Muridan
Eşrefoğlu Rûmî... IŞK

Eşrefoğlu Rûmî... IŞK

Züleyha’nın Hz. Yusuf’a (a.s) karşı duyduğu aşkın ne dereceye vardığına bir baksana! Kadının bütün servet ve güzelliği bu uğurda gitmiş. Yetmiş deve yükü mücevher ve gerdanlığının var olduğu söylenir, hepsini Hz. Yusuf’un (a.s) aşkı uğruna harcamış, “Bu gün Hz. Yusuf’u gördüm” diyen herkese eline geçeni zengin edecek değerde bir mücevher vere vere elinde hiç bir şey kalmamış.

  “Sevgi” canlı varlığın, haz veren bir nesneye karşı meyil duymasıdır. Söz konusu meylin pekişip güçlenmesi haline “aşk” denir.

  Aşk duygusu, aşkın sevgilisine kul olması ve sahip olduğu her şeyi uğrunda feda etmesine yol açacağı bir dereceye varabilir.

  Aşırı aşkından dolayı diğer her şey aklından çıktığı için karşılaştığı her şeyi “Yusuf” diye çağırır olmuş, o kadar ki, başın göğe kaldırdığı zaman Hz. Yusuf’un (a.s) adını yıldızların üzerinde yazılı görürmüş.

Rivayete göre Züleyha iman edip Hz. Yusuf (a.s) onunla evlendikten sonra eski aşığı ve yeni kocasından ayrı yaşamaya yönelerek kendisini ibadete vermiş, varlığını tamamen Allah’a adamış. Hz. Yusuf (a.s) kendisini gündüz yatağa çağırsa “akşama” diye savar, akşam çağırınca da “yarına” diye ertelermiş.

Nihayet bir gün Hz. Yusuf’a (a.s) demiş ki, “ben sana Allah’ı tanımadan önce aşık olmuştum, fakat O’nu tanıyınca kendisine karşı duyduğum muhabbet, diğer her şeyin sevgisini gönlümden giderdi. O’nun sevgisine bedel istemiyorum.”

  Hz. Yusuf Züleyha’nın bu sözlerine şöyle karşılık verdi, “seninle birleşmemi emreden ulu Allah’dır. Senden iki çocuğumuz olacağını ve bunları Peygamber olarak görevlendireceğini bana bildirdi.”

  Bunun üzerine Züheyla, “Allah sana böyle emrettiğine ve beni de böyle bir neticeye vesile olarak seçtiğine göre Allah’ın emri başım üzerine!” demiş. Bundan sonra ancak kendini Hz. Yusuf’a (a.s) teslim etmiştir.

  “Leylâ ile Mecnun’un aşk hikâyesini herkes duymuştur” Mecnuna adın nedir diye sorarlar, “Leylâ” diye cevap verir. Bir gün yine Mecnuna “Leylâ ölmedi mi” derler. “Hayır, Leylâ kalbimde yaşıyor ölmedi, Leylâ benim” diye karşılık verir.

  Yine bir gün Mecnun, Leylâ’nın evi önüne gider ve gözlerini gök yüzüne diker. Ona “ey Mecnun, gökyüzüne değil, Leylâ’nın odasının duvarına bak, belki onu görürsün” derler. O böyle diyenlere “gölgesi Leylâ’nın evine düşen yıldız bana yeter” diye cevap verir.

  Anlatıldığına göre Hallacı Mansur’u (k.s) seksen gün hapsetmişler, İmamı Şiblî (k.s) bir gün ziyaretine gitmiş ve “ey Mansur, Muhabbet nedir” diye sormuş. Mansur “bu soruyu bana bugün değil, yarın sor” demiş. Ertesi gün olunca Mansur’u zindandan çıkarırlar ve üzerinde boynunu vurmak üzere yere yaygı yayarlar, bu sırada İmamı Şibli çıka gelerek karşısında dikilir. Bu anda Mansur ona seslenir, “ey Şiblî! Sevginin başı yangın, sonu ise ölümdür.

  Hallacı Mansur’un nazarında Allah’tan başka her şeyin batıl olduğuna kesin kanaat gelince ve yalnız Allah’ın hak olduğunu bilince, hak isminin onun kendi adı olduğunu unutmuş ve sen kimsin sorusuna muhatap olunca “ben hakkım” diye cevap vermiştir.

  Anlatıldığına göre sahici muhabbet, şu üç davranışta belli olur:

  1. Âşık, sevdiğinin sözünü diğerlerinin sözlerine tercih eder.

  2. Âşık, sevgilisi ile oturup kalkmayı başkaları ile bir arada olmaya tercih eder.

  3. Yine âşık, sevgilisinin rızasını kazanmayı, başkalarının hoşnutluğunu elde etmeye tercih eder.

   

  Söylendiğine göre “aşk” perdeyi yırtmak ve sırları keşfetmektir. “Vecd” hali ise zikrin lezzetine varıldığı anda ruhun, arzunun taşkınlığına katlanamamasıdır, öyle ki, bu hali yaşayan kimsenin azalarından biri kesilse hiç bir şey duymaz.

  Anlatıldığına göre adamın, biri Fırat nehrinde yıkanıyormuş, bu arada:

  “Ey günahkârlar! Bugün seçiliniz” mealindeki âyeti kerimeyi okuyan bir adamı duymuş (Yâ Sîn, 59). Ayetin içine saldığı dehşetin etkisi ile çırpınmaya başlamış ve sonunda boğulmuş ve ölmüş.

  Muhammed İbni Abdullah el-Bağdadî (k.s) diyor ki, “Basra şehrinde iken bir gün yüksek bir çatıya çıkmış bir delikanlı gördüm, yüzünü halka dönmüştü, şöyle diyordu: “Âşık olarak ölen kimse işte böyledir. Uğrunda ölüm olmayan aşkın hiç bir değeri yoktur.”

  Bu sözlerin arkasından kendini boşluğa attı. “manzarayı hayretle seyreden halk” tarafından “ölüsü” alıp götürüldü.

  Cüneydü’l-Bağdadî (k.s): “Tasavvuf, ihtiyarı terk etmektir” demiştir.

  Hikâye edildiğine göre Zünnûnü’l-Mısrî (k.s) bir gün Mescidi Haram’a girer, sütunlardan birinin altında çırılçıplak, yerde yatan hasta bir delikanlı görür, delikanlı yanık bir sesle inlemektedir. Bundan sonrasını Şeyh’in kendisinde dinleyelim:

  “Yanına sokuldum, selâm verdim ve “ey delikanlı, sen kimsin” diye sordum. “Ben âşık bir garibim” diye cevap verdi. Ne demek istediğini anlamıştım, “ben de senin gibiyim” dedim.

  Bu sırada ağlamaya başladı, onun ağlaması beni de ağlattı. Bana “sen de mi ağlıyorsun” diye sordu, “Ben de senin gibiyim” diye karşılık verdim. Bunun üzerine daha yüksek bir sesle ağlamaya başladı ve gür, yüksek bir nara attı, hemencecik ruhunu teslim etti.

  Elbisemi üzerine örttüm, kefen bulmak için yanından ayrıldım, kefen satın alıp dönünce onu yerinde bulamadım. Şaşkınlık içinde “sübhanellah” dedim. Bu sırada kulağıma gizli bir ses geldi, şöyle diyordu: “Ey Zünnun! O öyle bir gariptir ki, onu dünyada şeytan aradı, bulamadı. Malik aradı/bulamadı, cennette Rıdvan aradı, o da bulamadı.” “O nerededir?” diye seslendim. Kulağıma şu cevap geldi: “Samimî muhabbeti, çok ibadet etmesi ve hatasından derhal tevbe etmesi sayesinde Muktedir Mâlik’in (ulu Allah’ın) yanında sadakat koltuğundadır.”

  Şeyhlerden birine, “Allah’ı seven nasıl olur, alâmetleri nelerdir” diye sormuşlar, şu cevabı vermiş: “İnsanlarla az münasebet kurar, zamanının çoğunu kendisi ile başbaşa geçirir, devamlı düşünme halindedir, çok az konuşur, bakar fakat görmez, çağrıldığında duymaz, kendisine söyleneni anlamaz, başına gelen belâya üzülmez, acıktığını hissetmez, vücudunun bir yeri çıplak kalsa farkına varmaz, kendisine ağır söz söylense korkmaz.

  Yalnızlığında Allah’a nazar eder. O’nunla ünsiyet kurar, O’na yalvarır. Dünya ehliyle dünya işleri için hiç bir tartışmaya girişmez.

  Ebu Turab el-Nahbaşî (k.s) Allah sevgisinin alâmetleri hakkında şu beyitleri söylemiştir:

  “Sakın aldanma! Sevenin alâmetleri vardır.

  Onun üzerinde sevgili tarafından armağan edilmiş nişanlar vardır.

  Bunlardan biri ondan gelen belâdan haz duymasıdır.

  Onun her yaptığına sevinmesidir.

  Ondan gelen yokluk, makbul bir hediyedir.

  Yoksulluk ise bir ikram, bir geçici ihsandır.

  Delillerden biri, onun kararlı görmedir.

  Sevgilisine itaat hususunda bütün kışkırtıcı kınamalara rağmen

  Delillerden biri güler yüzlü görünmesidir.

  Kalbinde sevgiliden gelen heyecan kaynaşır

  Delillerden biri anlayışlı görünmesidir

  Nazarında sevgi sahibi olan bir soranın sözüne karşı

  Delillerden biri de tedirgin görünmesidir

  Söylediği her sözü tartarak konuşan

 

  Nakledildiğine göre Hz. İsa (a.s) bir gün bahçe sulayan bir delikanlı ile karşılaşır. Delikanlı Hz. İsa’ya: “Rabb’inden, sevgisinin zerre ağırlığındaki bir kısmını bana bağışlamasını dile” der. Hz. İsa ona “sen zerre kadarına dayanamazsın” diye karşılık verir. Delikanlı “o halde zerre kadarının yarısını versin” der. Bunun üzerine Hz. İsa onun için “Ya Rabbi! bu gence sevginin zerre kadarının yarısını bağışla” diye dua eder ve yoluna devam eder.

  Epeyce bir müddet sonra Hz. İsa’nın (a.s) yolu yine oraya düşer, delikanlıyı sorar, “delirdi, dağlara çıktı” derler. Hz. İsa delikanlıyı kendisine göstermesi için Allah’a dua eder. O sırada delikanlıyı dağlar arasında görür; onu gözlerini gökyüzüne dikmiş ve bir kaya üzerinde dimdik ayakta dururken bulur.

  Hz. İsa (a.s) delikanlıya selâm verir, selâmını almaz, “ben İsa’yım” diye kendisini tanıtarak delikanlının ilgisini çekmeye çalışırken ulu Allah’tan kendisine şu vahiy gelir: Kalbinde benim sevgimin yarım zerresini taşıyan kimse insanoğlunun sözünü hiç duyar m”? İzzet ve celâlim hakkı için sen onu testere ile ikiye biçsen onun acısını bile duymaz.”

 

  Üç şeyden kendini kurtarmaksızın şu üç şeyi iddia eden kimse aldanmıştır:

  1. Dünyayı sevmesine rağmen Allah’ı zikretmekten lezzet aldığını söyleyen kimse,

  2. İnsanları pohpohlamayı sevdiği halde amelde ihlâsı sevdiğini iddia eden kimse,

  3. Nefsinin burnunu kırmaksızın Allah’ı sevdiğini ileri süren kimse

 

  Peygamber’imiz (s.a.s) şöyle buyuruyor:

  "Öyle bir gün gelecek ki, ümmetim beş şeyi unutarak beş şeyi sevecektir:

  1. Dünyayı sevecek, ahireti unutacaklardır.

  2. Malı sevecekler, fakat ahiret günü hesaplaşmasını unutacaklardır.

  3. Mahlûkatı sevecekler, yaratıcıyı unutacaklardır,

  4. Günahları sevecekler, tevbeyi unutacaklardır.

  5. Köşkleri sevecekler, mezarları unutacaklardır."

 

 

 

 

  Mansur İbni Ammar (k.s), bir delikanlıya öğüt verirken ona der ki, “ey delikanlı! Gençliğin seni aldatmasın. Boş kuruntulara dalarak tevbe etmeyi hep ileriye bırakan ve öleceğini düşünmeyen nice genç vardır ki” “Yarın, ya da öbür gün tevbe edeceğim” diye cevap verir. Oysa tevbeye sıra getirmeden ölüm meleği ona geliverir ve kabrin boşluğuna yuvarlanır, artık orada ona ne malın, ne kölenin, ne çoluk çocuğun ve ne de ana babanın bir faydası vardır.

  Nitekim ulu Allah (c.c) şöyle buyuruyor:

 "Ne malın ve nede çoluk çocuğun fayda vermediği gün. Yalnız Allah’a temiz kalp ile gelen müstesna” (Şuarâ, 88-89).

  Allah’ım! Bize ölmeden evvel tevbe etmeyi nasib eyle, gaflette iken bizi ikaz buyur ve elçilerin önderi olan Peygamber’imizin şefaatinden faydalanmamızı müyesser eyle.

  Müminin özelliği, günah işler işlemez hemen o gün, hatta o anda tevbe etmesi, işlediği kusura karşı pişmanlık duyması, dünyadan azık edecek kadar bir paya razı olarak onun ile oyalanmaması, kendini ahiret için amel etmeye vermesi ve Allah’a ihlâs içinde ibadet etmesidir.

  Anlatıldığına göre münafık ve cimri bir adam varmış, karısına hiç kimseye sadaka vermeyeceğine dair yemin verdirmiş, aksi halde boşayacağını söylemiş.

  Günün birinde kapıya bir dilenci gelmiş ve “ey hane halkı! Allah hakkı için bana bir şey verir misiniz,” diye seslenmiş, kadın da dilenciye üç çörek vermiş, dilenci yolda münafıkla karşılaşmış, adam “bu çörekleri sana kim verdi” diye sormuş, dilenci de “işte şu evin hanımı” diye cevap vermiş, dilencinin tarif ettiği ev, kendi eviymiş.

  Münafık koca öfke ile eve girmiş ve karısına sen “hiç kimseye bir şey vermeyesin diye yemin etmedin mi” diye bağırmış. Kadın “Allah için verdim” diye cevap vermiş.

  Adam kalkmış, tandırı yakmış ve tam kızınca karısına “kalk, kendini Allah için şu tandıra at bakalım” diye emretmiş. Kadın kalkmış ziynetlerini almış Münafık ziynetlerini bırak” diye bağırmış, kadın “seven sevgilisi için süslenir, ben sevgilimi ziyaret etmeye gidiyorum” diyerek yeni elbiselerini giymiş olarak kendini kızgın tandıra atmış, adam da kapağını kapatarak oradan uzaklaşmış.

  Aradan üç günün geçmesi üzerine münafık, tandırın başına gelmiş kapağını kaldırınca kadının Allah’ın izni ile yanmadan içerde sapasağlam durduğunu görerek şaşkına dönmüş, o sırada gizliden kulağına şöyle bir ses gelmiş, “ateşin sevdiklerimizi yakmadığını bilmiyor muydun?”

  Nakledildiğine göre Firavun’un karısı Asiye kocasından gizli olarak iman etmiş, imanını saklıyormuş. Fakat Firavun sonunda durumu öğrenince, ona işkence edilmesini emretmiş, çeşit çeşit işkencelerden geçirildikten sonra Firavun ona “imanından dön” diye teklif etmiş, fakat Asiye dönmemiş.

  Bunun üzerine Firavun bir tomar kazık getirtmiş, bunlarla Asiye’nin vücudunun çeşitli yerlerine vurmuşlar sonra. Firavun karısına bir daha “dininden dön” diye teklif etmiş. Asiye ona şöyle cevap vermiş, “senin zorbalığın ancak benim nefsime hükmedebilir, kalbim ise Allah’ın himayesindedir. Beni kıymık kıymık doğrasan bile sadece Allah’a karşı duyduğum sevginin artmasına sebep olabilirsin.”

  Derken Hz. Musa (a.s) Asiye’nin yanma varmış, Asiye onu görünce “ey Musa! Söyle bana, Rabb’im benden hoşnut mu, yoksa bana kızgın mı?” diye seslenmiş. Hz. Musa ona şu cevabı vermiş: “Ey Asiye! Göklerin melekleri senin yolunu gözlüyor, yani hepsi senin özlemini çekiyor, ulu Allah seninle iftihar ediyor, ne istiyorsan bana söyle, mutlaka yerine getirilecektir.”

  Bunun üzerine Asiye şöyle dua etmiş, Asiye’nin bu duası Kur’anı kerimde Allah tarafından bize nakledilmektedir. Ulu Allah şöyle buyuruyor:

  “Ey Rabb’im! Bana Cennette senin yanında bir ev yap. Beni Firavundan ve onun amelinden kurtar. Beni zalimler güruhundan kurtar” (Tahrîm, 11)

  Selman-ı Farisî’den (r.a) rivayet edildiğine göre Firavun’un karısı Asiye’ye uygulanan işkencelerden birisi de kızgın güneş altında yanmaya bırakılması idi” fakat işkenceciler çekilip gidince, melekler onu kanatlarının gölgesi altına alırlardı, bu sırada cennetteki evini görürdü.

  Hz. Ebu Hureyre’den (r.a) rivayet edildiğine göre Firavun, karısı Asiye için yere dört kazık çakmış, kadını bunların üzerine yatırmış, göğsünün üstüne bir değirmen taşı bindirerek bu durumda onu kızgın güneşe doğru çevirip yanmaya bırakmış. Asiye bu halde iken başını göğe kaldırarak az önce naklettiğimiz ayetteki dua ile Allah’a seslenmiş ve “Ey Rabbim bana cennette senin yanında bir ev yap...” demiş.

  Hasanu’l-Basrî (k.s) der ki: “Allah O’nu en şerefli bir şekilde kurtararak cennete çıkardı. O orada yer, içer.” Bundan anlaşıldığına göre Allah’a (c.c) sığınmak, O’ndan yardım dilemek, sıkıntı ve belâ anında O’ndan kurtuluş istemek salihlerin bir geleneği ve müminlerin bir göreneğidir.

 

 

 

 

  Eşrefoğlu Rumî, Mukâşefetu’l-Kulûb

Top