzeti riyasetin lezzetine muhalif olduğu gibi o lezzetler heyecanlı bir gencin cimadan aldığı lezzetin, şehveti kırılmış bir kimsenin lezzetine muhalif olduğu, çok güzel olan bir yüze bakmanın lezzetinin, biraz daha çirkin bir yüze bakmanın lezzetine muhalif olduğu gibi, zâfiyet ve kuvvet bakımından daha değişiktirler. Lezzetlerin en kuvvetlisi ancak başkasına müessir olmakla tanınır; zira güzel bir yüze bakmak ve onun müşahedesinden lezzetlenmekle güzel kokuları koklamak arasında muhayyer bırakılan bir kimse, güzel yüze baktığında, bu
güzel yüzlerin, hoş kokulardan daha zevkli olduğunu bilir. Yemek vaktinde, yemek hazırlandığı zaman satranç oynayan, oyuna devam edip yemeği terk ederse, böylece bilinir ki satrançtaki lezzetin galebesi, bu kişinin nezdinde, yemek lezzetinden daha kuvvetlidir. İşte bu, lezzetlerin tercihinde doğru bir ölçüdür.

Öyle ise konumuza dönelim. Lezzetler, beş duyunun lezzeti gibi, zâhirî kısmı ile riyaset, galip gelme, keramet, ilim ve bunlardan başka olan bâtınî lezzete bölünür; zira bu son lezzetler, ne göze olan lezzettir, ne burna, ne kulağa, ne dokunmaya, ne de tatmaya olan lezzettir. Bâtınî manalar, kemâl sahiplerine zâhirî lezzetlerden daha galip gelir. Eğer kişi, yağlı tavuk ve Lûzinc’in15 lezzeti ile riyaset, düşmanları mağlub etme ve istila derecesine varma lezzeti arasında muhayyer kılınırsa, eğer bu muhayyer kılınan kişi himmeti hasis, kalbi ölü, obur bir kimse ise, et ile helvayı tercih eder. Eğer yüce himmetli, kâmil akıllı ise riyaseti tercih eder, açlığa ve birkaç gün zarurî gıdadan yoksun kalmaya bile sabretmek ona kolay gelir.

Bu bakımdan bu kişinin riyaseti tercih etmesi, riyasetin onun nezdinde hoş olan yemeklerden daha lezzetli olduğuna delâlet eder. Evet! Çocuk gibi veyahut da erkeklikten düşen bir kimse gibi, kuvvetleri kırılmış bir şahıs gibi, daha bâtınî manaları tam tekâmül etmemiş eksik bir kimsenin, yemeklerin lezzetini riyaset lezzetine tercih etmesi hiç de uzak bir ihtimal değildir! Nasıl ki riyaset ve kerametin lezzeti çocukluk ve ikti-darsızlık eksikliğini geçiren bir insana en galip lezzet oluyorsa, rubûbiyet cemalini mütalaa etmek, ulûhiyetin sırlarına bakmak, halkın arasında en galip olan, lezzetlerin en yücesi olan riyasetten daha lezzetlidir. Bunu tabir ve ifade etmenin en güzel şekli şöyle demektir:

Yaptıklarına karşılık olarak onlar için ne gözler aydınlatıcı (nimetler)in saklandığını hiç kimse bilemez!(Secde/17)

Allah Teâlâ, onlar için hiçbir gözün görmediği, hiçbir kulağın işitmediği ve hiçbir beşerin kalbine gelmeyen nimetleri hazırlamıştır. Bunu ancak iki lezzeti birden tadan bilir; zira şüphesiz ki böyle bir kimse tek başına yaşamayı, tefekkürü, zikri başka şeylere tercih eder. Marifet denizlerine dalar. Riyaseti terk eder. Kendilerine reislik yaptığı halkı reisliğinin yok olacağını bildiğinden ve riyaseti altında bulunan kimselerin fâni olduklarını anladığından, riyasetin hiçbir zaman üzüntülerden uzak olmadığını bildiğinden ve yeryüzü süsüne büründüğü ve yeryüzünde yaşayanlar artık ona kâdir olduklarını zannettikleri zaman kaçınılması mümkün olmayan ölümle sonuçlanacağını bildiğinden onları hakir görür. Onlara nisbeten Allah’ın marifetinin lezzetini, sıfat ve fiillerinin mütalaasını a’lâ-yı illiyyîn’den esfel-i sâfilîn’e kadar memleketinin nizamını büyük görür. Çünkü Allah’ın memleketi mücadele ve üzüntü verici olaylardan uzaktır. Oraya gelenler için geniştir. Genişliğinden ötürü onlara dar gelmez. Takdir bakımından onun genişliği ancak gökler ve yer kadardır. Nazar mukadderattan çıktığı zaman onların genişliğinin nihayeti yoktur. Onun mütalaasından ötürü ârif, daima genişliği gökler ve yer kadar olan bir cennettedir. O cennetin bahçelerinde dolaşıp meyvelerinden koparır. Havuzlarından kana kana içer. O nimetlerin sonunun gelmeyeceğinden emindir; zira bu bahçelerin meyveleri ne koparılmış, ne de bir kimseye yasak kılınmıştır. Sonra o ebedî ve sermedîdir. Ölümle sonuçlanmaz; zira ölüm, Allah’ın marifetinin merkezini yıkmaz. Marifet merkezi de Rabbanî ve semavî bir emir olan ruhtur. Ölüm onların hallerini bozar, meşguliyetlerine son verir, mânilerini ortadan kaldırır ve o ruhları azad eder. Onu yok etmek ise mümkün değildir.

Allah yolunda öldürülenleri ölüler sanma! Doğrusu onlar diridirler, rableri katında rızıklanmaktadırlar. Allah’ın keremiyle kendilerine verdiklerinden sevinçli olarak; arkalarından henüz kendilerine yetişemeyenlere de korku olmadığına, onların da üzüntüye uğramayacaklarına sevinirler.(Âlu İmran/169-170)

Sakın bu nimetlerin, savaş meydanında öldürülen bir kimseye mahsus olduğunu zannetme; zîra ârif kişiye her nefeste bin şehidin derecesi verilir!

“Şehid olan kişi, dünyaya dönüp bir daha öldürülmeyi temenni eder. Bu temennisinin sebebi müşahede ettiği şehidliğin büyük sevabıdır.” (Buharî, Müslim)

Şehidler âlimlerin yüce derecelerini gördüklerinde, bu mertebelerine rağmen âlim olmayı temenni ederler.

Durum bu olduğundan gök melekûtu ve yerin bütün bölgeleri ârif kişinin meydanıdır. Dilediği yerde yerleşir. O yere cismiyle, şahsıyla gitmeye ihtiyacı yoktur; zira ârif kişi melekûtun cemâlini mütalaa ettiğinden dolayı genişliği gök ve yer kadar olan bir cen-nettedir. Her ârif için bu kadarı vardır. Biri diğerinin yerini daraltmaz. Ancak onlar nazarlarının ve marifetlerinin genişliği nisbetinde tenezzüh yerinin genişliğinde farklıdırlar. Onlar da Allah katındaki derecelerdir. Onların derecelerinin farklılığı sayılamayacak kadar çeşitlidir. Böylece anlaşıldı ki bâtınî olan riyaset lezzeti, kemâl sahiplerinin nezdinde bütün duyuların lezzetlerinden daha kuvvetlidir.

Bu lezzet herhangi bir hayvanda, bir çocukta veya aklı tekamül etmemiş bir kimsede yoktur. Duyularla hissedilen, şehvetlerle bilinen lezzet de riyaset lezzetiyle beraber kemâl sahipleri için vardır. Fakat kemâl sahipleri riyaseti daha fazla tercih ederler. Allah’ın marifetinin, sıfatlarının, fiillerinin göklerin melekûtunun, mülkün esrarının, zevk bakımından riya-setten daha büyük olmasının manasına ise, ancak marifet mertebesine varmış, o mertebeyi tatmış bir kimse nâil olabilir. Basireti olmayan bir insana bunu isbat etmek mümkün değildir. Çünkü bu kuvvetin kaynağı kalptir.

Nasıl ki çocuklara cimâ’nm lezzetinin top oynamanın lezzetinden daha üstün olduğunu ispat etmek mümkün değilse, erkeklik özelliğinden mahrum olan bir kimseye binefsec çiçeğini koklamaktan alınan lezzetten cimâ lezzetini daha büyük bulmak mümkün değilse... Çünkü bu kimse cimâ lezzetini idrâk eden kuvveti kaybetmiştir. Fakat erkeklik kuvvetine sahip olan bir kimse aynı zamanda koklama duyusu sağlamsa bu iki lezzetin arasındaki farkı idrâk eder. Bu kişi ancak şöyle demek kalır: Sevkeden bilir!’ Hayatım hakkı için ilim talebeleri her ne kadar, ilâhi işlerin marifetini talep etmekle meşgul olmasalar da onlar müşkilatların inkişafı anında bu lezzetin kokusunu koklarlar.Öğrenmesine gayret sarfettiği girift meselelerin çözümü anında o zevki duyar; zira onlar da marifet ve ilimlerdir. Her ne kadar o ilimlerin malumatları ilâhî malumatların şerefi gibi şerefli değil ise de... Uzun zaman Allah’ın marifetini düşünen ve kendisine Allah’ın mülk esrarından keşfolunan velev ki az birşey olsa bile bir kimseye gelince, o kimse keşfin husulü anında kalbinde öyle bir ferahlık bulur ki neredeyse onunla uçar. Ferah ve sürûrun kuvvetinden ötürü sebat ettiği için nefsini hayran hayran seyreder. Bu makam ancak zevk ile idrâk edilen bir makamdır.
Burada sözün faydası pek azdır. İşte bu kadarcık birşey bile Allah’ın marifetinin eşyanın en lezzetlisi olduğuna ve ondan daha üstün bir lezzet olmadığına dikkatini çeker.

Bunun için Ebu Süleyman ed-Dârânî şöyle demiştir: ‘Allah’ın birtakım kulları vardır. Ne ateşin korkusu ve ne de cennetin ümidi onları Allah’tan meşgul etmez. O halde, dünya onları Allah’tan nasıl meşgul edebilir?’

Mâruf-u Kerhî’ye, ihvanından biri sordu:

- Ey Ebu Mahfuz! Bana söyler misin, seni halktan ayırıp ibadete daldıran nedir?

Mâruf-u Kerhî sustu. Sonra suali soran dedi ki:

- Ölümün hatırlanması mıdır?

- Ölüm de ne imiş!

- Kabir ve berzahın hatırlanması mıdır?

- Kabir de ne imiş!

- Cehennem korkusu veya cennet ümidi midir?

- Bunlar da ne imiş! Bir sultan vardır. Bütün bunlar onun kudret elindedir. Eğer O’nu seversen, bütün bunları sana unutturur. Eğer O’nunla aranda bir marifet varsa, bütün bunların yerine geçer.

Hz. İsa’nın haberlerinde şöyle vârid olmuştur: ‘Bir şahsın, Allah’ın talebiyle var kuvvetiyle meşgul olduğunu gördüğünde o talebin onu Allah’ın masivasından meşgul ettiğini bil!’

Meşâyihten biri rüyasında Bişr b, Haris’i görerek kendisine sordu:

- Ebu Nasr Temmar17 ve Abdülvahab Verrak18 ne yaptılar?

- Onları Allah’ın huzurunda yeyip içtikleri halde bırakıp geldim!

- Ya sen?

- Allah yemek ve içmek hususundaki isteğimin azlığını biliyor.Bunun yerine cemâline bakmayı bana nasip eyledi!

Ali b. Muvaffık’tan şöyle rivayet ediliyor: Rüya âleminde cennette olduğumu gördüm. Bir sofranın sağında oturan bir kişi vardı. İki melek onun sağında ve solunda oturuyordu. Ona güzel yemeklerden lokmalar veriyor, o da yiyordu. Cennet kapısında ayakta duran birini gördüm ki halkın yüzünü kontrol ediyor, bazısını içeri alıyor, bazısını geri çeviriyordu. Sonra onları geçip Hazret’ül Kuds’a. (Arşın sağında ve cennetin en yücesinde bulunan bir yerdir) vardım. Arşın çadırlarında bir kişi gördüm ki gözlerini dikmiş, Allah Teâlâ’nın cemâline bakıyor, hiç gözünü kıpırdatmıyordu. Bunun üzerine cenneti idare eden Rıdvan adlı meleğe ‘Bu kimdir?’ diye sordum. ‘Bu Mâruf-u Kerhî’dir. Allah’a, ateşinin korkusundan ve cennetine aşık olduğundan değil, sevgisinden ötürü kulluk yaptı. Böylece, Allah Teâlâ, kıyamet gününe kadar cemâline bakmayı ona mübah kıldı’ dedi.

Bu rüyada bahsi geçen diğer iki kişinin de Bişr b. Haris ile Ahmed b. Hanbel olduğu söylenmiştir.

Ebu Süleyman dedi ki: ‘Kim bugün nefsiyle meşgul olursa, o yarın da nefsiyle meşguldür! Bugün rabbiyle meşgul olan bir kimse yarın da rabbiyle meşguldür!’

Süfyan es-Sevrî, Rabia Hatun’a şöyle sordu: ‘Senin imanının hakikati nedir?’ Rabia Hatun ‘Ben asla ateşin korkusundan veya cennetin sevgisinden dolayı Allah’a iman etmedim ki ben kötü bir işçi gibi olayım. Aksine sevdiğimden ve iştiyakımdan dolayı Allah’a kulluk yaptım!’

Hz. Rabia, muhabbet manasında nazm ile şunları söyledi: ‘Seni iki sevgi ile severim! İlki heva sevgisi, ikincisi de sevgi ehlisin diye seni severim! Heva sevgisine gelince o, senin zikrinle herşeyden uzaklaşmamdır. Senin ehil ve müstehak olduğun sevgiye gelince, o da bana perdeleri seni görecek derecede aralamandır. Orada ne hamd var, ne de benim hünerim! Fakat hamd hem orada, hem burada sana mahsustur!’

Muhtemelen Rabia Hatun, heva muhabbetinden Allah Teâlâ’nın dünyada kendisine ihsan ve inam ettiği suretteki sevgiyi kasdetmiştir. Allah Teâlâ’nın müstehak ve ehil olduğu muhabbetten de O’nü celâlinden ve kendisine keşfolunan cemâlinden dolayı sevmesini kasdetmiştir. İşte bu ikincisi, iki sevginin en yücesi ve kuvvetlisidir. Rubûbiyet cemâlini mütalaa etmenin lezzeti öyle bir lezzettir ki Hz. Peygamber rabbinden hikâye ederek onu şu şekilde ifade etmiştir:

Salih kullarıma hiçbir gözün görmediği ve hiçbir kulağın işitmediği ve hiçbir beşerin kalbine gelmeyen şeyleri hazırladım.

Bu lezzetlerin bazısı, kalbinin saflığı ve temizliği zirveye varmış kimseler için daha dünyada iken verilmiştir ve bunun için de bazıları şöyle demiştir: ‘Ben Yârab! Ya Allah! diye çağırıyorum ve görüyorum ki bu, kalbimin üzerine dağlardan daha ağır geliyor; zira çağırmak ancak perdenin arkasından olur. Acaba yanında oturanı uzakmış gibi çağıran birini hiç gördün mü? Bunun için bazıları der ki: ‘Kişi bu ilimde zirveye vardığında halk ona taşlar atar!’ Yani onun konuşması halkın akıllarının hududunu aşar.

Bu bakımdan bütün âriflerin maksadı; Allah’ın (manevî visali ve) mülakatıdır. Evet, sadece budur!

İşte budur o göz aydınlığı ki ondan insanlar için ne kadarının hazırlandığını hiçbir kimse bilmez. Bu göz aydınlığı hâsıl olduğunda bütün üzüntüler bertaraf olur. Halk nimetlere dalar. Eğer ateşe atılırsa, daldığından dolayı birşey hissetmez. Eğer ona cennet nimetleri arzolunursa, nimetinin kemâli için dönüp ona bakmaz bile. Çünkü artık ötesinde makam olmayan bir makama varmıştır. Keşke duyularla hissedilenlerin sevgisinden başkasını
anlamayan bir kimsenin, nasıl Allah’ın cemâline bakmanın lezzetine iman ettiğini bilseydim! Oysa Allah’ın ne şekli, ne de sureti vardır. O zaman Allah’ın kullarına va’di ve cemâline bakmanın en büyük nimet olduğunu zikretmesinin manası ne olabilir? Allah’ı tanıyan bir kimse değişik şehvetlerle dağıtılmış lezzetlerin tamamının bu lezzetin kapsamına dahil olduğunu bilir.

Nitekim şair şöyle demiştir: ‘Kalbimin değişik hevaları vardır. Göz seni gördüğünden bu yana hevalarım bir araya geldi. Bu sefer kendisinden kıskandığım, benden kıskanmaya başladı. Sen efendim olduğundan beri insanların efendisi oldum. Ey benim dinim ve dünyam! Dünyalarını kendilerine terk ettim!’

Biri şöyle demiştir: ‘O’nun terki ateşten daha büyüktür. O’na kavuşmak cennetten daha hoştur’. Onlar bununla ancak kalbin Allah marifetindeki lezzetini, yemek, içmek ve cinsî münasebetin lezzetine tercih etmeyi kast etmişlerdir. Çünkü cennet, duyuların lezzetlenme madenidir. Kalbin zevki ise sadece Allah’ın mülâkatındadır. Halkın zevklerinin farklılığının misali, zikredeceğimiz şu misaldir: Bir çocukta hareket ve fark etmesinin başlangıcında bir tabiat belirir ki onunla oyunları ve eğlenceyi sever. Hatta o tabiat çocuğun yanında diğer eşyanın hepsinden daha lezzetli olur. Sonra süsün, elbise giymenin, hayvanlara binmenin zevkini hisseder. Bunların yanında oyunun lezzetini hakir sayar. Sonra cinsî münasebetin, kadın şehvetinin zevkini hisseder. Bundan ötürü ve bunun visali uğrunda bütün öteki istekleri bırakır. Sonra riyaset, yükseklik ve zenginlik zevki baş gösterir ki bu da dünya zevklerinin sonuncusu, en büyüğü ve kudretlisidir.

Biliniz ki dünya hayatı bir oyun, eğlence, süs, aranızda bir övünme, mal ve evlat çoğaltma yarışıdır.” (Hadîd/20)

Bundan sonra başka bir tabiat belirir ki onunla Allah’ın marifeti idrâk edilir. Fillerinin marifeti bilinir. İşte şahıs, bununla, bundan önceki şeyleri hakir sayar. Bu bakımdan her sonradan gelen daha kuvvetlidir. Bu ise en sonuncusudur; zira oyun sevgisi, erginlik yaşında ortaya çıkar. Kadın ve zînet sevgisi bülûğ yaşında, riyaset sevgisi yirmiden sonra, ilim sevgisi kırka yakın ortaya çıkar ki bu en yüce hedeftir! Nasıl ki çocuk, kadınlarla oynayıp riyaset talebinde bulunan bir kimseye oyunu terkettiği için gülerse, aynen bunun gibi baş olanlar da baş olmayı terkedip Allah’ın marifetiyle meşgul olanın haline güler. Ârifler ise derler ki: ‘Eğer siz bize gülerseniz, muhakkak ki biz de bir gün gelir sizinle alay edip güleriz ve bunu yakında bileceksiniz!’

Top