İnsanlığın son yol göstericisi Hz. Muhammed (s.a.v)'in hayatını artık herkes inceliyor. Onu her gün biraz daha iyi anlıyorlar ve hürmetle anıyorlar.
Aslında onu en iyi anlatan -ne kadar edîp olursa olsun-, her halde bir kul değil de Cenab-ı Allah olabilir. İşte o da: “Biz seni âlemlere rahmet olarak gönderdik”
Her vasfı ki, imtiyazı haiz
Tarih onu vasfederken aciz
PEYGAMBERİMIZİN DOĞUMU (20 Nisan 571)
Onun doğumu Rebiü’l-Evvel ayının on ikinci gününe tesadüf eden pazartesi sabahıdır. Fil yılı denilen, Kur’an-ı Kerim’de Kabe-yi Muazzama’yı yıkmak için gelen Ebrehe ordusunun perişan olduğu yıla tesadüf eder. Anneleri Âmine onun doğumunda ağrı ve sızı duymamış, doğumu dedesine haber verilince, ilerde göklerde ve yerde medh ü sena edilecek birisi olacağı için o da ismini Muhammed koymuştur. Rasûlullâh’ın (s.a.s) doğumunu yahudi-hıristiyan herkes biliyordu.
Bugün bile Mekke ahalisi onun doğum yıldönümünde doğduğu yeri ziyaret ederler ve ihtifaller düzenlerler. Onun doğduğu yıl içersinde bolluk ve bereket olmuş, Mekkeliler görülmedik bir nimete kavuşmuşlardı. Kureyş daha önceki senelerde kıtlık çekiyor, bütün ahali açlıktan kırılıyordu. Büyük insanlar, tabiatıyla da peygamberler hep öyledir. Doğuşlarında ve hayatlarında insanlığın refah ve saadet kapıları açılır. Gelmesi muhtemel birçok bela ve musibetler de onların sayesinde yeryüzüne inmez. Meğerki onlar zor bir durum ile karşı karşıya kalmasın, işte o yıl da öyle olmuştur. Ağaçlar yeşermiş, çiçeklenmiş, gökten bereketli yağmurlar inerek, yeryüzü bir başka havaya bürünmüştür. Meyve ağaçlarında ayrı bir bolluk ve bereket vardı. Hayvanlar semiz ve tavlanmıştı. Fakat doğumu anında en büyük birkaç mucize vardır ki, onları da şöylece sıralamamız mümkündür.
1. Doğduğu saatte kisranın sarayı sallandı ve ondan on dört sütun yıkıldı.
2. Mecusilerin, bin seneden beri durmaksızın yanmakta olan ateşleri birdenbire sönüverdi.
3. Sava gölü kurudu.
4. Onun doğduğu anda bütün dünyayı da içine alan büyük bir zelzele vukua gelmiştir. İmam-ı Busiri, onun doğumunda İran kisrasının sarayının nasıl yıkıldığını şöyle ifade eder. (Resulullah doğduğu gün ) Bir daha toplanmaz şekilde dost ve askerleri dağıldığı gibi, İran hükümdarının sarayı da yarılmış oldu.
Ateşperestlerin taptıkları ateş üzüntüsünden nefeslerini kesip sönmüş ve faydalandıkları Fırat nehri hüzün ve nedametinden mecrasını unutmuştur. Sava gölünün yere batması, Sava şehri halkını meyus ve mahzun edip susuz olarak gayz ve hiddetle meyushâne bir hale döndüler.
Peygamber efendimizin sütanneleri Halime’dir. Onu sütanneleri almadan önce amcası Ebû Leheb’in cariyesi Süveybe emzirmiştir. Hz. Halime, kocası Haris ile müslümanlığı kabul etmişlerdir. Sütkardeşlerinin ikisi Abdullah ile Şeyma da müslüman olmuşlardır. Sütannesinin yanında beş sene kalan Efendimiz (a.s) yüzünün nuraniliğiyle, hal ve harekelinin temiz ve berraklığı ile diğer çocuklardan hemen fark ediliyordu. Efendimizi, sütannesinden dedesi Abdulmuttalib yanına almıştır. Anne Âmine ile Ümmü Eymen, çocuğu gözleri gibi koruyorlardı.
Günlerden bir gün Hz. Âmine, Beni Neccar’dan olan akrabalarını ve hem de kocası Abdullah’ın mezarını ziyaret etmeyi düşünerek Medine’ye bir ziyaret yolculuğu yaptı. Babası Abdullah, o doğmadan altı ay önce vefat etmişlerdi. Ziyaretler yapılmış geri dönülüyordu. Evba denilen köye geldiklerinde Hz. Âmine hastalandı ve çok geçmeden de vefat etti. Böylece Peygamberimiz, anne şefkatinden de mahrum kalıyordu. Ona bundan sonra sekiz yaşına kadar dedesi Abdulmuttalib bakacak, onun vefatından sonra da amcası Ebû Talib’in himayesine sığınacaktı. Ebû Talib, ona elinden geldiği kadar öksüzlüğünü hissettirmemeye çalışıyordu. Hatta onu kendi öz evladından bile çok seviyordu. Yatarken bile onu yanından ayırmıyordu. O, 10 veya 12 yaşlarında iken amcasının ve Mekkelilerin sürülerini güderdi. Çobanlık, Araplar arasında hasiyet kırıcı bir meslek sayılmazdı. Avrupalılar bunu haysiyet kırıcı addetmiş olsalar bile, onların sözlerine itibar olunmaz. Peygamberimiz bunun için bir müddet sonra şöyle buyuracaktır:
ما بعـث الله نـبـيـاً إلا راعى غـنـم
“Allah hiçbir peygamber göndermemiştir ki, o koyun çobanlığı yapmış olmasın” Çöl hayatında çobanlık, bir geçim vasıtasıdır. Bu, hem bütün peygamberlerin de mesleğidir. Tabiat ve hayvanlarla baş başa kalmak, insanların nasıl idare edileceğinin temrinin yapılması cihetinden düşünülecek olursa, çobanlık hakir görülecek bir meslek asla değildir. Hem sonra şunu da bilmek lazımdır ki Peygamber Efendimizin 63 yıllık mübarek ve feyizli hayatının ancak bir senesi çobanlık yapmakla geçmiştir. Diğer kalan yıllarını başarılı ve karlı bir ticarî hayat ve başkumandanlıkla geçirmiştir. Yani onun, insan rütbesinin erişebileceği her şey ve erişemeyeceği peygamberlik gibi en yüksek rütbeleri vardır.
12 yaşında iken amcası Ebû Talib Suriye’ye yaptığı bir seyahate onu da beraberinde götürmüş ve orada kilisede bulunan Papaz Bahira gördüğü işaretlerden onun peygamber olacağını haber vermiştir.
İslâmiyet’ten önce Araplar arasında devam eden savaşlardan Ficar harbinde bulundu. Fakat kimseye ok atmadı. Yalnız karşı tarafın attığı okları toplayarak amcasına vermiştir. Bu harplerden sonra “hılfü’l-füdul” denilen antlaşmada bulunmuştur.
Yine o dönemde Hz. Hatice, bazı kimselere ortaklık ile sermaye verip ticarete gönderiyordu. İşte böyle bir ticaret kervanıyla Peygamberimiz, Şam’a gitmiş ve bol kazanç sağlamıştı. Bir müddet sonra Hz. Hatice (r.anhâ) validemiz ile evlendiler. O zaman yaşları 25’i göstermekteydi. Bundan sonra onu aile reisi olarak görüyoruz. Hz. Peygamberin üçü oğlan, dördü kız olmak üzere yedi evladı olmuş, bunlardan İbrahim hariç hepsi de Hatice (r.anhâ)’den doğmuştur. Erkek evlatları; Kasım, Abdullah ve İbrahim’dir. Kız evlatları da Zeynep, Rukiye, Ümmü Gülsüm ve Fatıma’dır. Erkek çocuklarının hepsi küçük yaşlarda vefat ederken, kız çocukları büyümüşlerdir. Rasûlullâh, onları kendi eliyle gelin etmiştir. Kızlarını da hep münasip olanlarla evlendirmiştir. Yalnız bi’setten sonra, damatlarından biri bir müddet karşı safta, yani düşman safında kalmış, daha sonraları ise müslümanların yanında yerini almıştır.
Hz. İbrahim ile oğlu İsmail’in tamir ettikleri Kabe-i Muazzama zamanla yıkılmış tamire ihtiyaç gösteriyordu. Onun tamiri normal seyriyle devam ederken Hacer-i Esved denilen taşın yerine konulmasında ihtilaf meydana gelmiş her kabile bu şerefin kendilerine ait olmasını arzu ettiği, işin kılıca dayandığı bir anda Hz. Peygamberi hakemlik makamında görüyoruz. Böylece onun adaletle yaptığı hakemlik sayesinde bir felaketin önü alınmış, kan dökülmesi önlenmiş bulunuyordu. Hayatı boyunca putlardan nefret ederdi. Kavminin halini düşünüyor ve üzülüyordu. Yaşı 40’ı gösterdiği zamanlardı. Halinde bir başkalık sezilmeğe başlandı. Uzlete çekilmek kendisine sevdirildi. Dünya meşgalelerinden el etek çekip Hira mağarasında hanif dini üzere ibadete ve tefekküre dalardı. İşte miladın 610’uncu yılındayız. Aylardan mübarek Ramazan ayı. Yine Resulullah’ı, Hira dağına yollanır bir halde görüyoruz. Vakarlı bir yürüyüş, başı önde tefekküre dalmış bir haldedir. Mağarada bulunduğu bir sırada kendisine vahyi ilahi gelmiştir. İlk inen ayet ‘Alak suresinin ayetleridir. Yaradan Allah, okumayı emrediyordu. Bundan sonra ilahi mesuliyet başlıyordu. Davet ilk anlarda gizliden gizliye, daha sonraları da yakın akrabalarından başlamak üzere aleni olarak yapılmaya ve her geçen gün de müslümanların sayısı artmaya başlıyordu. İlk müslümanlar birçok işkenceye maruz kalmışlardır. Kureyş’in işkenceleri artması üzerine on beş kişilik bir kafile Habeşiştan’a hicret etmek mecburiyetinde kalmıştır. Tabi bu arada müslümanlık da yavaş yavaş ilerliyordu. Hz. Hamza ve Hz. Ömer’in de müslüman oluşları, İslam dinin biraz daha kuvvet bulmasına sebep oldu.
Kureyş çeşitli işkenceleri yeni müslüman olan, bilhassa kimsesi bulunmayanlara tatbik ederken bunu da yeterli görmemiş, bir de müslümanlarla her türlü alış verişi kesip onları açlık ile mahvetmek üzere harekete geçtiler ve inananlara boykot ilan ettiler. Ablukada başta Peygamberimiz olmak üzere sahabiler çok sıkıntılı günler geçirdiler. Açlıktan ağaç yapraklarını ve kabuklarını kemirdiler. Hayvan derilerinden açlıklarını gidermeye çalıştılar. Bu arada çocukların açlık karşısında durumları daha da acıydı. Bu sıkıntılar devam ederken bi’setin onuncu yılında Hz. Hatice ile Ebû Talib’in vefat edişleri yaranın üzerine tuz biber gibi-oldu. Bu sıkıntıların devam ettiği bir sırada idi. Peygamberimiz; bir melce bulurum, diye Mekke’nin dışına çıkmayı düşünüyordu. Kararını Taif üzerine verdi. Taif, üzüm ve hurma bahçeleriyle güzel bir yerdi. Havası da temizdi. 620 senesi içerisinde Mekke’den ayrılarak Taif’e hareket etti. Orada bulunan bir cemaate, kendisinin peygamber olduğunu anlatarak onları İslamiyet’e çağırdı. Fakat onlar İslamiyet’e icabet etmedikleri gibi, gereken misafirperverliği bile kâinatın efendisine çok gördüler. Çocukları ve köleleri onun üzerine saldırtıp onu taşa tutturdular. Rasûlullâh ve evlatlığı Zeyd b. Harise, ayaklarından kanlar damlayarak Taif’ten ayrılırken bir üzüm bağına sığındılar. Orada Ninovalı bir köle olan Addas, olanları uzaktan seyretmekle yetinen efendisinin emriyle onlara bir tabak içinde üzüm takdim etti. Aralarında geçen bir konuşmadan sonra onun peygamber olduğunu anlayan köle Addas, Efendimizin ayaklarına kapanarak tazim ve hürmet gösterdi. Allah Rasûlü, Taif yolculuğundan döndükten sonra, kabileleri İslam’a çağırmak üzere harekete geçti. Gerekli randımanı alamadı. Sıkıntılı günler birbirini kovalıyordu. İşte böyle bir sıkıntılı zamanda Onun göklere urûc ettiğini görüyoruz. Bu miraçtır. Bu makamda kendisine üç hediye verilmiştir.
1. Bakara suresinin son iki ayeti
2. Ümmetinden şirk koşmayanların cennete gireceği müjdesi
3. Miraç yolculuğun armağanı olan beş vakit namaz, o yolculukta erdiği birçok lütuflar vardır ki, bunları dil ile tarif etmek imkânsızdır. Bu mazhariyet ondan başka kimseye nasip olmamıştır. Miraç yolculuğundan sonra sıkıntılardan kurtulma, perdeler yavaş yavaş aralanmaya başlamıştır. Bundan dolayı Akabe biatları yapılmıştır. Bu biatlerle Medine artık Hz. Peygamber’e kucağını açmış bulunuyordu. Hatta biatlerden sonra Süveyd b. Sabit ve İyas b. Muaz gibi kimseler ilk iman etme şerefine erenler oldular. Yapılan birinci ve ikinci Akabe biatları, Kureyş’i telaşa düşürdü. Ellerindeki Hz. Muhammed’i öldürüp, İslamiyet’i böylece yok etmeyi düşünürlerken bir de işin içine biatler girince planları suya düşer gibi oluyordu. Bir karara varılması gerekiyordu. Peygamberimiz (s.a.s) ashaptan bazılarına göç etme emrini vermişti. Bunun üzerine Kureyş’in telaşı daha da artıyordu.
Nihayet Daru’n-Nedve’de toplandılar. Uzun tartışmalardan sonra peygamberi öldürmeye karar verdiler. Plan bu idi. Onlar hile ve plan hazırlıyordu, ama Cenab-ı Allah da onların bu planlarını yüzlerine çarpıyor ve onu boşa çıkarıyordu. Bu planın tatbik sahasına konulacağı sabahın gecesi idi ki, ona da hicret için emir geldi. Evinin etrafı tamamen sarılmıştı. Yatağında yatmasını ve sabahleyin emanetleri sahiplerine tevdi etmesini emrederek, Hz. Ali’yi kendi yatağına yatırdı. Kendisi de Sure-i Yasin’i okuyarak onların gözlerinin önünden çıkıp gitti. Evi muhasara edenler işin farkına güneşin doğmasıyla varabildiler. Peygamber, emir gereği yol arkadaşı Hz. Ebû Bekir’in evine vardı. Gerekli tedarik zaten yapılmıştı. Düşmanı şaşırtmak için bir müddet Sevr Dağı’na giderek orada üç gün kaldılar. Ortalık yatışınca da Medine’ye doğru yola çıktılar. Süraka onları takip etti. Fakat her saldırışında perişan oldu. Sonunda aman diledi, müslüman oldu ve bir berat alarak geri döndü. Peşinden gelen düşmanları da geri çevirdi. Böylece öldürmek için gelen Süraka, hizmete vesile olarak geri dönüyordu. Uzun bir yolculuktan sonra Medine’ye varıldı. Bundan sonra Medine hayatı başlıyordu.
Medine ahalisi, onu coşkun bir tezahüratla karşıladı. Neccar Oğullarının kızları, ellerinde defler çalarak hep bir ağızdan: Biz Neccarzâdelerin kızlarıyız. Muhammed’in komşuluğu ne hoş komşuluktur, diyerek onu karşılamışlardı. Medine’de hummalı bir faaliyete hemen geçiliverildi. Hz. Peygamber, Mekke’de kalan ailesinin son fertlerini de getirtti. Muhacir ile ensarı kardeş yaptı. Medineliler can u gönülden İslamiyet’e sarıldılar. Müminlerin namaz kılacağı bir yerlerinin olması icap ediyordu. Bunun için hemen teşebbüse geçildi. Bu mescidin yapımında bizzat Peygamberimiz de çalışmış ve ashabın şevkini artırmak için bir iki şiir de inşâd etmiştir. Müslümanlar gittikçe çoğalıyordu. Bunları namaz için bir araya toplanmak nasıl mümkün olur, diye bir durum müzakeresi yapıldı. Müşavere olundu. Herkes bu hava içersinde huzur-i Resulullah’tan ayrıldı. Ashaptan Abdullah b. Zeyd’e, o gece rüyasında ezan talim edilmiş ve bu ezan, daha gür sesli olduğu için Bilal’e okutulmuştu. Böylece müslümanlar namaz vakitlerinde kolaylıkla bir araya gelme imkânı bulmuş oldular.
Medine devrinde muhacirlerle ensar arasında kurulan kardeşliği görüyoruz. Bu kardeşlik, aynı ananın babanın evlatlarının öz kardeş oluşları değil, İslam kardeşliği idi. Ensar, muhacirlere son derece yardımcı oluyordu. Ellerinden gelen hiç bir yardımı esirgememişlerdi. Hatta öyle ki; birden fazla hanımı olanlar, Resulullah’a muhacirlerden olan kardeşlerinin nikâhlamaları şartıyla boşamak üzere müracaatta bile bulunmuşlardı. Hicretin birinci yılında mühim şu hadiseler vukua gelmiştir.
1. İlk cuma namazı kılınmıştır.
2. Mescidi şerif bina olunmuştur.
3. Hane-i Saâdet yapılmıştır.
4. Ezan meşru kılınmıştır.
5. Mescidi Nebevinin bitişiğinde ashab-ı suffaya ait yer yapılmıştır.
6. Muhacirler ve ensar arasında kardeşlik kurulmuştur.
7. Yahudilerle antlaşma yapılmıştır.
8. Hz. Aişe’nin düğünü olmuştur.
Medine devrinde müşriklerin zulüm ve ezasından Mekke’de iken kurtulan müslümanları, artık yahudilerin İslamiyet’e karşı cephe alışları ve münafıkların çoğalmaları gibi zararlı faaliyetler bekliyordu. Hicretin ikinci yılında kıblenin değiştirildiğini görüyoruz. Daha önceleri müslümanlar Kudüs’e karşı namaz kılıyorlardı. Mekkeliler de rahat durmuyorlardı. Bu sebeple Peygamberimiz küçük çapta müfrezeler ve seriyyeler çıkarmak mecburiyetinde kalıyordu. Bu arada diğer kabilelerle barış antlaşmasını da ihmal etmiyordu. Nihayet hicretin ikinci senesinde, cihada izin verildi. İşte İslam’da ilk savaş olan Bedir Harbi yine bu yılda, Ramazan ayında yapılmıştır. Cenab-ı Allah, müslümanların sayılarının az, düşmanların ise çok olmasına rağmen onları muzaffer kıldı. Bedir’de alınan esirlere insani muamele yapılmış, kimseye eziyet edilmemiştir. Kureyş, bu savaştan sonra sonu gelmeyecek bir üzüntüye düşüverdi. Kureyş, Bedrin intikamını almak için harekete hicretin üçüncü yılında geçince, müslümanlar da silaha sarılmak mecburiyetinde kaldılar. Hatta teşvikçi olurlar düşüncesiyle Kureyş kadınları bile bu savaşa iştirak etmişlerdi. İlk etapta düşman bozguna uğratıldı. Fakat Peygamberimizin emir ve komutasına uymayan 50 kadar müslüman okçunun yerinden yarılmasını fırsat bilen, İslam olduktan sonra “Seyfullah (Allah’ın kılıcı)” lakabıyla anılacak olan Halid b. Velid, mühim bir askeri noktadan hareket ederek müslümanlara ağır kayıplar verdirdi. İşte bu savaşta Resulullah’ın dişi kırılmış ve öldüğü haberi şayi olmuştu.
Mühim savaşlardan olan Hendek savaşı ise hicretin beşinci yılında yapılmıştır. Bu savaşta düşmana ağır zayiatlar verdirildi. Hicretin altıncı yılında Hudeybiye müsâlahası yapılmıştır. Yine bu yılda, İslamiyet’in neşri için etrafa mektuplar gönderilmiştir. Hayber’in fethi bu yılda müyesser olmuştur. Hicretin yedinci yılında, Resulullah (s.a.s) Kabe’yi ziyaret ettiler. Daha sonraki yıllarda Mute harbinin ve Zatü’s-Selâsil gazvesinin yapıldığını görüyoruz. Nihayet muahedeye riayet etmeyen Mekkelilerle savaşa karar veriliyor ve Mekke fethediliyor. Peygamberimiz fetihten sonra bir hutbe okuyorlar. Herkese iyi muamele yapılacağını, yalnız bunlardan bir kısmının istifade edemeyeceğini haber veriyorlar. Kabe putlardan temizleniyor. Hz. Peygamberin müezzini Bilal, Kabe’nin üzerine çıkarak ezan okuyor. Bundan sonra küçük çapta yapılan bazı savaşlarla İslam dini süratle yayılıyordu. Hz. Peygamber (s.a.s), Veda haccını yapıyor ve burada büyük bir sahabe kitlesine hitap ediyor. Bundan sonra o büyük insan hastalanıyor. Veda haccından sonra silah arkadaşlarını ziyaret ederek onlarla helalleşiyor ve onlara hayır duada bulunuyor. Hicretin 11. yılı Safer ayının on dokuzuncu bir pazar günü idi. Peygamberimiz evinden kalkarak Baki mezarlığına gittiler. Dönüşünde hastalığı daha da arttı. Biraz rahatladığını hissettiği bir sabah namazında mescide çıktı. Ebû Bekir’in arkasında cemaat olarak namazı kıldı ve ashabına şunları söyledi.
“Ben Kur’ân’ın helal kıldığını helal kıldım, haram ettiğini de haram ettim. Sizden evvelki milletler peygamberlerinin ve evliyanın mezarlarını birer ibadetgâh ittihaz etmişlerdi. Sizi böyle bir şey yapmaktan men ederim.” Müslümanlar, hastalığının hafiflemesinden çok sevindiler. Hatta sahabelerden bir kısmı uzakta bulunan evlerine gitmek için bile izin istemişlerdi. Fakat Rasûlullâh, odasına döndüğü zaman durumu bir hayli ağırlaştı. Son dakikalarını yaşıyordu. Dili zikrullah ile meşguldü.
“Ya Rabbi! Ölüm şiddetlerine karşı bana kolaylık ver, canımı tatlılıkla al!” Başı Hz. Aişe’nin kucağında etrafındakilere nasihat ediyordu. Elini kaldırdı. Parmağıyla semaya işaret etti “Refik-i a’lâ (yüce dosta)” dedi ve eli yanına düştü. Artık kâinatın efendisi, son peygamber ruhunu teslim etmişti. Acı haber hemen etrafa yayılıverdi. Sahabiler şaşırdılar ve ilk anda ne yapacaklarını bilemediler. Bunların içersinde Hz. Ömer de vardı. Hatta o: “Kim Muhammed öldü derse, onun boynunu vururum” diye kılıcını sıyırdı. Fakat Hz. Ebû Bekir gelerek ortalığı yatıştırdı. Ayetler okuyarak, her insanın -peygamberler dâhil- öleceğini haber verdi. Bâkî olan sadece Hz. Allah’tır, diye etrafındakileri teskin etti. Ona, âl ve ashabına salât ü selam olsun…
Abdullah DEMİRCİOĞLU