Yedi yüz senedir Mevlânâ’yı takip edenlere, özellikle materyalizmle kirlenmiş olan çağımız insanının onun peşine “takılmış” olmasına bakınca gerçekten bu işin “sırrı”nı merak etmemek mümkün olmuyor. Aslında bu sorunun cevabı için Mevlânâ, Mesnevî’nin ilk beyitlerinde ipucu veriyor bize: “Sırrım, feryadımdan ayrı ve uzak değildir. Fakat her göz ve kulakta bunu sezebilecek nur yoktur.” Bu tespit iki konu üzerinde tekrar soru sormamızı gerekli kılmaktadır: “Feryad” nedir “göz ve kulağın nuru” ne demektir?
Yedi yüz senedir Mevlânâ’yı takip edenlere, özellikle materyalizmle kirlenmiş olan çağımız insanının onun peşine “takılmış” olmasına bakınca gerçekten bu işin “sırrı”nı merak etmemek mümkün olmuyor.
Aslında bu sorunun cevabı için Mevlânâ, Mesnevî’nin ilk beyitlerinde ipucu veriyor bize:
“Sırrım, feryadımdan ayrı ve uzak değildir. Fakat her göz ve kulakta bunu sezebilecek nur yoktur.”
Bu tespit iki konu üzerinde tekrar soru sormamızı gerekli kılmaktadır: “Feryad” nedir “göz ve kulağın nuru” ne demektir?
Mevlânâ’nın feryadı insan merkezli bir feryattır. Yani hasret ve firkat merkezli bir feryattır. Şiir merkezli, hikmet merkezli, tabiat merkezli bir feryattır. Nihayet aşk ve Allah merkezli bir feryattır.
“Göz ve kulağın nuru” ifadesi ise, bakmaya ve duymaya, okumaya ve dinlemeye işaret ediyor. Kur’ân “oku” emriyle, Mesnevî “dinle” temennisiyle başlıyor Bunlar “nur”a giden yolun ilk adımlarıdır.
Problem şu:
Çağdaş akımlar, pozitivist, materyalist, ateist rüzgârlar bizi “yerimizden” etti. Kafamızı karıştırdı. Gözümüze kulağımıza perde indirdi. Okuyamaz, dinleyemez olduk. Kitap okuyamaz, sohbet dinleyemez olduk. Küreselleşme fırtınası, uluslararası sermaye tayfunu bizi çok yabancı sahillere götürüp bıraktı. Evsiz, barksız, yolsuz yurtsuz kaldık.
İşte Mevlânâ… İnsan ile aşk arasındaki duvarları yıktığı için arayış içinde olanlar, okumak ve dinlemek isteyenler onun feryadını duymakta ve o sese doğru koşmaktadırlar. Ona ulaşanların göz ve kulağındaki perdeler erimekte ve “hakikat”la tanışmaktadırlar.
Evet, Mesnevî’nin ilk beytinde “ayrılıklardan şikâyet” söz konusu ediliyor. Aslında günümüz insanı doping ilaçlarıyla maç kazanan insana benziyor. İnsanüstü bir güç ortaya koyuyor gibi gözüküyor dışarıdan. Aslında doping yani tabiî olmayanın yani insanî olmayanın tesiri geçince olduğu yerde yığılıp kalacak! Mevlânâ ve meslektaşları bize “doping öncesi”ni anlatıyor.
Yani doğru olanı, sahih olanı, sâlim ve fıtrî olanı… Ona kulak verenler, “bişnev” emrini duyanlar aslında kendilerine kulak veriyorlar. Onu tanıyanlar kendini tanıyor. Neticede “Kendini bilen Rabbini bilir” hale geliyor.
Farsça bir beyt var. Türkçesi şöyle:
“Gönül ehli insanlar gitti. Aşk şehri boşaldı deme! Cihan Şems-i Tebrizîlerle doludur ama Mevlânâ gibi mürid nerede?”
Aslında Mevlânâ’dan önce de sonra da bu yolu gösteren yüzlerce, binlerce gönül ehli insan geldi geçti. Bunların delâletiyle insanoğlu “aşk okyanusu” ile tanıştı. Mevlânâ’yı yetiştiren ortama hazırladılar. Mevlânâ’yı tanımayan yüzlerce binlerce Allah dostu vardır, onlar başka pınarlardan beslenmişlerdir. Ama onun 26 bin beyitlik Mesnevî’si, 36 bin beyitlik Divanıyla farklı bir performans ortaya koyduğu da açıktır. Mevlânâ’nın fazla öne çıkmasının bir sebebi de sunîdir.
Bir başka ifade ile MEVLÂNÂ’NIN İSTİSMAR EDİLMESİDİR.
İnsanoğlu, vazgeçemediği bazı insanları olduğu gibi değil de kendi gözlüğüyle tanımak ve tanıtmak ister. Mevlânâ da bunlardan biridir. Onun Allah-Kur’ân-Muhammed merkezli düşüncesi saptırılarak ve sulandırılarak hümanizm, sekülarizm ve modernizm üçgenine oturtulmuştur. Bildiğiniz gibi Mevlânâ kendisini böyle anlayanlara sır kelimesinin çoğulu esrar kelimesini kullanarak yine Mesnevî’nin ilk mısralarında cevap vermektedir:
“Herkes kendi zannına göre beni dost edindi. İçimdeki esrarı kimse araştırmadı.”
Mevlânâ’ya bir “bütün” olarak bakamadığımız, onun “esrar”ına vakıf olamadığımız için espri ve nükteleri kavrayamayan çocuklar gibi davranıyoruz.
İnsanoğlunu Allah ve din ile tanıştıran varlık peygamberlerdir, yani insanlardır. Peygamberlerin mirasçıları, takipçileri de âlim ve âriflerdir. Dolayısıyla çağımız insanlarının Mevlânâ, İbn Arabî, Yunus Emre gibi insanların delâlet ve aracılığıyla hakikatle yüz yüze gelmesinde anormal bir durum yoktur. Demek ki Arapça, Farsça ve Türkçe yazan yukarıdaki üç isim irşad ve davet psikolojisinin gereklerini yerine getirdikleri için hiç bir reklâma ihtiyaç duymadan mesajlarını istedikleri yere ulaştırabilmektedirler.
Bu insanları sevenler bir müddet sonra bu insanların maşuklarını da sevmeye başlayacaktır. Çünkü Mevlânâ’nın “Kur’ân’ın kulu-kölesiyim” ifadesiyle “Muhammed Mustafa’nın yolunun tozuyum” tespitiyle karşılaşacaklardır.
Hepsi mi? Hayır. Çünkü Muhammed Mustafa’yı bizzat görenlerin hepsi onun yoluna gitmedi, onun gönlüne girmedi. Herkes denizden elindeki kap kadar su alabilir.
Şunu da ilâve edelim: İslâm’ın değil de Mevlânâ’nın öne çıkışında Batı’ya sunulan veya Batı’nın anladığı “İslâm imajı”nın da hissesi vardır.
Gönül adamlarının bize öğrettiği ilk şey dinî hayatın gönül hayatı olduğu gerçeğidir. Dinin merkez kelimesi imandır. İmanın merkezi de kalptir, gönüldür. Dini tanıma, tanıtma, anlama, anlatma, yaşama ve yaşatma bir gönül işidir. Gönül alışverişinin gerçekleşmesi için de yukarıda söz konusu edilen “nûr”a ihtiyaç vardır.
Bunun için maddeye değil, manaya bakmak gerekir. Sûrete değil, sîrete bakmak gerekir. Servete değil, hikmete bakmak gerekir.
Onların irşad ve aydınlatma metotlarını dikkatle izlemek yanında, yeni yöntemler ilâve etmek gerekir. Gönülden gönüle giden yolda meydana gelen “heyelan”ları temizleyerek Allah aşkına doğru koşmak isteyen “yolcu”ların heyecanlarını canlı tutmak gerekir. Hepsinden önemlisi bütün peygamberlerle birlikte şu gerçeği hayatımızın temel düsturu haline getirmemiz gerekir:
“Ben sizden bir ücret istemiyorum. Ücretimi âlemlerin sahibi verecektir.” (Şûrâ, 26/145)
(http://zuhurdergisi.com sitesinden alıntıdır)